Salgın dünya gündeminin tepesine çöktü çökeli eski bir lakırdıyı yeniden duyar olduk; ‘ artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!..’ mış.
Kabul. Melodik ve şiirsel bir tanısı var lafın; ayrıca bir distopya filminin afişinde motto olabilecek denli de iddialı duruyor.
Fakat iddialı fiyakasına rağmen muğlak ve açıklayıcılıktan hayli yoksun bu laf. Nedir yani şu “hiçbir şey” mesela? “Her şey”i kapsıyor mu? “Eski” olan nedir ki “yeni” olanla tanışacağız? Ya da bugüne dek her ay aynı şeyi mi yaşıyorduk? Çok anlamsız yani. Zaten “zaman” denilen olgu devinimini durmaksızın sürdürüyor ve hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor; değişim anı anına yaşanıyor.
Bir an için bu gerçeği bir yana bırakıp artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak iddiasının büyüsüne kapıldıkça yığınla sorun hücum ediyor insanın zihnine. Nedir mesela eskisi gibi olmayacak olan(lar)? Virüsün yol açtığı farkındalık sayesinde sömürü, açlık bitecek mi? Despotlar tövbe edip mazlumlar dünyasından af mı dileyecek? Burjuvazi enternasyonal marşı eşliğinde toplu halde sınıf intiharına yönelerek proleteryaya mı katılacak?
Yahut Avrupa’yı kıskançlıktan çatlatan güzide ve yerli ve milli demokrasimizin yerine faşizmin demir yumruğumu inecek? Allah korusun!.. Düşünmesi bile ürkütücü(!).
Ya da kafası hiçbir şeye basmayan cahil bilim dünyası Trump’ın dahiyane önerisini dinleme zahmetine mi girecek? Neden olmasın? Dezenfektan, kireç sökücü ve tuz ruhundan müteşekkil bir kokteyli damardan zerk etmek suretiyle korona belâsına gününü gösterebiliriz. Böylece tüm homo sapiens türü açısından gerçekten de artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
Velhasıl, kafa açan örnekleri aktarmadan söyleyecek olursak; sorular yığınının hücumuna yol açan bu “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak“ pilavı daha çok su kaldırır. Lakin suyu da israf etmemek lazım; su fakiri bir ülkede yaşıyoruz neticede.
Yeni Bir Milat
Korona virüs salgınının dünyasal ölçekli yaygınlığı ve etkisi hafife alınacak gibi değil kesinlikle. Bu salgın da toplumlar tarihinde Milat olarak kabul edilen dönüm noktalarından biri olarak daha şimdiden kendisine sayfalarda yer açtı. Neydi bu milatlar örneğin? Tarım devrimini ve sanayi devriminin en başa yazabiliriz.
Ardından, ilkel komünal dönem bittikten sonra sınıf savaşımları çağının başlangıcından itibarenki büyük alt-üst oluşlar: üç büyük dinin ortaya çıkışları, büyük imparatorlukların yıkılışları; kapitalizim çağına girdiğimizde ise birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları, Ekim devrimi, 1929 buhranı, Çin devrimi, 68 isyanları, sosyalist rejimlerin çöküşü, 11 Eylül 2001 eylemi vb…
Muhtemelen ekonomistler, sosyal bilimciler, teorisyenler, politikacılar gelecekte günümüze ilişkin değerlendirmelerde bulunduklarında “Koronadan önce / Koronadan sonra“ gibi bir ayrımı gözetmek durumunda kalacaklardır.
Henüz bu Milat kendisini inşa etme süreci içerisindedir. Nasıl noktalanacağını, bu eşiğin ardından hayatın nerelere evrileceğini, ezen-ezilen çatışmalarının ne tür yeni biçimler alacağını tam anlamıyla öngörmek için henüz erken fakat bazı kestirimlerde bulunmaya başlandı bile.
