Ali Efe, Gündem, Umut Yazıları, YAZARLAR

KAVUK DEVRİLİRKEN (2) – Ali Efe

Okura öncelikli not:

Aşağıdaki yazı, öncesi itibariyle de anlaşılacağı gibi ağırlıkla İdlib süreci ekseninde kaleme alındı. İdlib gündemi tam olarak değerlendirilemeden emperyalizmin biyolojik savaş saldırısı ve petrol gangsterliği geldi. Sonraki gelişmeler, elbette kendinden öncekilere ait değerlendirmeleri gözden geçirmeyi gerekli kılabilirdi. Hem İdlib süreci hem de sonraki gelişmeler itibariyle görülmüştür ki, özellikle anglo- siyonist emperyalizm artık ayakları üzerinde durmakta bile iyice zorlanmaktadır. Bu durumda bu gelişmelerin aşağıdaki değerlendirmeye yönelik en belirgin vurgusu şudur: uluslararası devrim güçlerinin önemli bir kolunu oluşturan Türkiye proletaryasının bu savaştan ve önümüzdeki yerel, bölgesel ya da küresel bütün gündemlerden zaferle çıkma imkânı düne göre çok daha güçlenmiş durumdadır.

xxx

Moskova zirvesi sonrasındaki gelişmeler RTE/AKP’nin ülkede ve bölgesel dengeler içinde kaderine terkedildiğini gösterdi. Ne Nato bünyesinde kendisine arka çıkan oldu, ne de Avrupa temaslarında… Her ne kadar ülkedeki iktidarını tehdit edecek bir güç olmasa da sonuç olarak durgun bir ekonomide 120 milyar dolar/yıllık bir borç ödemesiyle ve kendisine diş bileyen 80 milyonluk bir ülkenin ihtiyaçlarıyla karşı karşıya. Başlangıçta ateşkesin iyi gittiğiyle övünürken, çaresizlik içinde, hızla yeniden savaş söylemlerine doğru geçiş yapmaya başladığını gözleyebiliyoruz. Amerika’nın bölge temaslarının sürekliliği RTE/AKP iktidarının militarist programlarını canlandırmaya yetiyor. Virus ekonomisinin borsalarda yarattığı büyük daralmayı karşılayabilmek için giriştiği petrol kumarında sanki kendi kazdığı kuyuya düşen Amerika’nn da, aslına bakarsanız Türkiye’den pek bir farkı yok; bölgeye yeniden askeri takviyeler yapıyor. Ama bütün bunlardan RTE/AKP iktidarına hegemonyasını yeniden üretebileceği bir çıkar yol pek görünmüyor.

Bölgeye ve ülkeye yönelik bütün bu kurgu kümelerini İdlib krizinin tırmanma süreci bize oldukça net bir şekilde sergiledi. Geçen ay yaşanan kriz/savaş dönemi, uluslararası emperyalizmin içinde bulunduğu durumu, yeniden paylaşım konjonktürünün bölgesel dengelerini ve bütün bunların Türkiye’ye yönelik uzanımlarını gözlemleyebilmemiz için oldukça yeterli veriler sundu, bizlere. Nihayetinde asal görevimiz ülke gerilimlerini çözümlemek ve devrimin güncel görevlerini bu çözümlemeler üzerine inşa etmek olduğunda, emperyalist konjonktür itibariyle ülke ilişki ve çelişkilerini küresel belirleyiciler üzerinden değerlendirmek kaçınılmaz bir hareket noktasıdır.  Bununla birlikte, verilerin somut değeri en son erimde kendilerini ortaya nasıl çıkardıklarıyla alakalı olduğu için, İdlib krizinin temel aktörü olarak Türkiye sahasındaki gözlemler üzerinden konjonktürün küresel bağlamlarına ulaşmak bizi daha vadeli, daha kapsayıcı saptamalara ulaştıracaktır. Yani düşünsel süreci soyutta genelden özele doğru yürütürken somuta dair veri tabanını özelden genele doğru inşa etmek analizi doğru ve bütünlüklü kılmak açısından önem taşımaktadır. Bu tarz bir tümdengelim ve tümevarım düzeyleri adını anarak ya da anmadan zaten hemen bütün analizlerde kendini dayatıcı olduğu halde bunu burada bu şekilde kurgulayarak ifade etmek, İdlib krizinin emperyalizm ve Ortadoğu ilişki ve çelişkileri bağlamında taşıdığı nitelikli bir moment olması itibarıyladır. Olayların içindeki tayin edici olaycığı yakalayabilmek için gereken yöntem olması itibarıyladır. Önemlidir. Gelecek değerlendirmeleri için olaylar güçlü aydınlatılmalı, derinlikli kavranmalıdır. Bunun için herkesin ayrıntısıyla bildiği kimi olayları başlangıç itibariyle kalınca da olsa bir tasnife uğratmak yararlı olacaktır.

Olayların Tasnifi

Şubat ayı içinde İdlib’de Suriye ordusunun önemli bir ilerleyişi yaşandı. Bin süredir ülkenin doğusunda işgalci Amerikan güçlerine karşı ufak ufak açığa çıkmaya başlayan direniş, İdlib’de diğer işgalci TC güçlerine karşı doğrudan vuruşlar olarak kendini göstermeye başladı. Bu vuruşlar sırasında sadece saha tutma değil, çetelerle birlikte TC ordu unsurlarının da kısmi tasfiyesi gündemleşti. İdlib’deki olayların bu özet seyri içinde RTE Şubat sonuna kadar Suriye hükümetine Soçi anlaşmalarına göre kurduğu gözlem noktalarının gerisine çekilmesi için tehditte bulundu.  Açık ki bu tehdit sadece Suriye hükümetine yöneltilmemişti; muhatabı aynı zamanda Soçi ve Astana ortakları olarak Rusya ve İran’a da yönelikti. Bu iki ülkeye yapılacak bölgesel bir tehdidin keza uluslararası emperyalizme bir davet olduğu da aşikârdı. Amerika Türkiye’yi desteklediğini ilan etti. Avrupa Suriye güçlerinin ilerleyişini durduracak ateşkes önerdi. İsrail her TC hamlesinde güney hattından Suriye’ye yönelik hava operasyonları düzenledi.

