ABD’de başkanlık seçiminin gerçekleşmesine çok kısa bir süre kaldı ve geçtiğimiz gün adaylar son kez karşı karşıya geldi. Adına demokrasi denilen bu sirkin en “heyecan verici” anları adayların karşı karşıya geldiği bu münazara tipi tartışmalarda yaşanıyor.
Trump ve Biden arasındaki tartışma bir yönüyle Amerikan emperyalizminin sefaletinin çarpıcı bir göstergesiydi. Hırsızlık, yalancılık, sahtekarlık tartışmada tarafların birbirine yönelttiği temel suçlamalardı ve iki taraf da bu konularda sonuna kadar haklıydı. Eksikleri vardı, fazlaları yoktu.
Aynı madalyonun farklı yüzleri olan taraflardan Demokrat Parti adayı Biden oğlu Hunter Biden’ın Ukrayna ilişkisi ve Moskova eski belediye başkanının eşinden 3.5 milyon dolar aldığı iddialarını yanıtlarken, “Yabancı bir kaynaktan tek bir kuruş bile almadım” parlak yanıtını verdi.
Soru kendisinin değil kendisinin siyasi gücünü kullanan oğlunun para alıp almadığıydı. Oğlunun milyonlarca dolar aldığı sızdırılan belgelerle ortaya konulmuştu. Biden’ın oğlunun kendisinin siyasi gücünü kullanarak elde ettiği milyonlarca dolarla ilgili iddiaları yanıtlarken verebildiği yanıt gerçekten de bir vecize olarak kabul edilebilir; “Oğlum Çin’den para kazanmadı. Çin’den para kazanan biri varsa o da bu kişidir”. Biden Trump’ın Çin’deki ticari faaliyetlerine işaret ediyordu.
New York Times gazetesine sızdırılan bazı belgeler, milyarlarca dolarlık serveti olan Trump’ın geçerli Amerikan yasalarına uygun olarak 2 yılda sadece 750 dolar vergi ödediğini kanıtlamıştı. Trump aynı dönemde Çin’deki ticari faaliyetlerinden dolayı 100.000 dolardan fazla vergi ödemişti.
Biden Trump’ı vergi silahıyla vurmak istiyordu ancak milyarlarca dolarlık serveti olan Trump’ın 750 dolar vergi ödediği dönemde ABD’de siyasal iktidarda Biden’ın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı Demokrat Parti hükümeti bulunuyordu. Süper zenginler bu iktidar sayesinde keyif çatıyordu.
2008 krizinin tüm yükünü emekçilerin sırtına yükleyip, Amerikan emperyalizminin süper zenginlerini “kurtarma paketleriyle” paraya boğan Biden’ın da en önemli yöneticilerinden biri olduğu siyasal kadroydu. Bu siyasal kadro, esas olarak artık neredeyse tek partiye dönüşmüş olan Amerikan emperyalist siyasi elitini temsil ediyordu.
Amerikan emperyalist siyasi elitinin neredeyse tek partiye dönüşmüş olması, en iyi Obama yönetiminin en temel kurumları Cumhuriyetçi Partinin ağır toplarıyla doldurmasında gözler önüne serilmişti. Şimdi Irak’ı istila eden Cumhuriyetçi Başkan Bush düzeyinde isimler Demokrat Biden için oy çağrısı yapıyor. Neden yapmasınlar?
2002 yılında ABD’de Kongre’de Başkan Bush’a Irak savaşı için yetki verilmesi tartışması yapılırken, Biden Senato Dış İlişkiler Komitesi üyesiydi. Biden Irak’ın istila edilmesinin ateşli savunucularındandı ve savaş yetkisi için yapılacak oylamadan kısa süre önce yaptığı konuşmada, “bunun aceleyle savaşa gidiş olduğuna inanmıyorum, bunun barış ve güvenliğe doğru bir yürüyüş olduğuna inanıyorum” diyerek Bush’un savaşının arkasında sağlam bir duruş sergilemişti.
Şimdi Bush Trump’ın “faşizm tehdidi” karşısında Biden’ın arkasında duruyor.
Amerikan emperyalist siyasi eliti madalyonun farklı yüzlerinde yer alıyor ve esas öncelikleri belirliyor ancak bu katmanın gerisinde Amerikan egemen sınıfı bulunuyor. Biden seçim yarışında önde görünüyor ve onun başkanlığında oluşacak hükümetin bileşimine ilişkin çeşitli öngörüler Amerikan basınında yer alıyor.
Biden’ın Dışişleri Bakanlığı için 7.32 trilyon dolarlık bir büyüklüğe sahip varlık yönetimi şirketi BlackRock’un yöneticilerinden Tom Donilon’u düşündüğü basına yansıyan bilgiler arasında. Donilon, başkan Obama’nın ulusal güvenlik danışmanıydı. Verilen bilgilere göre, kardeşi Mike Donilon’un Biden ailesinin uzun süreli yakın bir dostu olması onun dış işleri bakanlığı olasılığını çok güçlendiriyormuş.
Obama yönetiminin Paris İklim Anlaşması’nın imzalanma sürecinde görevlendirdiği Brian Deese, bu görevinin ardından BlackRock şirketinde üst düzey yönetici olarak yer aldı. O şimdilerde Biden’ın seçim kampanyasında yer alıyor. Bir Biden hükümetinde yeri garanti olan isimlerden birisi.
BlackRock’un bir başka yöneticisi Mike Pyle daha önce Obama’nın ekonomi kadrosunda yer almıştı, o bu dönem Biden’ın başkan yardımcısı adayı Kamala Harris’in seçim kampanyası danışmanlığını yapıyormuş. Yani seçim kazanıldığı takdirde, ekonomi yönetiminde önemli bir pozisyon onu bekliyor.
