Cenk Ağcabay, Gündem, Umut Yazıları

Sömürgecilik kölecilik ve anıtlar – Cenk Ağcabay

Kristof Kolomb’un Çin ve Doğu Hint Adalarına ulaşmak ve bulacağı zenginliklere İspanyol Kraliyet ailesi adına el koymak için çıktığı yolculuk 3 Ağustos 1492’de başladı. Kolomb ve ekibi önce San Salvador Adası’na, oradan Küba’nın kuzeydoğu kıyılarına çıktı. Kolomb’un peşinde olduğu servet kaynakları buralarda çok azdı; bu nedenle 15 Ekim 1492 tarihli günlüğüne, “durmak istemiyorum. Daha fazla adayı gezip altın bulmalıyım” notunu düşmüştü.

Kolomb daha fazla adaya gitmeli ve altın bulmalıydı çünkü onun günlüğüne düştüğü bir başka nota göre, “hazineyi oluşturan altındır. Bu dünyada her istediğini yapabilir altına sahip olan. Altın sayesinde ruhları cennete göndermek bile” mümkündü. Friedrich Engels’in “Anti-Dühring” adlı kitabındaki ifadesiyle, Kolomb yolculuğa “altın hırsı” ile çıkmıştı. Engels, Avrupa’da feodalizmin çözülüş ve kapitalizmin yükseliş sürecinin temel çizgilerini tarihsel bir çerçeve içine yerleştirdiği çalışmasında durumu; 15. Yüzyılın sonunda “Portekizlilerin, Mrika kıyılarında, Hindistan’da, tüm Uzak-Doğuda aradıkları şey, altın’dır; İspanyolları, Amerika’ya gitmek üzere, Atlantik Okyanusunu aşmaya götüren şey, büyülü altın sözcüğüdür; yeni bulunan bir kıyıya ayak basar basmaz, Beyaz adamın ilk istediği şey, altın idi” şeklinde ifade etmişti.

Kolomb ve ekibi kazayla Haiti kıyılarına ulaştıklarında, bir miktar altına ve Haiti yerlilerine ulaştı. Altın azdı ama Kolomb yerli halkı İspanyol Kraliyet Ailesi için başka bir servet kaynağına dönüştürebileceğini keşfetti. Bu keşfini Kraliyet Ailesine yazdığı mektupta coşkuyla açıkladı: “sahip oldukları şeylerle ilgili öylesine hilesiz ve cömert davranıyorlar ki, gözümle görmesem inanmazdım. Onlardan herhangi bir şey istediğinizde asla hayır demiyor, tam tersine bütün içtenlikleriyle, sanki yüreklerini verirmişçesine sunuyorlar ellerinde ne varsa. Ne mezhep biliyorlar ne de put. Güç ve iyiliğin gökyüzünde olduğuna inanıyorlar. Bu cehaletlerinden kaynaklanan bir şey de değil: aksine son derece zeki insanlar bunlar, denizleri gezmişler, her şeyin kaydını tutuyorlar. Hindistan’a vardığımda bulduğum ilk adadaki bazı yerlileri zorla alıkoydum. Majesteleri kendilerine gerektiği kadar altın ve istedikleri kadar (putperestlerden seçilmiş) köle vereceğimi bilsinler.”

Kolomb, köleleştirme planları yapmaya başladığı yerli halklar hakkındaki bir başka mektubundaysa, “öylesine şefkatli, cömert ve uysal insanlar ki dünyada daha iyi bir ülke ve insan yoktur. Komşularını kendileri gibi seviyorlar ve dilleri dünyanın en tatlı ve nazik dilidir ve her zaman gülümseyerek konuşurlar” diyordu.

Kolomb’un temel motivasyon kaynağı olan altının yerliler için ifade ettiği anlam başkaydı, çünkü birbirinden çok farklı iki toplumsal formasyonun insanları bu “keşif”le birlikte karşı karşıya gelmişti. Haiti yerlilerinin hükümdarı, askeri, kalesi, hapishanesi yoktu, henüz ne özel mülkiyet gelişmişti ne de devlet adı verilen sınıf aygıtı yerleşmişti. Kolomb projesini hayata geçirmek için adımlar atmaya başladığında ilk yaptığı iş, ele geçirdiği alanlara kaleler, hapishaneler inşa etmek oldu.