Bu arada RTE iktidarına muhalif kurumsal siyaset sözcüleri RTE’nin ömrünün tükendiği esasına dayalı söylemleri pratik bir vurguyla ifade ediyorlardı. Basına yansıdıkları haliyle: Kılıçdaroğlu kendi partisini iktidara hazır olmaya çağırırken, Buldan, AKP’nin artık siyasetin değil tarihin konusu olduğunu ilan ediyordu. Ortalıkta darbe söylentileri ve RTE’nin ordu içindeki bitmez fetö operasyonları başını almış gidiyordu. Derken, bir Oda Tv haberine (26 Şubat 2020) göre, Silivri iş insanları toplantısında bir Profesör, İÜ İktisat Fakültesi’nden, Prof. Dr. Arif Yavuz, erken seçimle değil, darbeyle de değil ama bir şekilde RTE’nin gideceğine dair öyle bir gelecek vizyonu çiziyordu ki RTE sonrasına ilişkin Türkiye burjuvazisinin programatik sürecine ait veriler içermesi açısından dikkate alınması gereken bir konuşmaydı. Daha ötesi, iktidar değişikliği dönemlerinde oynadığı rolle ünlenen faşist parti başkanı Bahçeli, doğrudan kendi muhalefeti üzerine örgütlenen İyi Parti için herkesi şaşırtacak tarzda “iyi şeyler” söylüyordu. Herşey bir kenara, siyasal değeri devlet memurluğundan öteye geçemeyen Kılıçdaroğlu’nun, “hâkimler savcılar alçak kurulu” gibi devlet kurumlarına hakarete varacak kadar söylem yükseltmesi ancak Adalet yürüyüşünde olabildiği gibi uluslararası dürtüklemeyle olabilecek bir işti ve geçtiğimiz yılın sonbaharında yapılan Berlin konferansı Almanya’nın hem sosyal demokratlar hem de liberaller üzerinden konuya yönelimini göstermekteydi. Bütün alametler, neredeyse 2013’ten bu yana pek çok kereler önemli ihtimaller verdiğimiz iktidar değişikliği vaktinin bu kez gerçekten geldiğine dairdi. Erken seçim meclis aritmetiği açısından çok zordu. Darbe ülkeyi kaosa sürükleyebilir ve alternatif iktidarı güçten düşürebilirdi. Akla gelen tek yol, tıpkı uzakdoğu döğüşünde olduğu gibi rakibin ağırlığını kendine karşı kullanmak olarak ortaya çıkıyordu. RTE’nin kendi Sedan’ını arayışına yol verilebilirdi.

Bir Ara Sınıf Hegemonyasının Aracı Olarak Savaş

Sedan (1870), III. Napolyon’un imparatorluğunu sürdürebilmek için Almanya’ya karşı zorladığı bir savaştı. Sedan, Fransız küçükburjuvazisinin bir ara sınıf olarak iktidarını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu hegemonyayı kendisine sağlayacak ulusal bir savaş arayışının sonucuydu. Bu savaşta Bonapart’ın yenilip esir düşmesi üzerine kendi imparatorluğuna bağlı olarak oluşturduğu parlamentonun yaptığı ilk iş onun imparatorluğuna son verip cumhuriyet ilan etmek olmuştu.

RTE/AKP, en az 2013’ten bu yana durmadan, keza bir ara sınıf olarak iktidarını tahkim edecek bir büyük savaş arayışı içinde oldu. RTE/AKP iktidarı Türkiye finans kapitalizminin temsilcisi olacak bir sınıfsal nitelikte değildi. Türkiye kapitalizmi finans kapitalin hâkimiyetindeydi ve devlet, daha cumhuriyet kapitalizminin kuruluşundan bu yana varlığını bu finans kapital iktidarını geliştirmeye ve korumaya vakfetmişti, çünkü geri ve devrimsiz bir ülkede tekelci sermaye iktidarı ancak önceki sermaye sınıflarının ittifakıyla ayakta kalabilirdi. Kadim tefeci bezirgânlık modern sermayeye ve finans kapitalizme eklemlenirken Marx’ın ortaya koyduğu tarzda bezirgân sermaye ile modern sermaye arasındaki dönüşemezlik çelişkisi modern sermaye ve finans kapitalizm adına ekonomi dışı zor yoluyla Hareket Ordusu ve darbelerle kontrol altında tutuldu. Türkiye’nin sermaye bloku bu ilişki-çelişki üzerinden finans kapital+tefeci bezirgânlık olarak oluştu. Ta ki BOP sürecine kadar… Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya yayılma programı bu topraklardaki 7 bin yıllık tarihine rağmen yüzyıllık cumhuriyet kapitalizminde bir gün bile iktidar yüzü görmemiş tefeci bezirgânlığı doğrudan siyasal egemenliğe taşıdı. Başlangıçta uluslararası emperyalizmin programına tabi olarak Türkiye finans kapitalizmi tarafından da desteklenen bu iktidar, emperyalist programın bölgedeki tökezlemelerine paralel olarak hegemonyasını yitirmeye başladı. Liberaller, fetöcüler, Kürtler derken bütün ittifak güçlerinden tecrit olan RTE/AKP iktidarı kendi hegemonyasını sürdürebilmek için sürekli bir büyük savaş arayışı içine girdi. Bölge, yeniden paylaşım sürecinin muharebe alanıydı; RTE/AKP bu alanda özellikle anglo siyonist emperyalizmin tetikçisi olmaya çabaladı. Bir taraftan değişik adlarla projelendirilen sünni devletleşmeyi zorlarken diğer tarafta emperyalizmin bu projesinin gölgesinde kendi ticaret alanını devletleştirmek üzere Kürt topraklarına saldırdı. Başur’da Musul’a kadar karargâhlarını çoğaltırken Cerablus, Afrin işgallerine girişti. İçerde kendi şehirlerini bombaladı. Gene de, anglo siyonist saha etkinliğinin daralmasına bağlı olarak bütün bu hamlelerinde aradığı büyük savaşı bulamadı. Beka söylemi, tükenmekte olan ömrünü uzatmanın bir yakarışı olarak, 24 Haziran 2018 seçimlerinden günümüze kadar bir “mahkûmiyet” çerçevesinde sloganlaştı. RTE/AKP’nin bu “mahkûmiyet”i, örneğin Rojava’daki Kürt hâkimiyetini kırmak için kolaylıkla kullanıldı. Şubat ayı RTE/AKP’nin bu mahkûmiyetinin bu kez kendine karşı kullanılabileceği bir devinimle yaşandı.

