“Sorun küresel, mücadele ulusaldır” diyor Berat Albayrak.
Koronavirüs ile mücadelede Hazine Bakanı Damat Albayrak’ ın yukarıdaki özlü yaklaşımı önümüzdeki ekonomi politiğin hangi hamaset siyaseti üzerine kurulacağının ilk ifadesidir. Mesele “ulusal” mücadele olarak ele alındığında, ulusal hükümetin aldığı her önleme uyulması, kararlarının derhal tatbik edilmesi istenecek. Çünkü dünyayı saran bu salgın tüm insanlığın ortak sorunu, siyasi farklılıkların, ideolojilerin üstünde, sınıf farkı gözetmeden insan yaşamını etkilemekte…
Velev ki bir saatliğine doğru kabul edelim. O bir saat içinde salgınla boğuşan İran’a ambargo devam etmekte. O bir saat içinde Kuzey ve Doğu Suriye (Rojava) topçu atışları ile dövülmekte. Küba’ nın sağlıktaki ileri düzeyi ve sorumlu katkıları -komünist olması- nedeni ile red edilmekte. O bir saat içinde zenginler özel sağlıkçıları ile lüks adalara yerleşmekte. O bir saat içinde aynı zenginler testlere ve tıbbi hizmetlere sınırsız ulaşmakta. O bir saat içerisinde hapishanelerde tutsaklara işkence devam etmekte, siyasi şubede zulüm ve kaçırılma sürmekte. Koronavirüse karşı alınan önlemleri eleştirenlere şafak baskınları yapılmakta. Her gün en az beş kadın cinsel istismara ve şiddete uğramakta. O bir saat içinde yoksullaşma ve açlık tıpkı virüsün yayılma hızı kadar artmakta. Tekellerin üretmeye devam ettiği silahlar, hükümetler tarafından mazlum halklara bomba olarak atılmaya devam etmekte. Meriç Nehri kenarında binlerce göçmen ölümle kaderine terk edilmekte. Libya’da MİT provokasyonları sürmekte. Tüm sermaye sınıfı üretimini kesintiye uğratmadan sömürü çarklarını işletmekte. Sarayın şatafatlı koridorlarında “Kanal İstanbul” ve rant alanları pay edilmekte. Yoksulların marketlerden aldığı toplu yağ ve unlar “insan açgözlülüğü” olarak tartıştırılırken, milyon dolar stoklayanların “panik yapmayın” çağrısı aklıselim olarak izletilmekte.
Her adımı bir avuç zenginin güvenliği ve mülkiyeti üzerine kurulu bir iktidarın, böylesine büyük bir salgınla mücadelesi de zenginleri ve onların şirketlerini korumaktan ibarettir. Yalanla ve zorbalıkla yürütülen bir iktidarın salgın konusunda da sınıflar üstü davranması beklenemez. Bu nedenle hükümetlerin açıklamalarına güvenmek, tecrit edilmiş yaşamlarımızda ölümü beklemektir.
Salgın gökten zembille inmiş bir doğal felaket değil tam tersine kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünüdür. Buna neden olan politik sistemler yok olmadıkça, buna neden olanlar çözüm üretemezler. Dünyanın doğal kaynaklarını rant olarak yağmalayan iktidarlar, virüsün baş müsebbibidir. Tarımda uygulanan kimyasal girdiler, önleyici sağlık yerine ilaç tekellerinin karlılığına hizmet eden iktidarlar baş sorumludur. Bugün “her önlemi alıyoruz” açıklamaları sadece işçi ve emekçilerin üretime devam etmesi adına yapılan bir manipülasyon mahiyetindedir. İş güvenliği konusunda basit ulaşılabilir araç ve gereçleri gereksiz maliyet olarak gören ve bu nedenle temin etmeyen patronların para hırsı nedeni ile sadece şubat ayında 131 işçinin iş cinayetlerinde can verdiği düşünüldüğünde, bugün sayısı on milyonları bulan işçi ve emekçileri salgından korumanın basit gereçleri dahi patronların kar oranını etkileyeceği gerekçesi ile reklam dışında temin edilmeyeceği bilinmektedir. “Ulusal mücadelede” işçinin payına düşen kitlesel olarak işe gitmeye devam etmek ve son nefesini makine başında vermektir. Zenginlerin payına ise her ne kadar ekonomi daralsa da karlılığı devam ettirmek, TV’ler karşısında fedakârlık hamaseti yapmaktır.