Kolomb “altın hırsını” fanatik Hıristiyanlığıyla ideolojik olarak meşrulaştırıyordu. 26 Aralık 1492 tarihli günlüğüne, “Kralların üç yıla kalmadan, Kutsal Toprakları fethetmeleri için gerekli hazırlıkları gerçekleştirebilecekleri miktarda altını bulmayı umduğunu” yazmıştı. Altın arayışı, Kudüs’ün yeniden fethiyle gerekçelendiriliyordu. Yerli halklar putperestti, Hıristiyanlaştırılmaları yani uygarlaştırılmaları gerekiyordu, bunu kabul etmiyorlarsa, köleleştirilebilirlerdi.

Yerli halkların köleleştirilmesi hamleleri boyutlarını genişletip, halkların köleleşmeye karşı direnişi yükseldikçe “şefkatli, cömert” insanlar hakkındaki söylem de hızla değişti. “Şefkatli, cömert” insanlar “vahşi, barbar putperestlere” dönüştü. Kolomb’un projesi büyüktü ama o çok fazla yol kat edemedi. Onun projesini ardılları hayata geçirdi. O esas olarak yolu açtığı için sembolleşti. Kolomb’un projesini gerçekleştiren ardılları koca bir kıtayı talan etti ve yağmaladı. Koca bir kıtanın talan ve yağması Avrupa’da ticari sermayenin gelişiminin dinamiğini oluşturdu. Karl Marx Kapital’in 3. Cildinde bu süreç hakkında şunları ifade etmişti: “ticaret sermayesi, her yerde bir yağma sistemini ortaya çıkarır ve hem eski hem de yeni dönemlerdeki gelişmesi doğrudan doğruya şiddete dayalı yağmalarla, deniz korsanlığıyla, kaçırılan insanların köleleştirilmesiyle, sömürgelerdeki fetihlerle bağlantılıdır.”

Kolomb, “şiddete dayalı yağma sisteminin”, “deniz korsanlığının”, “köleleştirmenin” ve “sömürge fetihlerinin” sembolü oldu. 1515 yılında, İspanya Afrika’dan Amerika’ya ilk köle partisini gönderdi ve Amerika’da yetiştirilmiş ilk şeker yükünü aldı. 1519’da Meksika Azteklerinin hazinesi yağmalanmaya başlandı, 1534’te Peru İnkalarının hazinelerine sıra gelmişti. Şiddete dayalı yağma ve talan kıtada, Tzeran Todorov’un ifadesiyle, “on altıncı yüzyılda insanlık tarihinin en büyük soykırımının” yaşanmasına yol açtı. 1500 yılında dünya nüfusu -80 milyonu Amerika’da yaşayanlar olmak üzere- toplam 400 milyon iken, on altıncı yüzyıl ortaları itibariyle o 80 milyondan geriye yalnızca on milyon kalmıştı.

Avrupa’nın kapitalistleşmekte olan merkezlerinde eski üretim ilişkileri ve bunlardan köklenen toplumsal ilişkiler tasfiye olurken, Avrupa’da tasfiye sürecini yaşayan toplumsal üretim ilişkileri ve politik yapılar sömürge ülkelerde sömürgeci güçler tarafından yeniden daha güçlü temellerde inşa ediliyordu. Amerika’nın sömürgeci işgali yerel halkın uzun bir geçmişe sahip olan özgün tarım sistemini de yıkıma uğratmış, bu yıkım Avrupa’dan getirilen hastalıklarla birlikte yaşanan soykırımın en önemli nedenlerinden birini oluşturmuştu. Bu soykırım sürecinde Afrikalıların köleleştirilerek sömürgelere taşınması hamlesi başladı.

İspanyolların, Güney Amerika’daki gümüş madenleri ve plantasyonlarıyla Portekizlilerin Brezilya’nın kuzey doğusundaki şeker kamışı üretimi için gereksindikleri insan kaynağı 1451 ile 1600 yılları arasında Amerika ve Avrupa’ya yollanan 275.000 köle ile karşılandı. 17. yüzyılda köle sayısı 1. 342. 000’e ulaştı. Karayiplerde şeker kamışı üretiminde yaşanan büyük gelişme köle gereksinimini artırdı. Köle ticaretinin ve plantasyonlarda köle emeği kullanımının altın çağı 18. yüzyıl oldu. 6 milyonun üzerinde Afrikalının köleleştirilerek sömürgelere getirildiği tahmin ediliyor.