Şubatın son günlerine kadar Suriye ordusunun hızlı ve güçlü ilerleyişine ve Türk ordusunun verdiği kayıplara tanık olduk. RTE/AKP’nin bu askeri ve siyasal başarısızlık rüzgarına bağlı olarak süpürülebileceği akıllara geldiği sıralarda -Kılıçdaroğlu, “adamın kendi ülkesi, niçin çekilsin ki, gibi iri itirazlar dillendirebiliyordu, hala- Bahçeli’yle çok laf gerekmeden antant kalan RTE, Suriye hükümetine verdiği çekilme süresindeki ısrarını Avrupa ve Amerika’nın olası destek mesajlarına ve keza hava hâkimiyeti sorununu çözme umuduna bağlı olarak sürdürüyordu. O günlerde, Pentagon ve Nato’nun sahaya askeri müdahale yapılmayacağını deklare etmelerine karşın emperyalist dünyanın TC’nin cüretini canlı tutacak siyasal desteği hiç esirgemeden sunmasını TC’ye karşı hazırlanan bir tuzak olarak değerlendiren birçok analiz okumak mümkündü.

RTE’nin savaş arayışındaki ısrarını onun ihvancılığına, neo osmanlıcılığına vb bağlamak bir tür oryantalist yakıştırmadır. Her tüccar gibi, RTE/AKP temsilinin de böylesine ülküler taşıması, doktriner bir ahlak sahibi olması söz konusu değildir. RTE karşıtı siyasal edebiyat onun dün söyledikleriyle bugün söyledikleri ya da yaptıkları arasındaki tutarsızlıkların deşifrasyonuyla dolu. Bunun gündelik siyasetin işe yarar bir ajit-prop malzemesi olması bir kenara, bu içeriği RTE/AKP’ye yüklenen misyonlar bağlamında argümantasyona çevirmek aslında RTE/AKP’nin sınıfsal kimliğini bilince çıkaramayan ideolojik ve siyasal yetersizliklerin sonucudur. Bir tüccar için geçerli olan, o an geçerli olan piyasadır. Onun için geçerli olan, her tüccar gibi tane, kilo, metre, vb ölçüm araçlarıdır. Bunların siyasal dilde kullanımı dil sürçmesi değil RTE’nin ideolojik lügatı gereğidir. Savaştaki ısrarı da, herhangi bir ideal, program, vb için değil, tümüyle tarihsel bir tesadüfle ele geçirdiği iktidar imkânını sürdürebilecek bir hegemonya içindir. Daha ötesinin olmadığını İdlib’de savaş zorlaması ve Moskova dönüşü arasındaki mesafeden görmek mümkündür. RTE/AKP’nin dilinde “beka”, kendi bekasından daha geniş bir içeriğe sahip değildir.

Ara Sınıfın Kaygan İktidar Alanı

27 Şubat’ta Türk ordusunun ve çetelerin yüksek saha hâkimiyetini ve Suriye güçlerinin ağır kayıplarını izledik. N’oluyor derken 150’ye varan rakamlarla ifade edilen Türk ordu kayıpları bütün uluslararası gündemi kapladı.  CHP sözcüsü “meclis ordusu” dedi, “hesap sorulacak yer belli” dedi, iktidarın ordu komutanlarıyla yaptığı güvenlik zirvesi sonuçsuz dağıldı, vali siyasal sözcülük yaptı, RTE iki gün ortada görünmedi.

Gelişmeler sanki 24 Haziran senaryosunun bir tekrarı gibiydi.

Bizler “değişim” havası mı diye ortamı koklamaya çalışırken CHP’nin de katıldığı dörtlü bildiriyle ülke egemen sistemi işgalci orduya yapılan saldırıyı kınadı, “Adam kazandı” oldu. RTE/AKP sırıtarak yeniden meydanlara çıktılar. Kriz aşılmış, RTE/AKP iktidarı bekasını kurtarmış, yirmi yıldır yaşanan soysuzluklar mülteci dramlarıyla katlanarak yeniden sahneye dökülmüştü. Artık RTE Putin’le görüşmeye hazırlanıyor, Amerikan ve Rus donanması eşzamanlı olarak bölgedeki güçlerine takviye olarak yerleşiyordu.

