İngiltere’nin The Times gazetesinin 5 Eylül 2014 tarihli nüshasında, Ukrayna’nın Mauripol kentinden yazan Ben Hoyle, o günlerde Kuzeybatı Ukrayna’da yoğunlaşan çatışmalar hakkında bilgiler vermişti. Hoyle, Ukrayna Ordusu’nun Donbas Halk milisleri karşısındaki askeri yetersizliğinin Ukrayna’da oluşan Neo-Nazi taburlarla aşılmaya çalışıldığını bildirmişti. Hoyle, 500 üyeye sahip Azov Taburu’nun Donbas Halk milislerinin Mauripol’e ilerlemesinde son savunma çizgisini oluşturduğunu yazmıştı. (Neo-Nazis give Kiev a last line of defence in the east)
Hoyle’den önce İngiltere’nin Telegraph gazetesine Ağustos 2014’te yazan Tom Parfitt’te bölgeyi ziyaret etmiş, Neo-faşist Azov Taburu ile buluşmuş, tabur üyeleriyle yaptığı sohbetleri aktarmış yazısında çektiği fotoğrafları da kullanmıştı. Parfitt’e göre, “Azov Taburu Neo-Nazi sembolleri açıktan kullanıyordu.” Partfitt’in konuştuğu Fantom kod adlı 23 yaşındaki tabur üyesi, “Ben Nazi taraftarıyım” diyordu. (Ukraine crisis: the neo-Nazi brigade fighting pro-Russian separatists, 11 August 2014)
Parfitt, Azov taburu’nun önde gelen komutanlarından Andriy Biletsky ile bir görüşme yapmıştı. Biletsky görüşmede, “Bu çok kritik tarihsel anda ulusumuzun tarihsel misyonu beyaz ırkların varlıklarını sürdürmek için verdikleri son büyük savaşa öndelik etmektir” demişti.
Biletsky, emri altında İrlandalı, İtalyan, Yunanistanlı ve İskandinavyalı savaşçılar bulunduğunu söylemişti. Biletsky’nin tanıttığı İsveçli Mikael Sklitt, İsveç Ordusu’nun Ulusal Muhafız biriminde bulunmuş eski bir askerdi. Kendini “nasyonal sosyalist” olarak tanımlıyordu. Rus emperyalizminin saldırılarına karşı Ukrayna ulusunu korumak için Azov Taburu’na katıldığını belirtiyordu.
Parfitt haberinde Ukrayna hükümetinin bu Neo-Nazi grupları kullanmaktan rahatsızlık duymadığını dile getirmiş ve o dönemki Ukrayna İçişleri Bakanı’nın danışmanı Anton Gerashchenko’nun bu gruplar hakkında, “En önemli şey bu grupların Ukrayna’yı özgür ve bağımsız kılmak için duydukları büyük arzu ve ruhtur. Bir insan anavatanını korumak için eline silah alıp gidiyorsa o bir kahramandır. Onun politik görüşleri kendine aittir.” sözlerini aktarmıştı.
Parfitt konuyla ilgili olarak Amerikalı bir Rusya ve Ukrayna uzmanı akademisyen olan Mark Galeotti’nin görüşlerine de yer vermişti. Galeotti, bu grupların savaşta kullanılmasının ilerisi açısından “zehirli bir miras” yaratma tehlikesine dikkat çekmiş ve savaş bittiğinde bu grup üyelerinin savaşta “zafer” kazanmış unsurlar olarak ideolojileri ile sokaklarda ve caddelerde olacağını dile getirmişti.
Hoyle Azov Taburu’nun eğitim alanlarını gezmiş, taburun sahip olduğu gelişkin silah sitemlerini, füzelerini görmüş ve grubun ideologlarından olduğunu söylediği Ortaçağ tarihçisi Oleg Odnorozhenko ile de görüşmüştü. Odnorozhenko, Beyaz Avrupa Uygarlığı’nın yıkıma doğru gittiğini gözlemlediklerini belirtiyor; Avrupa Uygarlığı’nın yıkımının temel nedenlerinin, “göçmenliğin kontrol edilmemesi, ailenin ve dinsel kimliğin tahribatı ve Avrupa’yı Avrupa yapan her şeyin yok edilmesi” olduğunu söylüyordu.
Alec Luhn’da, Foreign Policy’nin internet yayınında 30 Ağustos 2014’te yayınlanan Mariupol’dan gönderdiği yazısında (Preparing For War With Ukraine’s Fascist Defenders Of Freedom), Odnorozhenko ile yaptığı görüşmeden çeşitli parçalar aktarmıştı. Odronozhenko, “Taburların politik platformu natsiokratiya’dır. Bu sistem 30’lar ve 40’lar da Ukrayna’da milliyetçiler iktidara geldiğinde uygulanmıştır.” diyordu. Luhn, Odronozhenko’nun sözünü ettiği milliyetçi iktidarın Nazi Ordusu ile yan yana Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını ve Ukrayna’da etnik arındırma hedefiyle on binlerce Yahudi ve Polonya kökenli Ukraynalı insanı katlettiğini belirtiyordu.
