Haber Yorum – Diyarbakır HDP il binası önünde bir grup aile günlerdir oturuyor. İçlerinde çocuğu gerillaya katılanlarda var, yoksulluktan bunalıp evi terkedenler de, zorla evlilikten kaçanlar da. İktidar tarafından gündemde tutulmaya çalışan bu eyleme, basın kuruluşlarından, sanatçılara, bakanlarda kadar herkes seferber edilmeye çalışılıyor. Erdoğan kendisine muhalif yazarlara, sanatçılara, aktivistlere seslenerek meseleyi Cumartesi Anneleri ile eşitleyerek toplumsallık yaratmaya çalışıyor. “Şimdi bu iş adeta serbest bırakılmış olsa burada öyle 28 aile falan değil belki binler oraya akacak.” diyor. İktidarın tüm çağrılarına ve devletin sınırsız desteğine rağmen bir aya yakındır süren eyleme bırakın binleri, yüzler bile akmadı. Erdoğan bu rakamın sınırlı kalmasına tepki olarak “Ama tabi korku olayı da var” diyerek bir kez daha evlat acısının ne olduğunu, anne yüreğinin ne demek olduğunu anlamadığını gözler önüne serdi.
Korku değil, İstismar var…
Siyasal tarihimiz bir çok anne ve aile eylemlerine tanık olmuştur. Devletin kaybettiği, işkencede katlederek yok ettiği, polis kurşunu ile öldürdüğü bir çok vakada da görülmüştür ki anneler günlerce yağmur, soğuk, devlet jopu, polis tekmesi demeden aynı yerde evlatlarını aramış tarihsel direnişler yaratmıştır. En son hapishanede ölüm orucuna giren insanların aileleri, evlatları yaşasın diye kendini hiç bir şeyden sakınmadan, hiç bir şeyden korkmadan direnerek canı yanan insanlar için korkunun hükmünü yitirdiğini göstermiştir. Hiçbir toplumsal olay ve eylem ısmarlama gerçekleşmez, eğer bir kontra provakasyon yoksa hiç bir eylem tarihsel yada güncel haklılığa dayanmadan başarıya ulaşamaz. Ve her şey nedenleri gerçeklik taşımıyorsa silikleşerek yok olur.
HDP önünde oturan ailelerin binlere ulaşmaması bu gerçeklikten yoksun olduğundandır. Mesele korku ya da tehdit değil aksine gerçekle örtüşmeyen nedenleri söyletmeye çalışırsanız, söyletenin de , söyleyenin de inanmadığı tabloda ortada sadece kameralar karşısında boynu bükük poz veren bakan görüntüsü kalır.
Gençleri dağa çıkaran HDP mi ?
Bu soruya herkes kendi meşrebince cevap üretebilir. Ancak tek ve doğru cevabı dağa çıkan, gerillaya katılan insanlar verebilir. Hiçbir insan iddia edildiği gibi zorla gerilla yapılamaz, çünkü o bir esaret hali değil, savaşma halidir. Hareketli ve silahlı olan her kes ilk fırsatta mutlaka kaçar ya da ilk temasta karşılaştığı güce teslim olur. Zorla alıkoyma ancak zorunlu askerlik yaptıran militarist kurumlara aittir. Dağda alıkoymak ancak savaştığınız güçlerin elemanlarına yönelik yapılabilir. Örneğin MİT üst düzey yetkililerinin halen dağda alıkonulduğunu yayınlanan itiraflardan görüyoruz. Ayrıca dağda alıkonulan bazı askerlerin iade edileceği açıklamalarına ve ailelerinin çabalarına rağmen iktidarın bu konuda yöntem gerçekleştirmemesi bile ortada istismar edilecek bir şey bulamayan ikitdarın aile acısına yaklaşımını göstermektedir.
Dağa Çıkaran Kim ?
Dersim dağlarına çıkarak gerilla olan Heval Yeşilgöz 16 Ekim 2015 günü TSK uçaklarının bombardımını sonucu yaşamını yitirdi. Bundan tam bir yıl önce 2014 yılında bir yazı kaleme aldı. Aslında bu yazı hem kendisinin hemde aynı coğrafya da benzer hikayeler yaşayan insanların neden dağa çıktığının da belgesi. İnsanları dağa çıkaran koşulları devlet oluşturuyor. Dilini, kimliğini asimile ederek, panzerlerle sokakta ezerek, çıplak bedenlere işkence ederek, köyünü yakarak tüm bu nedenleri devletin resmi ideolojisi yaratıyor. Geriye kalan ise şairin dediği gibi “Direnmek kalırdı Kürde, çünkü yaşamanın başka bir adı direnmektir.”