Olayların bu yönlü gelişimini iç dinamikler üzerinden açıklayacaksak eğer, fonksiyonu bu güçlerin edilgenliği üzerinden kurmak kaçınılmazdır. Burjuvazi, Kürtler, proletarya ve bunların siyasal örgütleri, hepsi ve herşey düşük siyasal profil taşımaktaydı. Tam da bu gerçekliğin politik psikolojisine uygun olarak ortamda bir “Godot’yu bekleme” hali vardı. Politik öncüsünün olmadığı koşullarda proletaryadan bir hamle beklemenin hayalini kurmak bile mümkün değildi. CHP önderlikli burjuvazi ise 31 Mart motivasyonuyla Kürtleri de yedeklemiş Berlin konferansının sonuçlarını beklemekteydi. Gerçek kendi duruluğunu göstermede gecikmedi; RTE/AKP, daha sonra Moskova’da kayda alındığı üzere İdlib’de askeri ve politik olarak yenilmiş olmasına karşın bu yenilgi ülke içinde esinti halinde bile olsa bir siyasal değişim rüzgârı estirmemişti. Muhtemeldir ki,  1870’in ertesinde 1871’in geldiğine dair tarihsel bilinç hem uluslararası hem yerel burjuvazinin elini ayağını bağlayıcı olmuştu. 27 Şubat’ta, tıpkı 24 Haziran’daki gibi iktidar alanı bir kez daha kayganlaşmış ama sonrasında o ana kadar “bir şeyler olacak” diye bekleyen burjuva muhalefet yirmi yıllık alışkanlığıyla kendi tekrarını “bir şey”siz kaldığı yerden devam ettirmekte hiç zorlanmamıştı.

Rusya’nın Pivotluğu

Bu durumda İdlib sürecinin gelişimi,  bölgedeki güçler dengesinin Rusya’nın pivotluğu üzerinden sahaya aktarımı olarak görülmelidir.

Bugüne kadar Rusya’nın kendisini tehdit eden anglo siyonist saldırganlığı etkisizleştirerek kendine ait bir güvenlik alanı yaratması sürecinde biri askeri diğeri siyasal esaslı iki temel taktiğini gördük. Bunlardan birincisi Priştina, Osetya, Kırım ve genel bağlamıyla Suriye’de gördüğümüz bir tür yıldırım harbi taktiğiydi. Bu taktik itibariyle, Rusya hızlı ve şiddetli bir askeri müdahaleyle aleyhine gelişen süreçte kopuşma sağlayarak kendi güvenlik alanını yaratacak şekilde sahada ve süreçte hâkimiyet kurmaktadır. Bir diğerinde ise bu yıldırıcı taktiğin kendine karşı şiddetli bir düşmanlık geliştirmesini engelleyici tarzda rakiplerine gereğince güven vererek onların da çıkarlarını koruyucu bir denge siyaseti geliştirmektedir. Emperyalist yeniden paylaşımın bugünkü düşük yoğunluklu savaş modunun literatürde SoğukSavaş2.0 olarak kodlandığı bir çerçevede Rusya’nın anılan siyaset tarzını da Detant2.0 olarak kodlamak mümkündür. Bu yaklaşımın genel çizgi ötesinde moment olarak görünür olduğu bazı örneklerden söz edecek olursak öncelikle ilk Libya müdahalesinden (2011) söz etmek gerekir. Burada BM’nin Libya’ya müdahalesine onay veren Rusya, ülkenin ve tabii ki petrol trafiğinin bugünkü haline de yol vermiş olduğu için hala derin bir pişmanlık içindedir ve şimdi bu açığı gidermek için Libya cephesinde fiili olarak yer almaktadır. Bir diğeri Batılı güçlerin ve siyonistlerin politik onayına sahip olabilmek için Deyr Zor hattında Direniş Ekseni’nin bölgeye açılımını engellemek adına Hizbullah ve Suriye güçlerinin hamlesini durdurmaya çalışmaktır. O süreçte, Şam Bağdat arasındaki stratejik Ebu Kemal kapısı Rusya’nın engellemeleri karşısında Hizbullah ve Haşdu Şabi’nin güney hattından karşılıklı saldırısıyla DAİŞ’ten alınarak Suriye hükümetinin kontrolüne geçmiştir. Rusya Ebu Kemal hamlesindeki askeri tutumuyla her ne kadar başarısız olmuşsa da politik düzeyde bu tutumun uluslararası emperyalizmin kendisine daha esnek yaklaşmasında katkı sağladığı açıktır. Bir diğer başkası ise Rusya’nın Trump’la Helsinki zirvesine (2018) zemin sağlamak ve ardından bu zemini sağlamlaştırmak amacıyla İsrail’in Suriye’ye yönelik birçok saldırısını görmezden gelmesidir. Bu tutum Rusya iç siyasetinde dahi Putin’in siyonistliğini tartışma konusu kılmış, İran, Suriye ve Hizbullah tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Tıpkı 27 Şubat Türk saldırılarında olduğu gibi…

Serakıb Dengesi

Seraqip, Suriye ordusu tarafından düşürülüp güçler İdlib’e doğru yeni hedeflere yöneldikleri sırada Türk ordu ve çete güçlerinin seri bir saldırıyla Serakıb’ı hızla geri almaları ve Suriye ordu güçlerine ağır kayıplar verdirmeleri saha gözlemcileri için oldukça şaşırtıcı oldu. Güneyden yapılan hava saldırıları ve Dara’da yeniden yükseltilmeye çalışılan kitlesel çete eylemleri dışında Hama alanında Suriye ordusunun saha komutanı Ramazan Yusuf’un bir siha ile katledilmesi İsrail’in de bütünüyle bu işin içine girdiğini gösteriyordu. Ama gene de bu hızlı düşüşün kabul edilir bir açıklamaya ihtiyacı vardı.

