Türkiye siyasetinin gündemi iktidarca belirlenirken ve yine iktidar cephesinden gelen bir atakla Boğaziçi’ne rektör atanmış ve ardından gelişen itirazlarla bir eylem süreci başlamıştır. Saray ve onun müptezel ortağı 2015 yılında yeni savaş konseptini hayata geçirmeye başlamıştı. Ezilenlerden yana esen rüzgâr, 7 Haziran HDP zaferi, halklarda gelişen yeni yaşamı kurma umudu, AKP faşizmi ile yok edilmeye çalışılmış; nitekim iktidar-muhalefet, iktidar-Kürtler, iktidar-işçi sınıfı dengesinin tüm stratejik hattı yeniden belirlenmeye başladı. Suruç ile yükselen saldırganlık; gar katliamı, kayyum atamaları ve yoğun tutuklama furyaları ile devam etmiş; devlet-Kürtler arasındaki ‘’yalancı’’ bahar iklimi komple dağılarak yerini şiddetli bir siyasal sürece bırakmıştır. Bu şiddetli siyasal sürece hazırlıksız yakalanan Türkiye Sosyalist Hareketi, gelişen baskılar karşısında afallamış, iktidar cephesinin kesintisiz karşı-devrimci taarruz hamlelerinde ‘’seyirci’’ kontenjanına yerleşerek ‘’oyun kurucu’’ rolünü, oyun kurma inisiyatifini egemenlere kaptırmıştır.
2016 Fetullahçı darbe kalkışma hamlesi AKP faşizmi tarafından fırsata çevrilerek faşist MHP ile kader birliği sağlayarak yeni savaş konseptine boyut kazandırmıştır. Cemaati bitirme bahanesi ile; muhalif kesimlerin kazanımlarına yönelik faşist ortaklığın ülkeyi zifiriliğe sürüklemesi de beraberinde gelişmiştir. KHK’lar ile haksız işten çıkarmalar, kayyumculuk basın ve medyaya, gazetecilere yoğun baskı vb. gibi tipik faşizan yönetimlerin uygulamaları, sindirme yöntemi devreye sokulmuştur.
2015’den bu yana yaşanan sürecin-olayların tek tek politik tahlilini yapmak bu yazının konusu değildir. Sadece son 5 yıldır yaşananların yüzeysel bir okuması yapıldığında; iktidarın taarruz hamleleri karşısında ‘’neden konumlanamıyoruz’’, ‘’neden boşa düşüremiyoruz’’, ‘’ne yapılabilir’’ sorularına, en güncelden yani Boğaziçi eylemlerinden doğru kafa açmak adına yapılmaya çalışan bir analiz çabasıdır.
TDG (Türkiye Devrimci Gençliği) olarak çok uzun yıllara dayanan bir akademik mücadele deneyimine sahibiz. Birçok ülkede güçlü eylemlere imza atan ve öğrenci-gençliğin önemli bir tarihsel ‘’an’’ı olan 68 hareketinin Türkiye’deki yansıması da güçlü olmuştur. Bizim için 68’in bir önemi de 71 kopuşunu yaratan devrimci önder ve öncü kadroları çıkartmasıdır. Bu kopuşu yaratan önderlerden Deniz, Mahir ve İbrahimler üniversitelerden çıkıp bir girizgâh açmışlardır. Devrimci gençlik için üniversiteler salt kampüslerde temerküz etmek olarak değil; özgürlük tahayyülünü kampüs dışına çıkararak da önemli roller oynanmıştır. 1980 öncesi birçok üniversite muktedirler tarafından ‘’komünal yuva’’ olarak hedef gösterilmiş ve 12 Eylül ile beraber üniversitelerin özgülüğünü-özerk yapısını erke bağlayan YÖK yasası getirilerek bilimin-özgür düşüncenin(!) merkezleri yapı-bozumuna uğratılmıştır. 12 Eylül’den bu yana her gelen iktidarın üniversiteye, üniversite öğrencilerine cepheden tavrı devam etti. Özellikle tarihsel anlamda önemli direnişlere imza atmış, güçlü örgütlülükler yaratılmış, sarsıcı işlerin merkezi olmuş ODTÜ, İÜ ve DTCF gibi okullara yönelik yıllardır süren ‘’dışarıdan’’ ve erk cephesinden çeşitli faşist müdahalelerde bulunulmuştur. Güncel siyasal sürecin atmosferi tabi ki üniversite zeminini de etkilemektedir ve 12 Eylül’den sonra da en yoğun baskı furyası son 5-6 yıllık süreç içinde gelişmiştir.
KHK’lar ve Güle Güle’ler!
