İsrail Silahlı Kuvvetleri dün 6 Ekim 2024 günü Filistinlilere yeniden tahliye talimatları gönderdi ve 162. Tümen’e bağlı güçlerinin Gazze’nin kuzeyindeki Cibaliya Mülteci Kampı’na kara saldırısı başlattığını duyurdu. Bu saldırıların başlamasından bir gün önce, İsrail’in Haaretz gazetesine yazan Jonathan Lis, “İsrailli yetkililerin Hamas’ın Gazze’deki hakimiyetine son vermeyi ve rehineleri kurtarmayı mümkün kılacak bir hamlenin parçası olarak, Hamas lideri Yahya Sinvar ve Gazze’de kalan diğer üst düzey örgüt yetkililerini, kendi rızalarıyla Sudan’a sürgün etme olasılığını incelediklerini.” haber vermişti.
Jonathan Lis’in İsrail devlet kaynaklarına dayandırdığı haberine göre, böylesi bir adım Sudan’ın ABD tarafından “Terörizm destekçisi devlet” olarak sınıflandırılmasının iptalinin ardından, 3 yıl önce Sudan’da dondurulan Hamas varlıklarının tekrar serbest bırakılmasını da içerebilirdi. Başbakan Benjamin Netanyahu’nun son aylarda birçok kez Sinwar ve diğer üst düzey Hamas yetkililerinin öldürülmesi konusunda ısrarcı olmayacağını belirttiğine dikkat çekilen haberde, Netanyahu’nun savaşı sona erdirecek bir anlaşmanın parçası olarak üçüncü bir ülkeye sürgün edilmeleri ihtimalini göz ardı etmediği vurgulandı. Bir taraftan bu haberler servis ediliyor, diğer taraftan, Cibaliye Mülteci Kampı’na yönelik kara saldırısının kısa bir süre önce içinde İsrailli bakanların da bulunduğu bir grubun Netanyahu’ya yazdıkları bir metinde “Gazze’nin kuzeyinin sivillerden arındırılmış askeri bölge ilan edilmesi” çağrısından sonra gelmesine dikkat çekiliyor.
Israel Hayom gazetesi konuyla ilgili haberinde, Netanyahu’ya yazılan metinde “Gazze Şeridi’ne tüm yardımların kesilmesi, Gazze’nin kuzeyinin Filistinlilerden arındırılarak kapalı askeri bölge ilan edilmesi” taleplerinin yer aldığını belirtmişti. Gazze’nin kuzeyinin “Filistinlilerden arındırılması” talebi doğrultusunda soykırım girişiminde yeni hamlelerin başlatılacağı anlaşılıyor. İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliya’da yer alan Birleşmiş Milletler (BM) Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) merkezine dün gece düzenlediği şiddetli saldırıyı bu hamleler kapsamında ele almak gerekiyor. İsrail’in Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’i “istenmeyen kişi” ilan etmesinden kısa bir süre sonra yaşanan bu gelişmeler Gazze’nin Filistin halkından arındırılması hedefinde yeni bir aşamaya geçildiğine işaret ediyor. İyi bilindiği gibi, İsrail bölgede emperyalizmin cephaneliği olarak doğduğu için sadece soykırım yapma özgürlüğü yok, o Birleşmiş Milletler binalarını, çalışanlarını da vurma, yok etme özgürlüğüne sahip.
7 Ekim El Aksa Tufanı’nın üzerinden bir yıl geçti. İsrail ABD ve AB ülkelerinin sağladığı dev ateş gücü, Ortadoğu’daki emperyalizm işbirlikçilerinin sağladığı dikensiz gül bahçesi sayesinde Gazze’de başlattığı soykırım girişimini Lübnan ve Yemen gibi tehditlerine boyun eğmeyen ülkelere taşımaya çalışıyor. Buraları da Gazze’ye benzetmek istiyor. Gazze’deki katliamın boyutlarının Gazze Sağlık kurumlarının açıkladığından çok daha yüksek olabileceği bizzat Birleşmiş Milletler kurumları tarafından ifade ediliyor çünkü bu kurumlar Gazze’de öyle ağır darbeler aldı ki, bilgileri toplaması gereken görevlilerin çoğu zaten katledildi. Tüm bu katliamların asıl hedefi Filistin, Lübnan ve Yemen halkına boyun eğdirmek. Kim boyun eğdirmek istiyor, bu konuda açık ve net bir kanaate sahip olmak gerekiyor çünkü ideolojik ortam çok kirli ve bulanık. 2005 yılında konuşan ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheeney, “İsrail’in ABD’nin askeri müdahalesi olmadan ve onlara çok baskı yapmadan bizim için kirli işleri yapacağını” söylemişti ve bir temel gerçeği ifade ettiği için çok tepki almıştı. Bu tip laflar böyle alenen ifade edilmemeliydi. Her şeyin bir usulü, adabı vardı. Şimdiki başkan Biden’da demiyor muydu, “Ben inanmış bir Siyonistim. Eğer bir İsrail olmasaydı, onu bizim mutlaka yaratmamız gerekirdi.”