Gerilemenin nedenlerine ilişkin yapılan değerlendirmelerde görüldü ki “sahadaki komuta hatası” (South Front) diye bahsedilen konunun Rusların kendi eğitim ve yönlendirmesinde bulunan ve Tiger Force olarak bilinen 25. Özel Tümen güçlerinin mevcut pozisyonlarından çekilerek İdlib’in güney batısına doğru sevk edilmesi olduğu anlaşıldı. Diğer taraftan, aynı zaman zarfı içinde, RTE’nin “hava üstünlüğü sorununu bir şekilde çözeceğiz” demesine kaynaklık edecek şekilde Soçi anlaşmasıyla tanınan İHA faaliyetlerinin SİHA faaliyetlerine dönüşmesine göz yumulduğu Türk videolarının ortalığa yayılmasıyla anlaşıldı. Hmeymin üssüne defalarca saldıran yüzlerce drone’u etkisiz kılan Rus hava savunması Türk SİHA’larının saatlerce Suriye mevzilerini vurmasına seyirci kalmıştı. Rusya’nın Suriye ordu güçlerinin hızını kesmeyi amaçladığı ve bir süreliğine başarılı olduğu ortadaydı. Takiben, Türk ordu ve çete güçlerinin muhtemelen kendilerine tanınan savunma pozisyonunu aşarak m4-m5 kavşağını ele geçirmeleri üzerine de belirlenen pozisyonun dışındaki Türk işgal güçlerinin gene Rusya tarafından vurularak durdurulması bir mecburiyet halini almıştı, çünkü Serakıb, m4-m5 kavşağı olması nedeniyle Rusya açısından da stratejik bir önem taşımaktaydı.

Açık ki Serakıb ve bir bütün olarak İdlib Suriye, Hizbullah ve Direniş Eksenin’nin bütün güçleri açısından Rusya’nın verdiğinden daha yüksek bir stratejik değere sahipti. Bir süredir sahadaki güçlerini çeken Hizbullah sürece hemen Halep’den indirdiği güçleriyle müdahale etti. İran Rusya’yı dışlayan bölgesel platformlar önerdi. Tiger Force döndü. Serakıb geri alındı. AB, ABD ve RTE ateşkes peşine düştüler. Moskova zirvesinde askeri ve siyasi sonucu gördük.

Serakıb’da yaşanan bu ileri-geri hamlesinin, yukarıda değinildiği gibi, Rusya’nın uluslararası emperyalizmle Suriye sahasında kurduğu dengenin bir sonucu olduğunu kolayca ileri sürebiliriz.  Ya da tersinden, bu durum Rusya’nın aktüel detant politikasına sahadan askeri bir kanıt olarak okunabilir. Çok söylenegelenin aksine, AB’nin mülteci tehdidinde kalıyor olmasının Rus taktiğinin ağırlıklı bir gerekçesi olmadığı mülteci dalgası üzerine gelişen polemiklerde anlaşılır olmuştur. Asıl yönelim, Rusya’nın AB ve ABD’yi ürkütecek tarzda bölgede kesin ve mutlak hakim bir güç gösterisinde bulunmak istememesidir. AB, özellikle Almanya uygun koşullarda Katar doğalgazının Akdeniz’e çıkması olasılığını, ABD ise, keza bu amaçla yarınki güçler dengesindeki olası değişiklikler üzerinden TC ve sünni güç mevzilenmesinin dayanaklarını bölgede tümüyle yitirmek istememektedir. Bu, bir ölçüde Rusya’nın da işine gelen ve bu yüzden Direniş Ekseni’nin gelişimini kontrol altında tutmayı gerektiren bir yaklaşımdır.

Bu stratejik gerekçelerin dışında, mevcut durumda hem ABD’nin seçim düzleminde oluşu, hem de Almanya’nın özellikle iktidar partisinin içinde bulunduğu kriz nedeniyle bölgede Rus genişlemesinden özellikle rahatsız olması söz konusudur.

Emperyalist Metropollerin Kriz Gündemi

Amerika ve Avrupa Rusya’nın İdlib hamlesine Türk faşizmini koruyucu tarzda karşı çıktılar. Amerika’nın çete güçlerini kaybetmek istememesinin – son günlerde, tıpkı Rakka ve Deyr Zor’da olduğu gibi İdlib’den de bir grup çete kurmayı kurtardığı basında yer aldı- yanı sıra TC’yi Rusya’dan uzaklaştırarak kendi yanına çekme açısından momenti bir fırsata çevirmeye çalışması anlaşılır bir durumdu. Ancak özellikle Almanya’nın bu yönlü bir eğilim göstermesi Türkiye burjuvazisini içine soktuğu beklenti açısından da bir miktar aykırılık taşımaktaydı. Konu bu boyutuyla emperyalist metropollerin sadece bölgesel değil, kendi özel gündemleriyle de ilişkilendirilmeyi gerektiriyor.

Amerika bilindiği gibi bir seçim sürecinde ve Trump, hakkındaki Rus desteği spekülasyonlarına karşı ve bu seçimler itibariyle Amerikan sermayesinin ve özellikle İsrail’in desteğini kaybetmeyecek tarzda bölgedeki varlığını sürdürmek zorundadır. Bundan daha zorlayıcı olarak Amerikan ekonomisi, büyük bir çöküntü eğilimi içindedir. Korona virüsü ve petrol savaşı bu önlenemez çöküşten kurtulmak için piyasaya ekonomi dışı yöntemlerle müdahale edilmesidir. Bununla birlikte,  reel değerinin çok üzerindeki spekülatif para hacmi ABD emperyalizminin yaptığı her hamleyi kendi ayağına dolandırmaktadır. Korona virüsüyle Çin’i rekabet dışı bırakacağını sanırken bütün para piyasaları ortalama %7’lik bir çöküş içine girmiştir. Bundan kurtulmak için Suudiler eliyle açtığı petrol savaşı, Rusya’nın karşı hamlesi nedeniyle şimdi kendi kaya gazı ekonomisini ve işbirliğindeki Suudi ekonomisini ciddi şekilde tehdit eder hale dönüşmüş bulunmaktadır. ABD’yi böyle kural dışı manevralara sürükleyecek iktisadi ve mali tarzda bir çöküntü eşiğinde olduğu gerçeği Fed’in ani faiz indirimi ve yüksek miktarda piyasaya para sürmesiyle ortaya çıkmış durumdadır. Eski bir bankacı bu müdahaleyle ekonomideki iyileşme umudunun “15 dakika” sürdüğünü, ardından hamleyi “niçin” sorusuyla karşılayan bir korku ve panik havasında para piyasalarında %7 ortalamaya varan bir gerilemeyle Amerikan borsalarının 5 trilyon dolar değer kaybına uğradığını ifade ediyor.