Ülkenin tüm verileri ve önlem diye açıklanan tüm kararlar halk sağlığını korumaya yeterli değildir. Bu bir kaynak sorunu değil, kaynakları zenginlerin gasp etmesi sorunudur. 84 milyon nüfuslu bir ülkede hali hazırda yatarak tedavi uygulamasında yatak sayısı 231 bindir. Yaklaşık 365 kişiye 1 yatak düşmektedir. 1000 kişiye 1,8 doktor hizmet verebilmektedir. Teste ve teşhise ulaşımın dahi yöntemi sınırlı sayıda kalırken, tedavi aşamasına sınırlı sayıda zenginin, yandaşın ulaşacağı aşikardır. Bütün “önlem” diye ifade edilen şeyler önleme ve tedavi odaklı değil, önce küçük karantinalar, sonra hastane karantinaları, yurtlar, mahalleler, şehirler ve ülke karantinalarıdır. Yığınları evlerine hapsederek ölüme terk etmektir.
Zira Türkiye’de iktidarın resmi devlet bütçelemesi bile tüm çelişkileri ortaya koymaktadır. Salgın için “hijyen önemli” diyen Erdoğan’ın sarayında, günlük temizlik malzemesine 10.000 TL harcanmaktadır. Bu ilk adım önlemine dahi, yoksul bir ailenin ulaşması, temizliğe daha fazla harcama yapması, aç geçireceği günlerin artması demektir. Sağlık Bakanlığı 2020 bütçesi 58 milyar 876 milyon lira olarak belirlendi. Bunun 10 Milyarı yatırım kalemi olarak yer buldu. Oysa Millî Savunma Bakanlığı adı altında işgaller için ayrılan bütçe 53,9 milyar. MİT Ankara’nın göbeğinde insan kaçırsın diye, Libya’da gizli ilişkiler içerisinde savaş kışkırtsın, IŞİD’le iş tutsun diye 2,2 Milyar harcıyor. Emniyet 38,9 milyar. Diyanet Başkanı, zırhlı Mercedes arabası ile geldiği basın toplantısında “tedavide alkol caizdir” demek için 11,5 Milyar harcıyor. Saray tarafından kurulan, taciz ve tecavüzlerin odağı haline gelen vakıflar, tarikat evlerine 2 milyar 471 milyon akıtılıyor. Bunlar resmi milli gelirden başka bir deyişle halkın verdiği vergiden ödeniyor. Örtülü ödenek, yasadışı petrol ticareti, savaş ihracı, cihatçı çetelere yapılan harcamalar vb vb… Bilinmeyen, görülmeyen milyar dolarlar iktidarın ve patron sınıflarının kasalarına akıyor.
Coronavirüsü ya da başkaca salgınla mücadele salt tedaviye ulaşım meselesi değildir. Henüz salgının üst sınırlarına varmadığı ve bunun başlangıç aşaması olduğu düşünüldüğünde felaketin boyutları bilim – kurgu filmlerini aratmayacak niteliğe ulaşacaktır. Başlangıç aşamasında ekranlarda görünen ve sükûnet telkin eden hükümet temsilcilerinin önemli bir kısmı gerçekler açığa çıktığında yükte hafif pahada değerli yükleri ile terk-i diyar eyleyip büyük bir kaosun ve tüketilmiş kaynaklarla bizleri baş başa bırakacaklardır. Bu nedenle bugün salgına karşı mücadelede egemenlerin yönettiği, manipüle ettiği adına bilim denilen ancak sadece tevekkülü örgütleyen kurumlarına değil, halktan yana emek örgütlerin çağrılarına kulak vermeliyiz. Bugün da-mat olmanın ve zengin bir ailede dünyaya gelmiş olması dışında hiçbir meziyeti olmayan, hiçbir ekonomik öngörüsü tutmayan, Hazine Bakanı Berat Albayrak’ a inanmak ölüme ve çaresizliğe boyun eğmektir. Dünyanın her yerinde şu kısa deneyim göstermektedir ki, salgına karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden geçmektedir. İnsanlık varlığını sürdürecekse bu sömürü sistemini yıkmak zorundadır. Ekolojik, biyolojik sorunların büyük yıkımlara neden olması kapitalizme ait içsel bir olgudur. Bugün de böylesi hayati bir kriz karşısında yalan üzerine kurulu iktidarların, yeni yalanlarına inanarak beklemek, toplumsal dayanışma, iyi niyet temenni-li çağrılarla yetinmek, Orta çağ karanlığına sürüklenmeyi kolaylaştırır.