Koronayla birlikte toplum yaşamında olumlu yönde değişimlerin gerçekleşeceğine ilişkin naif tahminlerde bulunanlar az değil. Salgın süresince insanların gösterdikleri dayanışmacı tavırlar; bilimsel gelişkinliğin taşıdığı hayatiyetin farkına varıldığı inanç; hayatta kalma düşünün bireyleri daha sorumlu ve duyarlı davranmaya mecbur edeceği kanaati; kapitalizmin sorun yarattığının anlaşıldığı ve sosyal devletin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunun kavrandığı… vb. çıkarsamalar iyimserlik için referans gösterilebiliyor. Buradan hareketle toplumcu ve demokratik değer yargılarının kitlelerce ve yöneticilerce giderek daha çok benimseneceği öne sürülüyor.
(Türkiye’de bu iyimserliğin bir kısım Kemalist çevre kadar liberal muhafazakarlarca paylaşılması hayli manidar! Kitlelerin bilinç sıçraması yaşayacağına bel bağlayan aydınlanmacı tahayyüllerden kaynaklanıyor olmalı bu örtüşme)
Yukarıdaki iyimser tahminlerin hayat bulacağı düşüncesi “öngörü” gibi sunulsa da esasında bunlar “arzu edilen beklentilerin dile gelmesi”nden başka bir şey değildir. Yine de bu pembe ütopyaya egemenlerin çoğunluğunun ikna olduğu veya olacağı tasavvur ediliyor: “Hayatın sillesini korona ile yiyen egemenlerin aklı başına gelecek ve küresel demokrasiye geçiş o kadarda kıyıcı ve sancılı olmayacak!..“ Sanki kapitalizm, ona tabi bireylerin niyet etmeleri sayesinde arızalarından arındırılabilecekmiş gibi!..
Kimi bireylerin salgınla birlikte hayatı altüst eden bu sıra dışı koşullardan etkilenerek keskin ya da yumuşak dönüşümler yaşayacağı muhtemeldir. Birileri ailelerine daha çok değer verir, arkadaşlarına daha sıkı sarılır, dünya dertleriyle alakadar olur, “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” şiarını benimser yahut bunların tam tersi de olabilir; herkes dönüşebilir. Fatih terim gibi egosu zirvede gezen bir figür nerelere geldi; Devrimci mücadele çağrısı yaparsa şaşmamak lazım! ”Dünya emekçi kadınlar günü” diyor, “Futbolcuların sendikası olsaydı…“ diyor, daha ne desin!..
Fakat iyimserlerin denklemi, sömürü sisteminin naiflikleri aldırmayan tunç yasalarını görmezden geldiği için hüsrandan kaçamaz. Boş hayalleri, temelsiz çıkarımları “olasılık” diye sıralamak, seslenilen kesimlerce (ve dahi kendilerine) oyalanacak bir emzik uzatmaktan farksızdır. “İyi“ diye tasavvur edilen toplumsal dönüşümlerin hayata geçmesi için öncelikle siyasal bir dönüşüm gerekir. Bu şart geçerli olmasaydı, tarihin o sayısız miladi acılarının ardından “iyi“ olan, kendi hegemonyasını kurardı. Yoksa insan tarihten ders çıkarmasını hiç bilmiyor mu? Doğru bir cevabı olmayan lüzumsuz bir soru bu.
Fırtına Bulutları
Hali hazırda kriz içinde çırpınan küresel kapitalizm için ekonomide ciddi bir durağanlık öngörülüyordu; üstelik korona salgını gelmeden önce. Gözden geçirilen öngörüler, durağanlık şöyle dursun küresel ekonomide %4 civarı bir daralma yaşayacağını söylüyor (Türkiye için ise beklenen daralma oranı %5). IMF, Dünya bankası, Moody’s gibi kapitalizmin finans kurumlarının bunları söylüyor olmasının manipülatif ihtimali şüphe uyandırabilir. Ancak 1929 yılında fırtına gibi yıkıp geçen dünyasal ölçekte bir buhrandan daha beter bir krizin gelmekte olduğunu belirtenler az değil. Hayatın kendisi ve başka veriler bile bunu söylüyor.