ABD emperyalizmi, arka plandaki bu ekonomik ve mali çöküntü tehlikesi karşısında küresel çapta olduğu gibi bölgesel planda da siyasal dayanaklarını koruyucu bir politika izlemek zorundadır. Bu nedenle bölgede kendi dayanakları olan çete ve Türk ordu güçlerinin tasfiyesine yönelik Suriye hamlesine karşı ısrarlı bir direnç gösterdi. İdlib’i Ruslar için bir tür Afganistan’a çevirecek tarzda omuzdan havaya roketatarlarla ve tow gibi etkin tanksavar sistemleriyle doldurarak Türk ordu ve çete güçlerini doğrudan desteklediğini hem sahadan gelen bilgilerden hem de Amerikan sözcülerinin açıklamalarından izleyebildik.

Almanya’ya gelince; Helsinki zirvesini takiben gözlenebildiği üzere Alman finans kapitalinin, Türkiye’yi de içine alan üçlü dörtlü toplantılarla Ortadoğu’daki bölgesel süreci yönetmeye görevlendirildiği son Bilderberg toplantısıyla açığa çıkmış durumdadır. Almanya ve Fransa’nın İdlib sürecinde dörtlü zirve önerileriyle Rusya’dan inisiyatif kapmaya çalışmaları bu küresel misyon gereğidir.  Ancak çok isteksizce yapılan ateşkes önerisi ise Almanya’nın kendi doğu açılımına uygun ancak yaşadığı iç politik krize göre dengelenmiş bir ortayol siyaseti olarak karşımıza çıktı.

Bilindiği gibi son eyalet seçimlerinde iktidar partisi CDU’nun faşist ve ırkçı AfD ile ittifakı partinin Merkel sonrasına hazırlanan başkanının istifasına yol açmış ve CDU’da sağ populizmin yol açtığı erime hızlanmıştı. Almanya, son Münih konferansında da kararlılığını gösterdiği üzere Amerikancı transatlantik ittifakından ziyade kendi Ostpolitik’ine yönelmek isteğindedir. Alman finans kapitalinin bu eğilimi, orta sınıfların örgütlenmesinde önemli bir motivasyon sağlamakta ve doğuya açılmak açısından Amerikan etkisinden sıyrılmayı önemli bir ajitasyon konusu kılmaktadır. Faşist AfD bu ajitasyonu en yüksek düzeyde yürütmektedir. Bu nedenle, konjonktürel yönelimi Doğu Politikası ve Kuzey Akımı, İran 5+1 Anlaşması gibi doğulu angajmanlar olmasına karşın Merkel ve CDU, partideki krizi ılımlandırarak aşmak ve faşist örgütlenmeyi belli sınırlar içinde tutulabilmek için pratik süreçte NATO, BM gibi transatlantik bağlantıları koruyucu bir hassiyet içine de girmiş bulunmaktadır. Bu pratik yönelim, keza Doğu politikasında Rusya karşısındaki politik ve askeri zayıflıkları tolere edebilmek için klasik emperyalist egemenlik kurumlarını yeniden işlevlendirmek gibi bir tercihle de güçlenmektedir.

Nihai olarak, bütün bu karmaşadan sadeleşmiş bir sonuca varmak istediğimizde, bütüncül özeti Merkel’in kendi çaresizliğiyle alay eder bir tarzda Amerikan söylemi eşliğinde RTE’yi Putin’in kucağına hiç tereddütsüz iteklerken gösterdiği netlikte bulmak mümkündür.

Çelişkinin İlişkisi

Peki, bölgedeki çelişki ve çatışmaları yeniden paylaşım konjonktürü üzerinden kolayca açıklayabiliyoruz ama bu çelişki ve çatışmalara karşın, bölgesel sürecin akışında oldukça belirleyici olacak bir tarzda İdlib meselesinde Türkiye sahası ve devleti üzerindeki inisiyatifi Amerika’nın Avrupa’ya, Avrupa’nın Rusya’ya kolayca devredebildiği ilişkinin niteliği hakkında ne söyleyebiliriz? Ortadoğu’daki çelişki ve çatışmaları emperyalist yeniden paylaşım konjonktürü üzerinden açıklarken içine düşülen kolaycı kabalık kendini en çok bu konuda ele verir. Madem paylaşım çelişkisi vardır, o halde niçin Amerika RTE’nin tasfiyesine yol açmaktansa onu Rusya’ya karşı fiili bir güç haline getirmek istemez, niçin Avrupa RTE’yi Putin’in karşısında savunmasız bırakır? Konu tam da Abdullah Gül’ün, RTE/AKP’den kendi siyasal farklılığını açıklamaya çalıştığı temelde yani konjonktürel gelişme itibariyle  “siyasal islamın artık tasfiyesinin gerekliği” çerçevesindedir.