Böylesi kritik dönemler hükümetlere çağrılar yaparak, öneriler sunarak atlatılamaz, aksine yığınların ortak taleplerini ortaya koyduğu ve uyguladığı mücadeleler gereklidir. Bu işin sonunda dünyanın birçok bölgesinde belki de bugün ki hükümetlerin bir kısmı ayakta kalmayacak, başka bölgelerinde hayatın her alanının hapishanelere döndüğü diktatörlükler yer alacak. Ya da bu salgın bir süre sonra durdurulacak/ gelişen bağışıklıkla duracak. Ancak hâkim olduğu dönem sonuçlarının açığa çıkması başka krizlerin gerçeği ile yüzleşmeyi zorunlu kılacak. 2008’ den bu yana kendi krizinde ki derinleşmeyi durduramayan emperyalist-kapitalist sistem, tüm gücü ile kaosları ve savaşları derinleştirerek yol arıyor. Ancak görülüyor ki, içi tamamen çürümüş bir sistem her yeni adımında dışarıya yeni felaketler çıkarıyor, tıpkı ağzına kadar dolmuş lağım çukurunun dışarıya taşması gibi, dünyanın ve tüm canlıların kitlesel yok oluşuna kapı aralıyor.
“İleri uygarlık” projesi Avrupa Birliği üyesi devletler bugün çareyi yeniden ulusal sınırlara dikenli tel çekmekte arıyor. “Dünya lideri” Erdoğan kaç gündür ortalıkta yok. Türkiye ve bazı İslam ülkeleri “yaradana” sığınıyor. Robotik silahlar üreten, uzay savaşları sürdüren, dünyanın geri bırakılmış ülkelerine “medeniyet” götüren Avrupa devletleri ve ABD, “tarihin sonunu” ilan edecek kadar kendilerini güçlü gören burjuva ideologları yarattıkları sistemin ne kadar güçsüz oldukları ile yüzleşiyor. Buradan çıkan en önemli sonuç sermaye sınıfı ile aynı kaderi taşımadığımızdır. Hükümetlerin öğütlerini propaganda eden, dayanışma temennileri ileten, çorba dağıtmayı siyasal hamle gören, liberal sol insanlığın kurtuluşuna katkı sağlayamaz. Olsa olsa sistemin ayakta kalması için rıza üretimine katkı sağlar. Mesele ari ve sadedir. Mesele iktidar sorunudur. Bizi bu krizden mevcut hükümetlerin çıkaracağı sanrısı ile davranmak, daha büyük yıkımlarda halkı öncüsüz ve inisiyatifsiz bırakmaktır. Bugün işçi sınıfı ve yoksul halkların çıkarı büyük talepleri ortaya koyarak hükümetlere geri adım attırmaktır. Yoksul halklara evlerinizden çıkmayın, panik yapmayın, iyi beslenin, hijyen malzemeleri edinin gibi dışarıdan akıl verme elitizmine düşen halk güçleri tarafından yapılan çağrılar hayatın gerçekliğinden uzaktır.
Hayatın gerçekliği bütün bunların yapılabilmesinin maddi koşullarını kazanmaktan geçmektedir. Eğer bir dayanışmadan bahsedilecekse bunun yolu çorba kazanlarının önünden değil, iktidarı sarsacak, bugün ki iktidarı zora sokacak, haklarımızı elde edebileceğimiz ve tüm dünya ezilenlerinin dayanışma ve koordinesini sağlayacak mücadele programından geçmektedir.
Toplu bir arada bulunmanın yayılmayı arttırdığı ve zorunlu olmadıkça evden çıkmayın çağrıları hükümet tarafından yapılmakta, sağlığımız için bu çağrı gereğince 1 ay işçiler genel toplu üretimden çekilmelidir. İşe gitmeme ve grev çağrısı yapmak ve örgütlemek en meşru siyasal ve yaşam hakkıdır.
Zorunlu temel ihtiyaç üreten alanlarda üretimin devam etmesi için tüm sağlık hizmetlerin ve denetimin yerinde sürekli karşılanması işçilerin temel yaşam hakkıdır.
Tüm devletlerin virüsle savaş adına OHAL uyguladığı, küresel felaket olarak ifade ettikleri, hazine bütçesini holdingleri kurtarma operasyonlarına hibe ettikleri, şirket borçlarını erteledikleri bir dönemde, işçilerin ve emekçilerin borçlarını ödemesi beklenemez, ödemediği takdirde hakları yasalarla sınırlandırılamaz hüküm kurulamaz. Zira tüm mahkemelerin ertelendiği, yeni dava açmama çağrıları yapıldığı yerde mevcut kurumlar varlığını ve yaptırımını yitirmiştir. Bunun için hükümetten açıklama beklemeden milyonlarca insanın faturalarını ödememesi en temel haktır. Salgın altında elektrik, su, doğalgaz gibi temel ihtiyaçları borcundan dolayı kısıtlama girişimlerinin engellenmesi, mühürlerin kırılması ve kullanıma devam etmesi binlerce insan için meşrudur.