Tüketim, kapitalist çarkın işleyişinde üretim kadar hayati bir yer tutar. Kitleler bir şey tüketmezse sermaye nasıl para kazanacak? Virüs, kitleleri eve kapanmaya iterken tüketimi neredeyse en temel ihtiyaçlarla sınırlı kalmasına yol açtı. Gıda, sağlık ve hijyen malzemeleri dışındaki ihtiyaçlar tali düzeye geriledi. Bu, stokların eritilmesi, kapitalistin para kazanamaması, borçlarının çevirememesi; işçiye ücret, devlete vergi, mülk sahiplerine kira ödeyememesi ve daha nice yerlere para aktaramaması anlamına gelir.
Kapitalizmin devasa küresel çarkı şu an tıkanmış durumda; bu, çakılan petrol fiyatlarından da belli. Tıkanıklığın giderilmesi, ardından bir tahribat bırakılmaksızın hızlı ve kolay olmayacaktır.
Hükumetleri virüse karşı önlem geliştirirken ikilemde bırakan, zorlayan bir durum var: 1) Ya tüketim olsun diye salgın önlemlerini gevşetip kitlesel ölümleri göze alacaklar 2) Ya da sokağa çıkma önlemlerini katı biçimde uygulayıp tüketimin asgari düzeyde kalmasına katlanacaklar. Bu durumda sermaye sınıfının yatıştırılması için hazine kaynaklarına (o da ne kadar kaldıysa) ve ek vergileri yüklemekten başka alternatifleri olmayacaktır.
Hiç kuşkusuz birinci şık, Trump’ın insanları gözden çıkaran katışıksız ve son derece samimi burjuva yaklaşımı, hükümetlerin kaçınılmaz tercihi olarak yedekte duracaktır. Kader anı gelip çattığında para babalarının çıkarları söz konusuysa, insan ölümleri rakamsal teferruat kadar önem taşıyacaktır.
Sorun kapitalistlerin daha az kazanması, üretimin daralması, tüketimin durması olsa canımıza minnet! Yol açtıkları yıkımların ceremesini birazda onlar çeksin der geçeriz. Lakin biliyoruz ki egemenlerin tuzu kurudur. Ezilenler onları tepelemedikçe kendilerini düze çıkarmanın bir yolunu bulurlar. Yani olan yine en altta ezilen halk kesimlerine oluyor.
Uluslararası çalışma örgütü (ILO) 2.7 milyar insanın işsizlik tehdidi altında olduğunu, bunun bir milyarının ise neredeyse kesin biçimde işsiz kalacağını beyan etti. Dünya gıda ve tarım örgütü (FAD) 850 milyon insanın açlık çektiğini ve kutsal kitaplarda anlatılan türde bir açlık krizinin kapıya dayandığını daha korona salgını başlamadan önce açıklamıştı.
Kalabalık nüfusların sefalet koşullarında yaşama tutunmaya çalıştıkları Hindistan, Kolombiya, Honduras, Güney Afrika gibi ülkelerde şimdiden açlık isyanları ve yağmalamalar yaşanıyor. Gece yatağa aç gitmektense kılıç çekmeye başlamış kitleler. Zenginlerin kanunlarla resmileştirilmiştir-meşrulaştırılmış gaspına karşı yoksulların “doğal hukukudur” bu. Kriz zirveye çıktığında yaşanabileceklere ilişkin küçük bir örneğe benziyor. İşte bu, kötümser tablo içerisinde yaşamın nefes alıp verdiğinin en önemli işaretidir.