Bu politik çerçevenin tarihsel kapsamı kadim tarihi hala canlı kalan geri doğu pazarlarının modern toplumun ileri sistemlerine eklemlenmesi meselesidir. Kısaca, bildiğimiz “doğu-batı sorunsalı”dır. Amerika da, Avrupa da, Rusya da üretim ilişkileri itibariyle geri ama insan üretici gücü ve kaynak açısından zengin doğuyu modern topluma eklemleme faaliyetinde aynı kümede yer alırlar. Bu salt bugün için böyle değildir. İkinci paylaşım savaşından sonra modern toplum hem kapitalist ve hem sosyalist üretim ilişkileri üzerinden aynı denemeyi yapmış ama başarılı olamamıştır. Emperyalist kapitalizmin yeni sömürgeci tarzı da Sovyet revizyonizminin kapitalist olmayan yol tarzı da doğunun özgün toplum ve sermaye yapısını dönüştürmeyi esas almamış, yerine pragmatik politik esaslı bir ilişkilenmeyi tercih etmişlerdir. Sovyet çöküşü sonrası bop’dan günümüze gelen emperyalist yayılma süreci keza aynı denemedir, ancak yeniden paylaşım konjonktürünün karakteri itibariyle süreç gene tarihsel, dönüştürücü nitelikte değil askeri-politik, yeniden sömürgeci tarzda ilerlemektedir. Savunma hattında bulunması itibariyle Rus devlet kapitalizminin bölgesel politikasının nasıl bir felsefe üzerinden yürüyeceği henüz tam olarak ortaya çıkmış değildir. Bu konuda daha belirleyici verilere yakın geleceğin İran gündeminde sahip olacağız. Ancak gene de sermaye birikim ve yoğunlaşma düzeyi itibariyle Rusya’nın yeni sömürgecilikten daha ileri bir eklemlenme fikrine sahip olamayacağı öngörülebilir. Eşitsiz gelişim gereği farklı toplumsal formasyonların eklemlenmesinde özel mülkiyeti karşısına almayan çözüm yollarının imkânsızlığının bu coğrafyada her iki girişimi de başarısız kılacağı ve bölgedeki bunalımın sürekli bir devinim taşıyacağı şimdiden görülmelidir. Eklemlenme tarzları olarak yeniden sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki fark bir yandan küresel/bölgesel çatışmayı kızıştıracağı gibi -ki çelişki budur; diğer yandan geri pazarların “modernite”ye eklemlenmesinde çaba ortaklığı görülebilecektir, -ilişki de budur. Anglo siyonist emperyalizmin soğuk savaşına karşın Alman Ostpolitik’i ve Rus Avrasya politiğinin kesişme hattı olarak ortaya çıkan Detant2.0’ı bu ilişki düzleminin bir sonucudur.

Bu genel çerçevenin pratik politik tezahürleri üzerinden ilerleyecek olursak, uluslararası emperyalizmin bölgedeki yerel gerici toplumsallıklar üzerinden hakimiyet planının çöküşünün ve siyasal islamın ittifak gücü olmaktan düşmesinin politik bir doğrultu kazanma momentini İhvan’ın Mısır’da tasfiye edilmesinde buluruz. Mısır’da İhvan tasfiyesi uluslararası finans kapitalizmin bu konudaki nihai tavrını görünür kılmıştır. Benzer şekilde AKP Türkiye’sinin de aynı kadim/bezirgân sermaye temeli ve aynı ideolojik ve kültürel yönelimleri itibariyle uluslararası finans kapitalizm ile benzer sorunları yaşadığını biliyoruz. RTE’nin Mursi’ye göre şansı Türkiye’nin jeopolitik avantajı idi. Çelişki dinamiği bu avantajı canlı tuttuğu sürece RTE/AKP iktidarı ayakta kalabildi, ilişki dinamiği avantajı sönümlendirdikçe de RTE/AKP gelecekteki tekerlenişinin ön aşaması olarak giderek yalnızlaşmaya başladı. Yönelim bellidir; Abdullah Gül tarafından anıldığı üzere Mısır-Türkiye ekseni, bu ülkelerdeki modern kentli sınıfların güçlü varlığı itibariyle islamın finans kapitalizm içindeki modernizasyonuna model olarak geliştirilecektir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardından ilk dış gezisini Mısır’a yapması bu misyon gereği gerçekleşmiş ve bu çerçevede değerlendirilmişti.

Siyasal İslamın Şii Tarzı

Siyasal islam, modern kentli sınıfların, burjuvazinin ya da proletaryanın toplumsal hegemonyayı tarihsel bir tersinmezlik içinde kuramadıkları doğulu toplumsal formasyonlarda ortaya çıkan siyasal bir olgudur. Bu nedenle islamın kendi iç ayrışmasına göre farklı tezahürler de göstermektedir. Yukarıda Mısır ve Türkiye üzerinden andığımız sünni şekillenme bu kez özellikle İran ve genelde Direniş Ekseni ülke ve topluluklarınca şii temelde de yapılandırılmıştır.

Şii islam kadim kent küçükburjuvazisinin –çarşı zanaatkârı- kolektif aksiyonu içinde hem toplumsal yabancılaşmaya görece ama oldukça etkin bir düzeyde ket vurduğu hem de bu bağlamda finans kapitalizmin üretim ilişkilerini toplumsal ve ideolojik temelde reddedebildiği için bölgede emperyalist yayılmanın en güçlü engeli durumundadır. Uluslararası emperyalizmin yeni Ortadoğu düzenlemesi bölgede şii ekseninin dağıtılmasını ve bu eksenin kurucu halkası İran devriminin tasfiyesini kaçınılmaz görmektedir. Amerikan dış politikasının duayeni Madeleine Albright’ın sözleriyle İran devriminin tasfiyesi Amerika için  (siz bunu “uluslararası finans kapitalizm için” diye de okumalısınız.) bir tercih değil bir zorunluluk halindedir. Yakın geçmişteki bütün başarısız girişimler sonrasında yakın geleceğe doğru yeni hazırlıklar bu doğrultudadır. Amerika’nın bir yandan askeri, diğer yandan işbirlikçi Kürt siyasetinin girdileriyle Irak’ın siyasal krizden çıkmasına müsaade etmemesi, Taliban anlaşması hep İran’ı yeniden kuşatmak için yapılan ön hazırlıklardır.