Mike Pyle’ın önemli bir kadro olduğu anlaşılıyor çünkü Obama yönetiminde ABD Maliye Bakanlığında üst düzey görev alan Lael Brainard’ın yeni Biden yönetiminde Maliye Bakanı olarak görev almasının çok yüksek olasılık olduğu belirtiliyor ve Pyle onun da baş danışmanıymış.
Pyle’nin baş danışmanlık yaptığı bir başka isim, Obama yönetiminin 2008 krizinde yükü emekçilerin sırtına yıkmak için geliştirdiği “kemer sıkma paketlerinin” üretici ve uygulayıcısı Peter Orszag. Pyle’nin sicili oldukça açıklayıcı; BlackRock yöneticileri ABD hükümetleri üzerindeki emperyalist sermaye vesayetinin en açık göstergeleri.
Biden’ın kuracağı hükümetin köşe başları BlackRock yöneticileri tarafından tutulmuş. Trump yönetiminin salgın sürecinde uyguladığı politikanın ana bileşeni büyük sermaye gruplarına sunulan trilyonlarca dolarlık “yardım paketleri” oldu. Trilyonlarca dolarlık paketlerin nasıl kullanılacağı konusunda başvurulan asıl kurum BlackRock idi.
Öyle ki, Amerikan basınına yansıyan haberlere göre, BlackRock’un CEO’su Larry Fink bu süreçte Beyaz Saray’ın vazgeçilmez konuğu olmuştu. Salgın bahanesiyle hangi şirkete ne kadar hükümet yardımı yapılacağı konusunda belirleyici bir konuma yerleşen Fink, kimi yorumculara göre, dünyanın en güçlü şahsı haline gelmişti.
Larry Fink 2016’da Hillary Clinton’ın seçim kampanyasının gerisindeki isimler arasındaydı. Bazı araştırmacılar o günlerde, Clinton’ın seçilmesi durumunda ekonomi yönetiminin Fink tarafından hazırlanmış olduğunu gündemleştirmişti. (LARRY FINK AND HIS BLACKROCK TEAM POISED TO TAKE OVER HILLARY CLINTON’S TREASURY DEPARTMENT, David Dayen, March 2 2016)
Hillary Clinton seçimi kaybetti, Trump kazandı ancak yaşananlar gösteriyor ki, Amerika’da asıl ve hep kazanan BlackRock. Finans-kapitalizmin dünyasında başka türlüsü şaşırtıcı olurdu. Trump kendisine karşı yürütülen kampanyanın gerisindeki ismi “dünyanın en güçlü insanı” haline getiren kararın altına imzasını gülümseyerek attı çünkü zaten başka türlüsü mümkün değildi.
Amerika’da ismine demokrasi dedikleri bu sirkte kazanan hep BlackRock’ta sembolize olan Finans-Kapitalizm oldu ve devrimci bir değişimin yokluğunda kazanan hep o olacak. Bu nedenle, bu sirkin bir figüranı olarak sahne almak solun kendini inkarıdır.
Trump’ın 4 senelik iktidarı, ABD’de solun kendini inkara giden yoluna güç verdi, hız kazandırdı. Noam Chomsky’den Medea Benjamin’e Amerikan solunun tanınmış isimleri aylardır “Trump faşizmini” engellemek için Biden’e oy ver çağrısı yapıyordu.
Trump Biden tartışmasındaki siyasi konumlanışlar, anlaşıldığı kadarıyla mesela Medea Benjamin’i bir miktar “uyandırmış”, kendine getirmiş görünüyor. Tarafların tartışmada Çin’i, Rusya’yı, İran’ı nasıl daha fazla “dövebileceklerine” odaklandıklarını söyleyen Benjamin, Pentagon sözleşmecilerinin bu tartışmayı nasıl bir keyifle izlemiş olduklarını dile getiriyor.
Benjamin, Biden’ın tartışmadaki “savaşçı” konuşmalarından duyduğu hayal kırıklığıyla, ABD’nin “sonu gelmez savaşlarını” engellemenin yegane yolunun ABD’de “savaş karşıtı hareketi” güçlendirmekten geçtiği kanaatine ulaşmış.
Benjamin biraz geç te olsa doğru yolu bulmuş görünüyor. Biden gibi savaş suçlusu emperyalist katillerden “demokrasi” beklemek yerine, gerçek bir devrimci mücadele yoluna girmenin tek gerçekçi seçenek olduğunu vurguluyor.
Umulur ki, “Trump faşizmi” tehlikesi nedeniyle Biden’e oy verme çağrısı yapan siyasi odaklar, bu tartışma bağlamında Benjamin’in yaşadığı düzeyde bir farkındalık geliştirir ve işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluşunun ancak kendi ellerinde olduğu doğrusuna ulaşırlar.
Amerika’da ırkçı polis şiddetine karşı gelişen yüksek düzeyli halk eylemleri, teorik ve politik yanlış kavrayışlar nedeniyle kemer sıkmacı ve emperyalist savaşçı Biden’ın seçim kampanyasının yakıtına dönüştü. Son tartışma vesilesiyle Medea Benjamin’in yazdıkları, bakış açısında bir değişime işaret ediyor. Amerika’da solun gelişmesinin temel koşulu bu bakış açısı değişiminin genelleşmesidir.

 
             
                     
                     
                     
                                             
                                         
                                         
                                        