Gazze’yi Filistin halkından arındırma hedefine eklenen Lübnan’ı Gazze’ye benzetme hedefine ağır bombardımanlarla ilerlemeye çalışan İsrail sadece dün gece gerçekleştirdiği bombardımanla Beyrut’ta dört hastaneyi yerle bir etti. İsrail’in Lübnan’da uyguladığı stratejik yönelim altyapıyı, sağlık kurumlarını vurarak ülke içi gerilimleri çatışmaya dönüştürmek. Yaşananların sorumluluğunu Hizbullah’ın Gazze’ye desteğine bağlayan unsurlarla Hizbullah’ı destekleyen kitleleri karşı karşıya getirmek, çatıştırmak. İsrail Lübnan’da bu taktiği ilk kez uygulamıyor. Bu kez farklı olan, öncekilere göre İsrail’in daha hazırlıklı görünmesi. İsrail’in Hizbullah’a ve önderi Hasan Nasrallah’a dönük son operasyonları oldukça güçlü bir hazırlık yaptığını gösteriyor. Lübnan’ın merkezi askeri ve siyasi aktörlerinden biri olan Hizbullah, İsrail saldırganlığına karşı ülkenin savunmasının belirleyici ögesi. İsrail’in 1982 ile 2000 arasında devam eden Lübnan işgalini mücadelesiyle kıran ve İsrail’i Lübnan’dan dışarı atan temel aktör Hizbullah’tı. Tabii ki Lübnan’da ülkesini işgalci İsrail’e karşı savunan başkaları da vardı ancak belirleyici, temel güç Hizbullah olmuştu. İsrail 2000 yılında Lübnan’dan çekilmek zorunda kalmasının ardından 2006’da yeni bir işgal girişiminde bulundu. Bu savaşta da Hizbullah ve müttefikleri tarafından sıkıştırıldı ve bir kez daha ülke dışına atıldı.
İsrail’in derin Lübnan ilgisinin iki temel nedeni var. Bunlardan ilki, doğrudan 1948’de doğuş koşullarıyla ilgili. İngiltere ve Fransa 1921 yılında Ortadoğu’nun bölüşümünde nihai anlaşmaya vardıklarında, yüzlerce yıldır bir bütünlüğe sahip olan Büyük Suriye’yi kendi egemenlik alanları altında parçalara bölüp, mini devletler yarattılar. Bu bölünme nedeniyle, Litani Nehri Fransa parçası Lübnan sınırları içinde kalırken, Hermon ve Yarmuk nehirleri İngiltere parçası Ürdün sınırları içinde kaldı. Bu su kaynaklarına erişmek İsrail’in 1948’de doğuşundan itibaren hep öncelikli hedefleri arasında yer aldı. 1960’larda Filistin direnişinin büyümesi ve Lübnan’da yoğunlaşması, İsrail’in Lübnan ilgisinin diğer önemli nedenidir. 1982 işgalinin temel yönelimi Filistin direnişini kırmaktı. FKÖ’ye ağır darbeler vurulurken, işgalin küllerinden Hizbullah direnişi doğdu. Hizbullah kendini işgale karşı direniş süreci içinde oluşturdu, geliştirdi. Bu nokta önemlidir ve vurgulanmalıdır. Hizbullah Lübnan’daki İsrail katliamlarının doğrudan ürünüdür.