Heval Yeşilgöz anlatıyor…
Unutma bu ağıt Berfo Ana’nın ağıdı!
”doğduğu yeryüzünden kavgacı zannedilen ama
pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı esmer cesur korkak
çoğu Kürt çoğu Türk çocuklardık.”
Tahta okul sıraları, her sabah manasını bilmeden okuduğumuz “Andımız” marşları dağlardan yükselen kokusu baruta bezenmiş kekik esintileri ile geçer anadili elinden alınmış çocukluk hayatlarımız. Televizyon bir şeyler söyler, analarımız Kürtçe ağıtlar yakar, ne olduğunu anlayamadan gözyaşlarına eşlik eder, bakkala koştuğumuzda silahları ellerinde cirit atan askerler nefret dolu gözlerle bakardı bizlere, ağızlarında bir dolu küfürlerle. Ne olduğunu anlamaya çalışmak için küçük kalıyordu yaşlarımız; ama anlıyorduk. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Özgürlüğü uğruna mücadele ederken öldürülen dostlarının adını yaşatmak için, birçoğuna umut olsun diye yarınlara ‘Barış’ adı verilen arkadaşlarımızla mitinglere katılıyorduk ailelerimizin yanlarında. Sesler yükseliyordu ‘Katil Devlet’ ‘Şehid Namirin’…
O vakit anlamaya başlıyorduk. Bir savaş vardı. Bu yüzden savaşı durdurmaya ve onurlu bir barış sağlamaya çalışan ablalarımız, ağabeylerimiz ya cezaevlerine atılıyor ya kaybediliyor ya da katlediliyordu. Bizim arkadaşlarımızla en önemli ortak noktamız buydu. Hepimiz aynı bakışlara sahip; her şeye rağmen hepimiz aynı mutlulukla koşuştururduk. Muhakkak her ailenin bir mahpusluğu ve görüş günleri vardı. Ben devletin gerçek yüzünü o zamanlarda tanıdım. Bir görüş günü sonrasında evin önüne ‘Akrep’ler birikmiş, kan kokan üniformalarıyla, kin dolu bakışlarıyla namlularını üzerimize tutmuş, sesimizi çıkarmamamız için tehdit ediliyorduk. Neden geldiklerine anlam vermeye çalışıyorduk; ancak sorgulayamazdık. Çünkü ”devlet baba” büyüktü, eğer bir şey yapıyorsa muhakkak bir sebebi vardı. Annemin suratını yere yaslamış, annemin ağzına postallarıyla vuran o gözleri hiç unutmadım. Ve ben kaçmak için o odadan çıktığımda kimse vermeden o taşı elime alıp kendim attım Akrep’e. Kavgayı sevmezdim elbette saklambaç oynamayı tercih ederdim. Ancak bizim oralarda saklambacı bile getirilen gece sokağa çıkma yasakları altında oynardık.
Hepimizin birbirine benzer hikâyeleri var elbet. Birçoğumuz Gezi’de aldı o taşı eline, birçoğumuz Berkin katledildiğinde. Bugün o taş Lice’de direnenlerin ellerinde. Bugün Lice’liler çocukları sahip oldukları ten renginden utanmasınlar diye, üzerlerine düşman bakışları salınmasın diye, hiçbirinin geçmişi kendilerininkine benzemesin diye, o yemyeşil dağlarına savaşın göstergesi olan kalekollar yapılmasın diye aldılar o taşı ellerine.Ceylan Önkol’u anımsayalım. Ceylan 12 yaşında Lice’de koyun otlatırken bedenine havan mermileri saplanarak katledilmiş; savcı ”can güvenliğim” yok gerekçesi ile olay yerine dahi gitmemişti. Ceylan’ın evden çıkmadan önce makarna yapmasını istediği annesi evladının parçalarını toplamaya çalışırken devlet Ceylan’ı hatalı bulmuştu. Bugün Lice’de yaşananlara sessiz kalmak, oraya kalekollar yapılmasına karşı kabuğa çekilmek yeni Ceylan’lar oluşmasına yol açmak demektir.
Hangimizin vicdanı başımızı yumuşak yastıklarımıza koyduğumuz zaman susacak; Televizyonlarınızın sesini kısabilirsiniz; ancak vicdanınızın sesini durduramazsınız.
*Bu yazı Heval Yeşilgöz’ün 2014 tarihinde Gelecek Gazetesi’ne yazdığı yazıdır.