Sömürgelerden, köle emeği kullanımından elde edilen servet kaynakları Avrupa’da emekleyen kapitalizmin gelişimi için büyük bir itici güç yarattı ve Avrupa’da sermayeye dönüştü. Avrupa’da kapitalizmin daha güçlü temeller üzerinde inşa edilmesine olanak sağlayan bu süreçler, sömürgeleştirilen coğrafyalar üzerinde ters yönde etkiler yarattı. Britanya’nın sömürgeci yayılmasını doğuya doğru genişletebilmesi ve doğuyu fethederek büyük bir sömürge imparatorluğu kurabilmesi, büyük ölçüde plantasyonlardan ve plantasyon köleciliğinden elde edilen zenginlik kaynakları sayesinde mümkün olmuştu. Marks Kapital’in Birinci Cildinde sömürgecilik ve plantasyon köleciliğinin Avrupa’da kapitalizmin gelişimi üzerindeki etkisini şöyle ifade etmişti:

“Hollanda’nın sömürge yönetiminin tarihi –Hollanda 17. Yüzyılın örnek kapitalist ülkesiydi- insanların ihanetleri, satın alınmaları, kitle halinde yok edilmeleri ve alçalmaları bakımından bir eşi daha bulunamayacak bir tablo oluşturur. Yerlilere reva görülen muamelenin en korkunç olduğu yerler doğal olarak, Karayipler gibi sırf ihraç ürünü yetiştiren plantasyon sömürgeleri ile Meksika ve Doğu Hindistan gibi soygun alanı haline getirilmiş zengin ve yoğun nüfuslu ülkelerdi (…) Sömürgecilik sistemi, ticaretin ve deniz taşımacılığının olgunlaşması için sera etkisi yarattı. Luther’in “tekelci şirketleri” (Gesellschaften Monopolia) sermayenin yoğunlaşması için güçlü kaldıraçlardı. Sömürgeler, gelişen manifaktürlere piyasa ve piyasa tekeli yoluyla da güçlenmiş bir birikim sağlamıştı. Avrupa’nın dışında doğrudan doğruya yağma, köleleştirme ve katletme ile ele geçirilen servet anavatana akmış ve orada sermayeye dönüşmüştü.”

Yağma, köleleştirme ve katletme ile ele geçirilen servet sermayeye dönüşürken, Kuzey Amerika’ya yerleşen Avrupalılar köleciliği sistemli olarak uyguladı. Marx bu sürecin kapitalist gelişme için taşıdığı anlamı Kapital’in Birinci Cildinde şöyle vurgulamıştı: “Kapitalist üretimin manifaktür dönemi boyunca gelişmesiyle birlikte, Avrupa kamuoyu utanç duygusunun ve vicdanın en son kalıntılarını da yitirmişti. Uluslar, sermaye birikimi için işlerine yarayan her türlü alçaklıkla sinikçe övünüyordu. (…) Liverpool, köle ticareti ile beslenip gelişmişti. Bu, onun ilk birikim yöntemi olmuştu (…) Liverpool’un köle ticaretinde kullandığı gemilerin sayısı 1730’da 15, 1751’de 53, 1760’da 74, 1770’de 96 ve 1792’de 132’ydi.

Pamuklu sanayisi, İngiltere’ye çocuk köleliğini getirirken, aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nde daha önceleri az çok ataerkil bir karakter taşıyan köle yetiştirme ve köle alım satımı işinin bir ticari sömürü sistemi haline gelmesine dürtü olmuştu. Aslında, Avrupa’nın ücretli işçilerinin örtülü köleliği Yeni Dünya’da kendisinin tabanı olmak üzere düpedüz ve çırılçıplak köleliği gerektiriyordu.”

Plantasyon köleciliği, köle ticareti ve kapitalist gelişme süreci arasındaki organik ilişkinin sonucunda, plantasyonlarda köle isyanlarının gelişmesiyle Avrupa’da işçi sınıfı mücadelesinin yükselişi buluşuyordu. Plantasyonlarda gelişen isyanları sönümlendirmek amacıyla “reformlar” yapılması gündeme getirildiğinde; reformlara karşı çıkan plantasyon sahiplerine göre, “kırbaç disiplini korumak için şarttı”. Eric Willams’ın aktardığı gibi, “Trinidadlı bir plantasyoncu, İngiliz bir fabrika sahibi çocuk işçileri aşırı sıcak ve sağlıksız bir atmosferde günde tam oniki saat çalıştırabiliyorken, Batı Hint Adalarındaki yetişkin bir kölenin günde dokuz saat çalışmasında ısrar etmeyi ‘özel mülkün en haksız ve zalim ihlali’ olarak görüyordu”.