16 Eylül 1982’de Beyrut’u işgal eden İsrail Silahlı Kuvvetlerinin desteği ve gözetiminde Batı Beyrut’taki Sabra Şatila Filistin Mülteci Kampı’na faşist Hıristiyan Falanj örgütü tarafından bir saldırı düzenlendi. Kampta kalanların çok büyük kısmı kadın ve çocuklardı. Bu saldırı, İngiliz gazeteci Robert Fisk’in özgün ifadesiyle, “modem Ortadoğu tarihindeki (kelime fazlasıyla suistimal edilmesine karşın, bizzat İsrail’in tanımını kullanırsak) en büyük terör eylemi” idi. Bu büyük saldırı üç gün sürdü. Yine Fisk’in ifadesiyle yaşanan “İsrail’in Falanjist milislerinin Sabra ve Şatila adlı Filistin mülteci kamplarında başlattığı üç günlük tecavüz, bıçaklama ve cinayet orjisiydi”. Üç günün sonunda sayısı 3000’e yaklaşan Filistinli katledilmişti. Bu katliamı yöneten Ariel Şaron daha sonra ödüllendirilerek İsrail Başbakanı yapıldı. Faşist Falanj ABD’nin ve İsrail’in Lübnan’daki temel müttefikiydi. Böyle olduğu için, o günlerde Batılı gazeteciler Beyrut’ta kalabalık bir nüfus oluştururken Fisk dışında kimse bu alçakça katliamın haberini yapmadı. Hizbullah kendini bu saldırılara karşı direnişi büyüterek var etti. Sürecin her aşamasında en önde yer alan önderi Hasan Nasrallah bu nedenle bir direniş sembolüne dönüştü. Bölgedeki Arap devletlerine sırasıyla boyun eğdiren İsrail, kendisini ülkesinden söküp atan Nasrallah önderliğindeki Hizbullah’ı hiç unutmadı. Bu nedenle, İsrail’in Haaretz gazetesinin Nasrallah’ın ölüm haberinin duyulmasından sonraki nüshasının manşetinde, İsrail ordusunun 18 yıldır bunun için çalıştığını yazmıştı. Sözü edilen 18 yıl 2006 savaşında İsrail’in Lübnan’dan ağır kayıplarla çekilmesinden sonraki dönemdi. Nasrallah sadece örgütünün askeri varlığıyla değil, yıllar içinde örgütünün geniş kapsamlı çalışmalarıyla oluşturduğu siyasal varlıkla da Lübnan’ın temel siyasi güç merkezlerden biriydi. Son zamanlarda Körfez Krallıklarının ve İsrail’in yoğunlaştırdıkları propaganda kampanyaları esas olarak Nasrallah ve örgütünün gerçek niteliklerini gözlerden gizlemeyi amaçlıyordu. Şii Hizbullah’ın Sünni ve Müslüman Kardeşler orijinli Hamas’a yönelik emperyalist ve Siyonist saldırılara karşı Lübnan’dan cephe açması, onun esas olarak Filistin halkının işgale karşı direnişine sunduğu destekti. O meseleye mezhep farklılığı açısından değil, Filistin halkının tarihsel hakları ve sömürgeciliğe karşı direnişi açısından bakıyordu. Bu nokta vurgulanmalıdır çünkü son zamanlarda çokça çarpıtılmakta, çeşit çeşir demagoji tedavüle sokulmaktadır. Bir Lübnanlı siyasi varlık olarak Hizbullah, ülkesindeki Hıristiyan parti ve gruplarla yakın ilişkiler ve ittifaklar geliştiriyordu, faşist Falanj’a karşı net bir tutuma sahip olurken, mesela Hıristiyan devlet başkanı Mişel Avn belirleyici konularda ve ilkelerde anlaştıkları için Hizbullah’ın temel müttefiki oluyordu. Devlet başkanı Avn tüm hayatı Lübnan’da İsrail vekilliğiyle geçmiş Hıristiyan gruplara karşı Hizbullah’la ortak tutum alıyordu. Hizbullah ve Nasrallah bunları yapabiliyordu çünkü gerçek bir Lübnan gücüydü ve ülkesinin dinsel, ulusal ve kültürel farklılıklarını biliyor ve tanıyordu.