Salgını fırsata çeviren bu vesile ile işçilerin ücret ve haklarını vermeden işten çıkaran patronların, üretim araçlarında bulunan her malzeme ve stoklarında ki her değer onu üreten işçinin alın teridir hakkıdır. Ayrıca devlet kurumlarını baskılayarak, yasal koşullara bakılmaksızın işsizlere ve işçilere üç aylık maaş ödenerek, ücretli izinli sayılması tüm toplumun salgınla mücadelesinde başattır.
Salgın dönemlerinde sağlık hizmetlerine ulaşmak ve tedavi istemek sadece kişisel bir talep değil, tüm toplumun sağlığı için önemlidir. Salgınla mücadele bireysel değil toplumsaldır. Yani senin sağlığın için en yakınındakinin de sağlıklı olması lazım. Bu talepler için mücadele etmek bir avuç sermaye sahibinin dışında kalan ülkede yaşayan herkesin sağlığı için şarttır. Kontrol, tedavi ve tüm ilaçlarda para ödemesi reddedilmeli faturası hükümete kesilmelidir.
Beslenme hakkından yoksun bırakılmışların büyük AVM’lere yönelmesi ve bir örgütlülük temelinde kaynakların paylaştırılması haktır. Barınma hakkı bulunmayanların devlet kurumlarına ve iktidar partisinin binalarına yerleşmesi, hükümetin yapmış olduğu zorunlu olmadıkça sokağa çıkmayın çağrısına uymaktır.
Hapishaneler devletin toplama kamplarına dönüşmüş, on binlerce siyasi tutsak, gazeteci, siyasetçi, yazar rehine muamelesine tabi tutulmaktadır. Onlarca eziyet haberleri ile gündeme gelen hapishanelerde, salgınla mücadele adına görüşleri ve iletişimleri yasaklamak yüzlerce tutsağın yaşam hakkını tehdit eden idarelerin işkencesine zemin sağlamaktadır. Devlet aklı her uygun koşulu bulduğunda siyasi tutsaklardan kurtulmayı, imha etmeyi kendince fırsat bilmiş bir gelenekle var olmuştur. “Asmayalım da besleyelim mi” hukukuna göre şekillenmiş devlet ve yargı sistematiği kuşkusuz bugünde başta siyasi tutsakların varlığını ve sağlığını kendine maliyet olarak görmektedir. Bu nedenle hapishanelerin kapılarının açılması hem salgın hem de devlet katliamları karşısında tutsakların yaşam hakkı mücadelesidir. Hapishanelerde direneler kadar, dışarıdakilerinde bunu mücadele bayrağına dönüştürmesi elzemdir.
Bu temelde iktidar dışı güçlerin, ortak birleşik öncülüğü temel ihtiyaçtır. Diğer tüm hükümetlerin olduğu gibi AKP-MHP faşist ittifakının da açıklayacağı önlemler, alacağı kararlar kapitalist sömürü iktidarının sürdürebilirliği olacaktır. Bunun karşısında insanlığın ve doğanın sürdürülebilir bir yaşam üretmesi kapitalist üretim ilişkilerini ve onun kurumlarını işlevsiz bırakacak kendi programı ile mümkün olacaktır. Hükümet ve sermaye temsilcilerinin oluşturduğu kriz merkezlerine ve yanıltıcı beyanlarına karşı, emek güçlerinin oluşturduğu merkezi bir koordinasyonun öncülüğünü gerçekleştirebiliriz. Devrimcilerin, sosyalistlerin, sendikaların, sağlık meslek örgütlerinin, ekoloji hareketlerinin, demokratik kitle örgütlerinin kısacası kapitalizmde bir geleceği olmayan örgütlü güçlerin merkezi bir koordinasyonda buluşarak yandaş basın dışında ki araçlardan çözüm ve mücadele programını deklare ettiği, evlerde hapsedilmeye karşı iktidarın araçları dışında kendi meclislerini-konseylerini kurmayı hedef alan, mahallesini örgütleyen mücadele içerisinde dayanışmayı güçlendiren bir anti-kapitalist seferberliğe ve direnişe ihtiyaç vardır.