 Doğu pazarlarının emperyalist anayurtlara eklemlenmesinin tarihsel politik doğrultusu doğu-batı sorunsalının klasik coğrafyası olarak Türkiye ve İran üzerinden geçmektedir.  RTE/AKP, her ne kadar bu amaçla iktidara taşındıysa da geçen zaman içinde bu sürecin üstesinden gelecek sosyo-politik bir temele sahip olmadığı görüldüğü için artık bu düzenleme sürecinin dışında bırakılıyor. Türkiye, Kürtler, Rusya, Avrupa vb. bölgeye ilişkin yeni politik dizilim bölgesel ve küresel güçlerin tek tek İran meselesine gösterecekleri yaklaşım üzerinden belirlenecektir. Ya da tersinden bir ifadeyle, eğer olacaksa, RTE/AKP sonrasında oluşacak yeni iktidar blokunun da İran’a karşı düşman bir konumda olması yüksek bir olasılık halindedir.

Amerikan emperyalizmi Avrupa ve Asya’daki rakiplerine karşı İran sürecini kendine bağlı, doğal olarak askeri zorlamalarla gerçekleştirmek niyetiyle askeri hazırlıklar içinde bulunuyorsa da uluslararası finans kapitalizm İran meselesinin çözümünde Rusya’yı kendi yanında tutacak bir taktik esneklik içinde olmayı ve bunu Alman ostpolitiği ekseninde gerçekleştirmeyi planlıyor. Rusya ise İran devriminin tasfiyesinin Sovyetler Birliği gibi kendi yıkımına neden olmayacak bir yapkınlıkta yani kendi çoğul Avrasya modelinin Şanghay, Avrasya Ekonomik Birliği, ASEAN gibi kurumlaşmalarına dahil bir gelişim içinde olmasını istemektedir.

Bu çerçevede İran geçişi itibariyle Türkiye’nin uluslararası emperyalizm açısından siyasal yeniden yapılandırılması klasik BOP sürecindeki temel çerçeveyi içerecektir; modernist “Atatürkçü” devletin ılımlı islam ve devletçi Kürtle harmanlanması gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Yani dijital kodlamalarmıza devam edecek olursak önümüzdeki dönem açısından Çaldİran2.0 güncellemesi söz konusu olabilecektir. Ceteris paribus, AKP/MHP gerici, faşist ve sömürgeci iktidarının bu yapılanmaya dahil olamayacağı, zaten 2002’den beri yürürlükte olan bu programdan ne kadar uzak düştükleri üzerinden kolayca görülebilmektedir. O halde ülkede bir iktidar değişikliği İran sürecine yönelecek uluslararası emperyalizm açısından gene zorunlu bir uğrak konumundadır.

Sonuç Olarak

RTE’nin Putin’den ateşkes elde etmesi kendi ayağına kurşun sıkmakla eşanlamlıdır. Ülkedeki siyasal hegemonyasının güvencesi olacak ulusal bir gündemden ve kendi keyfi yönetimini meşrulaştıracak siyasal koşullardan kendini yalıtmaktadır.

Bu koşullarda ülkede giderek kendini dayatan politik değişim sürecinin, artık saha sorumlusu gibi görünen Almanya’nın siyasal tarzına da uygun olarak Türkiye’nin geleneksel ve mümkün olan siyasal biçimleri içinde, yani bir seçimle olması uluslararası ve yerel büyük burjuvazi için tek yol haline gelmiş durumdadır. Seçimin bir erken seçim olarak gelmesi RTE/AKP iktidarının mali ve ekonomik dar boğaz içinde kendi iktidar olanaklarını tüketmesiyle mümkündür ki bu Türkiye’nin içinde bulunduğu ve küresel piyasalar açısından da kuşatıldığı olumsuz ekonomik konjonktür itibariyle mümkündür de. Artık sadece sermaye değil uluslararası finans kapitalin bizzat bankaları Türkiye’den kaçmaktadır. Türkiye’nin özgün devlet-sivil toplum ilişkilenmesinde burjuvazinin siyasal meşruiyeti kendi yasallığı ile daralmış durumdadır. Uluslararası finans kapital de, Türkiye finans kapitali de bu çerçeveyi dağıtmaya ne istekli, ne de yeterli güçtedir.

Bu sistemi dağıtacak yegâne güç, başta proletarya olmak üzere emekçi halk sınıfları ve onların öncüsü olma iddiasındaki devrimci komünistlerdir. Sosyal demokrasi ve onun yatağındaki oportünistlerin sürecin devrimci zorlaması açısından ideolojik ve siyasal yönelimleri yoktur. Aksine bu yönelimlerin karşısında mevzilenmenin kendiliğindenliği içindedirler.

Bu, bir taraftan devrim güçlerinin geniş siyasal bağlar kurmasına engel olmaktadır ancak diğer taraftan da bu siyasal bağları doğrudan kitlelerle kurmak açısından alternatifsiz kılmaktadır. Devrim bu alternatifsizliğini kullanabilmeli ve sistemin biricik alternatifinin kendisi olduğunu kitlelere anlatabilmeli, gösterebilmelidir.

Paylaşın