Azov Taburu Ukrayna’daki neo-faşist grupların en tanınmışıydı, Ukrayna Ordusu yanında savaşan başka neo-faşist gruplar da vardı. Donbas Halk milislerine karşı CİA ve Avrupa İstihbarat Örgütlerinin kumandasında yürütülen savaş dünyanın pek çok ülkesinden gelen faşist militanlar için askeri, ideolojik ve örgütsel eğitim alanı oldu. ABD ve Avrupa emperyalist devletleri tarafından güçlü bir destek sunulan neo-faşist taburlar Minsk anlaşmasından sonra Ukrayna hükümeti tarafından “Ulusal Muhafız” üniforması giydirilerek resmi konum kazandılar.
Andriy Biletsky şimdi Ukrayna Parlamentosu üyesi. Onun konumu, Neo-faşistlerin 2014’ten bu yana Ukrayna politikasında derinleşerek artan nüfuzunun bir göstergesi niteliğinde. Asıl önemli olan noktaysa, neo-faşist taburların dünyanın dört bir yanından gelen faşist militanlarla kurdukları ilişkiler.
ABC News geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı bir haberde, Avusturalyalı 2 Neo-Nazi Ethal Tilling ve Jared Bennett’in Ukrayna Ordusu yanında Neo-Nazi taburlar saflarında savaştıktan sonra ülkelerine dönüşlerini ve herhangi bir kovuşturmaya uğramamalarını konu edinmişti. (From Neo-Nazi to militant: The foreign fighters in Ukraine who Australia’s laws won’t stop, 7 May 2018)
Tilling Avusturalya Ordusu’nda 18 ay görev yaptıktan sonra ordudan atılan tanınmış bir Neo-Nazi’ydi. Bennett ise Avusturalya Hava Kuvvetleri’nde pilottu. Tilling 2015 yılında ordudan atılmasından 2 ay sonra, Avusturalya’da yükselen İslam karşıtı atmosfer içinde gelişen gösterilere katılmıştı. Kendi anlatımına göre, o gösteriler sırasında Yeni Zelanda merkezli Neo-Nazi grup “Sağ Kanat Direnişi” üyeleri tanışmıştı, grubun web sitesinde yer alan yazıya göre grup kendini: “Beyaz milliyetçilerin aktif ordusu” olarak tanımlıyordu.
Yeni Zelanda merkezli bu neo-faşist grubun Avusturalya seksiyonuna dahil olan Tilling, grubun faaliyetlerinden tatmin olmamış ve savaşmak için Ukrayna’ya gitmişti. Ukrayna’da Amerikalı, İngiliz ve Avrupalı neo-faşistlerin oluşturduğu Gürcistan Ulusal Lejyon’una katılan Tilling iki ay savaştıktan sonra grubun özelliklerinden ötürü yaşadığı ”hayal kırıklığı” nedeniyle ülkesine dönmüş.
Gürcistan Ulusal Lejyon’unda savaşan eski Amerikan Ordusu askeri Craig Lang, askeri ekipmanı çalmak ve eşini ölümle tehdit etmek suçlamalarıyla arandığı için Amerika’dan kaçmış ve Ukrayna’da savaşmaya başlamış. Eski Amerikan Ordusu üyelerinin Ukrayna’daki savaşta önemli bir ağırlıkları vardı. Avusturalya Hava Kuvvetleri’nde 5 yıl pilot olarak bulunan Bennett, Ukrayna’daki neo-faşist Sağ Sektör adlı örgütün askeri birimine ordudaki eğitimler sırasında tanıştığı bir Amerikalı asker arkadaşının önerisiyle katılmış.
Avusturalyalı iki neo-faşist Ukrayna’dan ülkelerine döndükten sonra hiçbir kovuşturmaya uğramamış ama geçtiğimiz Mayıs ayında ABC News’e durumu değerlendiren Avusturalyalı hukukçu Bret Walker, Avusturalya’nın yasalarını gözden geçirip değiştirmesi gerektiğini belirtmiş ve Ukrayna’da savaşıp dönen “sağ kanat” militanların savaşta “yeni tecrübeler, yeni yetenekler kazandıklarını” bu durumun önemli tehlikeler yarattığını vurgulamıştı.
Walker’ın geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı uyarıların isabeti Yeni Zelanda’da yaşanan alçakça katliamla açık biçimde gözler önüne serildi. Katliam Avusturalya’da yaşanmadı, Christchurch’de camidelerdeki göçmen Müslümanları katleden Brenton Tarrant’ın Ukrayna’daki neo-faşist taburlarla bağlantısı var mıdır bilinmez ancak Tarrant’ın 74 sayfalık manifestosu adeta Azov Taburları’nın ideoloğunun kaleminden çıkmış gibi.