İsrail bu süreçte Hizbullah’a önemli darbeler vurdu. Bu durumu büyük bir propaganda kampanyasıyla mutlak bir zafer gibi sunmaya çalışıyor. Hizbullah’ın ağır darbeler aldığı doğru ancak kendini işgalin içinde oluşturan ve işgalcileri ülkeden kovan bir güce dönüştüğü hiç unutulmamalı. Amerikan istihbarat yetkililerinin bir değerlendirmesine göre, ölümünden sonra Nasrallah’ın etki alanında bir genişleme gözlenmiş. Bu sonuca sosyal medya platformlarındaki paylaşımlar ve bölge ülkeleri basını, kuruluşlarından akan verilerden ulaşmışlar. Bu doğru bir değerlendirme. Nasrallah Gazze’de Filistin halkına yönelik korkunç katliamlara karşı kendi cephesinden direniş bayrağını yükselten bir isim olduğu için emperyalizm tarafından katledildi. Son konuşmasındaki kararlılığı ve yıkıcı Amerikan bombalarıyla ölümü kesinlikle unutulmayacak, emperyalizme ve İsrail sömürgeciliğine karşı direnenlere ilham verecektir. Filistinli işbirlikçi Mahmud Abbas, halen keyif içindeki yaşamını yanı başında katledilen Filistinli çocuklara sırtını döndüğü, kendisi gibi işbirlikçi ve sahtekar Tayyip Erdoğan’larla birlikte boş gevezelik yaptığı için devam ettiriyor. Nasrallah yaşamıyla da, ölümüyle de ayrıştırıcıydı. Hakiki olanla sahte olanı ayrıştırıyordu.
Gelgelelim bölge gerçeklerine. Dünyada İsrail’in büyük başarılarından söz edilen haber ve yorum sağanağı içinde farklı sesler de duyuluyor. İsrail Lübnan’a yönelik sınırlı bir kara operasyonu başlattığını duyurdu. Günlerdir Lübnan’a yönelik sınırlı kara operasyonuna dair çok sayıda çatışma haberi geliyor. 2011-2013 yılları arasında İsrail’in ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapan emekli tümgeneral Yaakov Amidror New York Times gazetesine yaptığı açıklamada, “İsrail’in son başarılarını kutlamak için erken olabilir. İsrail güçlerinin Lübnan’a kara harekâtı başlayalı henüz birkaç gün olmasına rağmen şimdiden bir bedel ödedi. Çarşamba günü Hizbullah savaşçıları, işgalin başlamasından bu yana taraflar arasında yaşanan ilk çatışmalarda dokuz İsrail askerini öldürdü. Ordu, Cuma günü İsrail kontrolündeki Golan Tepeleri’nde iki askerin daha öldürüldüğünü açıkladı. Hizbullah Hamas’tan on kat daha güçlü” diyor. Amidror hem savaşı hem de taraflarını iyi tanıyan bir isim ve sözlerini şöyle devam ettiriyor: “İsrail güçleri karadan Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerledikçe, Hizbullah tarafından kullanılan sofistike silahlar da dahil olmak üzere daha büyük risklere karşı savunmasız kalacaklar. Ve İsrail hükümeti Gazze’de yapmakta zorlandığı gibi net bir çıkış stratejisi geliştiremezse, ordu kaynaklarını sonuna kadar zorlayan uzun süreli bir savaşla karşı karşıya kalabilir.” İsrail Silahlı Kuvvetleri bugün yaptığı açıklamada, İsrail’in kuzey Celile bölgesindeki bazı kasabaların kapalı askeri bölge olarak belirlendiğini duyurdu. Bu açıklama çatışmaların sınır boyu genişlediğini gösteriyor.