Her iki sömürü biçiminin ve iktidar ilişkisinin temelinde aynı kutsal “özel mülk” bulunuyordu. Köle ayaklanmaları, sömürge halkların isyanları ve işçi sınıfı mücadelesinin gelişimi ve Ekim Devrimiyle itilim kazanan 20. Yüzyıl devrimleri emperyalist-kapitalizmi geriletti. Emperyalist-kapitalist dünyanın merkezlerinde yeni biçimler kazanan emperyalist ideoloji yaşar kaldı. Bu nedenle, sömürgeciliğin, köleciliğin, ırkçı-şovenizmin, emperyalizmin sembolleri anıtlarla, büstlerle yaşatılmaya devam etti.

Kapitalist sömürgecilik süreci, kapitalist merkezlerde biçimlenen “ulusal kimliklerin” ideolojik temeline damgasını vurdu. Kapitalist sömürgecilik yağma ve talan seferlerini, geri kalmış halkları “uygarlaştırmak”, “geliştirmek” soylu hedefiyle meşrulaştırmış, bu meşrulaştırma ile onay almıştı. Böyle olduğu için, kitle katliamcısı sömürgeciler ya da köle sahipleri “ulusun” kutsal hedeflerinin sembollerine dönüşüyordu.

Semboller önemlidir çünkü çok şey anlatırlar. Amerika’da bir siyahın polis tarafından alçakça katledilmesi üzerine patlayan halk eylemleri, Avrupa’ya da yayıldı. Göstericiler her yerde “uluslarının” sembolleri olan anıt ve heykellere saldırıyor. Amerika’da, Virginia eyaletinin Richmond kentindeki Kolomb heykeli devrilip göle atılırken, Massachusetts eyaletinin Boston kentindeki heykelin başı koparıldı. Heykelin kaidesine “Kolomb soykırımı temsil ediyor” yazısı bırakıldı. Sömürgeleştirdiği Kongo’da 10 milyon insanı katleden Belçika Kralı Leopold’un anıtları göstericiler tarafından sökülmeye çalışılıyor. İngiltere’de köle ticaretinden servet kazanan canilerin anıtları sökülüyor. Amerika’da köleci efendilerin binlerce anıtı var. Göstericiler bu anıtları sökmeye çalışıyor.

İsviçre’de göstericiler köle ticaretinden ve sömürgelerdeki faaliyetlerinden büyük servetler kazanmış İsviçre “ulusunun” sembollerinin heykellerinin kaldırılmasını istiyor. Tarih gösteriler aracılığıyla canlanmış ve geri dönmüş durumda; toplumsal mücadelelerin her yükseliş momentinde olduğu gibi. Heykel ve anıtlar “ulusları” bölüyor ve ayrıştırıyor. Göstericiler anıtlara saldırırken, “özel mülkün” sahipleri ve onların politik temsilcileri anıtlara sahip çıkıyor.

Amerikalı neo-faşist senatör Ted Cruz’a göre, Kolomb’un anıtına saldıranlar “Amerikan Talibanlarıdır”. Trump’a göre, saldırılan anıtlar Amerikan değerlerini temsil etmektedir. Anıtlara saldıranlar da, savunanlar da kendi konumları çerçevesinde doğru olanı yapmaktadır. Sömürgecilik, kölecilik ve şövenizm üzerine inşa edilmiş “ulusal” kimliklerin bölünüp parçalanması gerekmektedir.

Semboller önemlidir. Örneğin köle emeği üzerine inşa edilmiş ve uzun zaman resmi köle ticareti pazarı olarak kullanılmış Wall Street. İsmini 1653’te kölelere inşa ettirilen bir duvardan alan ve 1700’lerde kölelerin alınıp satıldığı resmi Pazar olan Wall Street günümüzde emperyalizminin en önemli sembollerinden biridir. Wall Street tarihsel olanla güncel olanın kesiştiği noktayı temsil ediyor. Amerika’da da göstericiler tarihin kapısını araladı ve doğru hedeflere saldırıyorlar ancak bu mücadelenin devrimci sonuçlar yaratmasının yolu esas olarak Wall Street tarzında tarihsel olanla günceli ortak sembolize eden hedeflere yönelecek ideolojik ve politik çizginin temel alınması ve buna uygun örgütsel araçların yaratılmasıyla mümkün olacaktır.

Semboller önemlidir. Amerika’da göstericiler köle sahiplerinin, köle tüccarlarının anıt ve heykellerine saldırırken; Sosyalist Küba’da ulusun sembolünü köle anıtları ifade ediyor. Marksizm-Leninizm, ezilen ve sömürülenlerin tarihine çok güçlü bağlarla bağlanmıştır çünkü tarihin sadece yaşanmış geçmiş değil güncel mücadelenin önemli enerji kaynaklarından biri olduğunu henüz emekleme aşamasında saptamıştır.       

Paylaşın