Tarrant’ın manifestosundaki bazı cümleler, Odnorozhenko’dan ve Biletsky’den yukarıda aktardığımız ifadelerle bire bir örtüşüyor. Kuşkusuz ki, faşist ideolojinin kapsamı içinde yer alan ifadelerdeki ortaklık tek başına bir bağlantıya kanıt oluşturmaz ama zaten asıl mesele de bu değil. Asıl mesele, tüm politikacıları ve basınıyla Batı’nın son katliam sonrası akıttığı timsah gözyaşları.
Neo-faşistleri silahlandıran, finanse eden, Ukrayna’ya dünyanın dört bir yanından akan faşistleri dünyaya “özgürlük savaşçısı” olarak sunan, onların itibar ve nüfuz alanı kazanmasına zemin hazırlayanların katliam sonrası sergiledikleri tutum Tarrant’ın alçaklığından hiç te geri kalır değildir.
Her zaman olduğu gibi, “harika” bir manipülasyonla sanki Noo-faşist taburlara mali, politik ve askeri olanakları cömertçe sunan Obama, Merkel, Hollande, Cameron hükümetleri değil de Trump yönetimiymiş gibi, tüm olan biteni Trump’ın ırkçılığına bağlıyorlar. Yakınlarda Trump’ı “vatan hainliği” ile suçlayan eski CİA Başkanı John Brennan 2014 yılında Ukrayna’yı kendine yol edinmişti. Bir Ukrayna ziyaretinin sona erdiği ve uçağının ABD’ye doğru havalandığı haberinden bir gün sonra Donbas’a yönelik en büyük askeri saldırı başlamıştı.
O dönem Batı’da tüm basın ve politikacılar tekbir ağız olmuş “Ukrayna vatanseverlerini” selamlıyordu. Ukraynalı “vatansevelerin” Batılı değerleri savunduğu ve Batı uygarlığının değerleri için canlarını feda ettiği en geçerli politik söyleme dönüşmüştü.
Yeni Zelanda katliamının ardından haber ve yorumlarında Batı’da ırkçılığın yükselişinden şikayet eden ve Trump iktidarının bu yükselişteki rolüne vurgu yapan Financial Times 1 Ağustos 2014 tarihli haberinde sevinçten yerinde duramıyordu, şöyle diyordu: “Çatışmada eğilim Rusya yanlısı isyancılara karşı savaşan Ukrayna güçlerine doğru döndü (…) Ukrayna’nın başından sonuna, vatansever düşüncelere sahip yurttaşlar ordunun Rusya yanlısı bölücülere karşı başlattığı operasyonları savunmak için seferber oldular ve su gibi para, silahlar ve askeri güçlere yeni katılımlar savaş alanında gerçek etkiler yaratmaya başladı. (…) Bugün Azov taburu için anılmaya değer bir gün. Zengin bir Kievli iş adamının hediyesi olan ilk personel zırhlı taşıyıcısını teslim aldı.”
Financial Times’ın sevinçten yerinde duramadığı o günlerde, neo-faşist taburlar sivil halka yönelik saldırılarda yeni bir düzeye sıçramışlardı. Parkları, okulları evleri füzelerle vuruyorlardı. Londra’daki Birleşik Krallık Hizmet Enstitüsü’nden bir askeri uzman, çatışmalardaki güç dengesi değişiminin nedenlerini soran Financial Times’a şu yanıtı vermişti: “Geçtiğimiz üç ayda Ukrayna kuvvetleri nasıl savaşacaklarını öğrendiler. Yönetim onların –askeri güçlerin y.n.– ellerini serbest bıraktı ve onlar da merhametsizce savaşmaya başladılar.”
Neo-faşizmi her birlikte böyle güzellemeler dizerek savundular, meşrulaştırdılar. Şimdi de kalkmış arka arkaya “Batı’da yükselen ırkçılık” başlıklı yazıları yayınlıyorlar. Son 30 yılda en fazla vurgu yaptıkları unsur, “kültür ve din savaşları” değilmiş, sınıf çatışmalarının üstünü “kimlik ve kültür” odaklı yaklaşımlarla örtmek temel yönelimleri değilmiş gibi…
Yeni Zelanda’da gerçekleşen katliam, neo-faşizmin Batı’da derinlerde ilerleyen yürüyüşünün üzerine güçlü bir ışık tuttu. Batı’da solun kendini devrimci temelde yeniden oluşturmasının ne denli yakıcı bir ihtiyaç olduğunu da gözler önüne serdi. Devrimci bir solculuğun yokluğunda derin toplumsal ve ekonomik bunalımların baskısı altındaki emekçi kitleler neo-faşizm tarafından avlanıyor. Neo-faşizmin ilerlemesi ancak emekçi yönelimli gerçek bir devrimci solculuğun inşa edilmesiyle durdurulabilir.