Ekonomik kriz, işsizlik, açlık ve haliyle yağma ve isyan… Dünya tarihinde eşine sıkça rastlanan (fakat hiçbiri aynı olmayan) bu döngüye bir halka daha eklenmesi sürpriz olmaz. Egemenler de bu olasılığı ciddiye alıyor; fırtına bulutlarının ufukta toplandığını hepimizden iyi görüyorlar. Zaten onları endişelendiren şey kaç kişinin işsiz kalacağı yahut açlıktan kırılacağı değil; işsizlik ve açlık yüzünden hegemonya oluşturmakta, krizi yönetmekte yaşayacakları zorlanma ve varoluş tehdididir. Neticede onlar da egemenliklerinin bu tür keskin virajlarda bir yaşam sınavından geçtiğini bilirler. Yönetim insiyatifini geliştirmek için önlem almaya çalışırlar; baskıyı artırma yoluna gitmeleri onlar için tercih değil zorunluluk halini alır. Mevcut koşullarda önemli bir toplumsal rıza oluşturabilmiş (Türkiye‘deki gibi) baskıcı yönetimler, virüs salgınının zorlaştırdığı kriz yönetiminin zaafa uğramaması için, elde kalan demokratik uygulama ve özgürlük alanlarını daha da kısıtlamak da tereddüt etmeyeceklerdir. Bu bağlamda, ayakları havada gezen iyimserlerin aksine, otoriter eğilimlerin güç kazanacağı düşüncesinde olanların meseleye daha gerçekçi baktıkları söylenebilir.
Nesnelliğin Dalgası
Öngörülen muhtemel buhrana bakarak “Ne kadar kriz, o kadar açlık! Ne kadar açlık, o kadar isyan! Ne kadar isyan, o kadar devrim!“ türünden pozitivist şekilde akıl yürütmek statükocu solculuğun içinden çıkamadığın bir yanlıştır.
Zaman, solu yükselteceği sanılan dünyasal ölçekli bir kriz dalgasının beklentisi ile elleri ovuşturma zamanı değildir. Bu kendiliğindencilik, o dalganın anaforuyla devrilmekten kendisini kurtaramaz. Ezilenlerle sıkı bağlar kurmakta zorlanan, önderliksiz, hazırlıksız sol, virüs salgınını bahane ederek despotlaşacak muktedirin baskısını boşa çıkaramaz. Geçtiğimiz senelerde yaşadıklarımız böyle düşünmekte çok da haksız olmadığımızın ispatı gibidir.
Fakat gerçekliği elden bırakmayalım derken hepten karamsar olmanın da lüzumu yok. Binlerce kez bastırılsa da ayağa kalkma iradesinden, baş eğmezliğinden hiçbir şey kaybetmeyen uslanmaz bir devrimci gelenek kök salmış bu topraklara. Önderlik iradesini yaratmak ve statükocu solculuktan kopuşu gerçekleştirmek gibi bir takım temel gerekleri yerine getirdiğimizde rüzgârı arkamıza alacağımızı biliyoruz.
Ayrıca nesnellik muazzam düzeyde devrimsel olanaklar sunuyor. İdare edilme imkanı gittikçe zorlaşan sistem krizi başta emekçi kitleler olmak üzere bütün ezilen kesimlerin kendilerinden umudu yitirmelerine yol açıyor. Ancak kitleler umutsuz yaşayamaz; düzen içi veya düzen dışı alternatiflerden umut değiştirirler ve şayet devrimci alternetif ortada yoksa yine düzen içi bir muhalefet kanalına yedeklenmekten geri kalmazlar. Bu yüzden devrimciler, öncelikle bu dönemde bir yandan önderlik sorununu aşmanın yollarını ararken bir yandan da ezilen kitlelere, onların dertlerine çare üretmeye çalışan bir pratik içerisinde olur ve buna uygun ideolojik bir dil geliştirebilirse pekala umudu yaratabilir. Hiç tahmin bile edilemeyecek düzeyde sıçramalı bir gelişime, güçlenmeye, özneleşmeye imkan tanıyan böylesi bir süreçten geçiyoruz. Bu son derece gerçekçi ihtimalin ete kemiğe bürünebilmesi için başta komünarlar olmak üzere, statükocu solculuktan kopuş fikrini benimseyenlerin bir an evvel bu yola girmeleri tek seçenektir.
Başka bir yol aramak yahut yapıla geleni tekrar etmek korona miladi ile yükselecek nesnellik dalgasını ve o devinimsel imkanlarnı bir kez daha kaçırmak anlamına gelecektir.