Guardian gazetesine değerlendirmeler yapan İsrailli güvenlik analisti Michael Milshtein’da, İsrail’in, uzun süreli yıpratma çatışmalarına girmekten kaçınan ve büyük ölçüde füzelerle silahlanmış devlet dışı aktörlere karşı yüksek ateş gücüyle kısa ve kararlı savaşlar vermeyi planlayan bir askeri stratejisi olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bunun yerine tam tersi oldu. İsrailli yetkililer Hamas’ı askeri bir güç olarak yenilmiş gibi göstermeye çalışsa da -ki bu en başta tartışmalı bir nitelemedir- Gazze’de gerilemiş olsa da bir gerilla örgütü olarak varlığını sürdürdüğünü kabul etmektedirler.” Lübnan cephesi yıpratma savaşının kapsam ve derinliğini önemli ölçüde etkileyecektir. Guardian gazetesi Savunma Editörü Beaumont’ta durumu şöyle yorumlamaktadır: “İsrail Gazze’de 40.000’den fazla Filistinliyi öldürmüş, kıyı şeridinin büyük bölümünü yerle bir etmiş ve açlık, ölüm ve hastalıkla boğuşan bir halkı birçok kez yerinden etmiş olsa da, İsrail zırhlıları bu hafta sonu Hamas’ın yeniden toparlanmasını önlemek için Gazze’nin kuzeyine yönelik yeni bir operasyon başlattı.” İsrail’in Lübnan cephesini genişletmesinin yıpratma savaşını yoğunlaştırması kuvvetle muhtemeldir ve bu durum İsrail’in temel stratejisine uygun değildir. Ülke ekonomisindeki gerileme bu güne dek dış yardımlarla bir miktar tolere edilebilse de savaşın uzamasının çok daha kapsamlı ve ağır sonuçları olacaktır. İsrail ordusunun asker kaynaklarının sınırlılığı, yıpratma savaşının ağırlığını arttıran bir başka önemli etkendir. İsrail’in ağır bir yenilgi aldığı önemli bir alanı İsrailli yazar Sefy Hendler Haaretz’deki köşesinde ele almıştı. Yazısının başlığı tam olarak yenilginin ne anlama geldiğini ifade ediyordu: “Küresel Bir Yenilgi: İsrail’in İmajının 7 Ekim’den Bu Yana Gök Gürültüsüyle Çöküşü”. Dün dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca insan ellerinde Filistin bayrakları ve boyunlarında kefiyelerle alanları doldurdu, Filistin halkıyla dayanışan, Siyonist İsrail’i ve emperyalist destekçilerini lanetleyen sloganlar haykırdı. Hendler’e göre, dünyanın her köşesinden akan görüntüler İsrail için “küresel bir yenilgi” anlamını taşıyordu.
Katliamlarla dolu bir yılın ardından gelinen durum esas olarak budur. İsrail 7 Ekim 2023’te aldığı ağır darbeyi kitle katliamlarıyla tersine çevirmeye çalıştı ve çalışıyor. Filistin halkı ve temel destek güçleri ne denli ağır darbeler alırsa alsın boyun eğmeyeceğini, mücadeleyi büyüteceğini dostuna da düşmanına da gösterdi. Yolu direniş göstermektedir. Direniş büyüyecek, Siyonist ve emperyalist katilleri döktüğü kanda mutlaka boğacaktır.
Madalyonun bir de diğer tarafı var. Onu İsrail’in onurlu yazarı Amos Harel gösteriyor. Haaretz’deki köşesinde şunları yazdı: “İsrail endişe verici bir hızla kanla yaşayan bir ülkeye dönüşüyor. İşgalin günlük suçları artık daha az önem taşıyor. Geçtiğimiz yıl, kitlesel katliamların ve tamamen farklı ölçekte suçların işlendiği yeni bir gerçeklik ortaya çıktı. Soykırımsal bir gerçekliğin içindeyiz; on binlerce insanın kanı aktı. Tüm İsraillilerin kendilerine kanla yaşayan bir ülkede yaşamak isteyip istemediklerini sormalarının zamanı geldi. Biz İsrailliler, dünyada varlığı kan üzerine kurulu tek ülkede yaşamaya razı mıyız? Şu anda İsrail’de yaygın olan tek vizyon, bir savaştan diğerine, bir katliamdan diğerine, katliamdan katliama, mümkün olduğunca geniş aralıklarla yaşamaktır. Kan ülkenin yakıtı olamaz. Nasıl ki hiç kimse, ne kadar ucuz olursa olsun, kanla çalışan bir araba kullanmayı hayal edemezse, 10 milyon insanın da kanla çalışan bir ülkede yaşamaya razı olacağını düşünmek zordur. Gazze’deki savaş bir dönüm noktasıdır.”