2016 Fetullahçı darbe girişimi ile birlikte birçok sektörde, kamuda KHK ile işten atmalar başladı. Üniversitelerin en deneyimli hocaları, öğretim üyeleri, cemaatle hiçbir alakası olmayan demokrat-sol-sosyalist akademisyenlere yönelik sürek avı ile işlerine son verilmiş ve sarayın yeniden dizayn planları hız kazanmıştır. Tam da bu noktada ilginç olan şudur ki; yılarca gece-gündüz çalışarak, insan sınırını zorlayan bir emekle akademisyen unvanını kazanmış ve bunun da hakkını veren hocalarımız tek tek KHK ile görevlerine son verildiğinde; okullarına gelip çaresizce eşyalarını toplayıp sessiz ve sakin okullarını terk etmişlerdir. Diğer ilginç olanı ise; üniversitedeki sosyalist öğrencilerin bir arada toplanıp hocalara uğurlama merasimi düzenlemeleridir. ‘’Tekrar buluşacağız’’ gibisinden karşılıklı duygusal senfoniler ile arkasını dönüp giden hocalar ve garip bir melankoli haliyle onlara el sallayan devrimci gençlik(!) Trajikomik süreçler silsilesi… Hiçbir itiraz geliştirmeyen -bir veya iki lokal örnek hariç- akademi direnmemiş, yenilgiyi savaşmadan kabullenmiştir. 3-5 akademisyen çıkıp ‘’okulumu terk etmiyorum, gelin zorla çıkarın’’ iradesini gösterememiş, öğrencilerin ise hocalarının önünde barikatlarla, zincirlerle set oluşturma iradesi ortaya çıkamamıştır. İtiraz yetileri kaybedilmiştir. Yılların emeği ve birçok kazanımı elimizden kayıp giderken hiçbir şey yapmış olmamak özeleştiri/sorgulama sebebi olmalıdır. Buradaki sorun ‘’an’’a içkin pratik gösterememekten ziyade, ideolojik sorunsallığın; geri çekilmenin ‘’ilkesellik’’ kazanmasının yansımasıdır. Yoğun KHK saldırıları gündemi geride kalmış olsa da, o sürecin analizi mutlak yapılmalıdır çünkü sorun yetersizlik, eksiklik, refleks geliştirme veya nicelik sıkıntısından çok daha ötedir.
Üniversiteler Bizim(mi)dir, Bizimle Özgürleşecek(mi)
Boğaziçi’ne atanmış rektöre karşı öğrenci gençlik hızlı tepki geliştirdi. Boğaziçi; yapısı, kültürü ve öğrenci prototipi gereği bu atamaya itiraz geliştirememesi zaten garip kaçardı. (Hoş devrimci gençlik savunma bataklığına saplanmışken bu özgürlükçü kimliğe sahip arkadaşların hiçbir ses çıkarmaması normal de gözükebilir) üniversitelerini savunan Boğaziçi’li arkadaşlarımızla direnişi büyütme çabası önemliydi. Hapishaneden görebildiğim kadarıyla hemen hemen tüm kurumlar bir şekilde rol oynamaya çalıştı. Atama ile birlikte eylemle geçen arkadaşlarımız daha çok atanmış rektör Melih Bulu üzerinden protestolarını şekillendirdiler. Türkiye devrimci gençliği başta İÜ, YTÜ, MSGÜ olmak üzere eylemleri yaygınlaştırıp; rektör atama yetkisinin Cumhurbaşkanı’ndan alınması gibi birçok başlıkla meseleyi genelleştirebilirse kazanımla çıkma şansı vardır. Tam da bu noktada örgütsüz protestocu devri arasındaki ilişki; neyi ‘’istemediğini’’ bilen ve neyi ‘’istediğini bilenler’’ olarak temas organikleşmelidir. ‘’Neyi istemediğini bilen’’ hoşnutsuz kitlelerle, iradi teşebbüsçüler birbirleriyle ilişkilendiği an fay hattı sarsılabilir ve devrimci ihtimaller açığa çıkabilir. Olasılıklar yoklanmalıdır. Kim bilir Boğaziçi ile başlayan bu meselenin tüm üniversitelere yayılmayacağını, yeni bir ‘’68’’ doğurmayacağını? Kim bilir belki de yoksulluk içinde yaşayan, milyonlarca işsizin olduğu, bıçağın kemiğe dayandığı somutun ayaklanma kıvılcımı olacak… İhtimaller çoktur fakat kendiliğindenciliğe bırakıldığı an açığa çıkma olasılığı bulunan başkaca direnişlerin kontrolünü ele geçirmek bir hayli zordur. Muktedirler bir avuç devrimci gençliğin yeteneklerinin, yaratabilecekleri ‘’infial’’in farkındadır ve gözaltı operasyonlarına başvurma sebepleri bundandır. Bu noktada bizim kendi gücümüzü görmemiz gerekiyor. Mevzu polis kalkanına vurmaktan, katil federaller sloganı atmaktan ötedir. Bazen bizim göremediğimiz büyük resmi muktedir cephesi daha iyi görmektedir. Yaşanılan gözaltılar devrimci öğrencilerin bilerek hedef seçilerek ‘’Boğaziçi’lilere değil, teröristlere müdahale ettik’’ kara propagandasına başvuran -hep aynı taktikler- iktidar güçlerine verilen cevap ise ‘’biz de öğrenciyiz’’ minvalinde bir savunma olmamalı asla. Meşruluk ‘’masumiyetten’’ türetilmemeli. Devrimci olmayı örgütlü olmayı=terörist olarak nitelendirenlerin tuzağına ‘’şirin’’ görünmeye çalışıldığı an; düşmek kaçınılmaz olacaktır. Bu bir iç savaştır, cepheleri yarmak lazım.
‘’Bu gençler saldırmaya teşneydi, güzel çocuklar değildi, masum veya kurban hiç değillerdi.’’
(Suphi Nejat Ağırnaslı)
Boğaziçi Direnirken
Boğaziçi öğrencileri direnişe yaratıcı eylemleriyle devam ediyor. Bu yaratıcılıkla evvela Gezi’nin ve yıllara varan Türkiye Devrimci Hareketi’nin sokak deneyimlerini içinde barındırıyor. Vasat rektörün ‘’metal, rock dinliyorum’’ açıklamasına karşı öğrenciler rektörlük önünde rock parçaları ile rektörü protesto ettiler. Boğaziçi’ndeki durum düşük yoğunluklu da olsa devam edebilir. Üniversitenin geleneği olan ‘’bira partisi’’ zamanı geldiğinde AKP’li rektörün alternatif karşı-gelenek oluşturma gibi çabaları gözükebilir. Öğrenciler inadına bira ‘’şişeleri’’ni havaya özgürlük için kaldıracaklardır. İşte o havaya kalkan şişeler ile yere vurulan ‘’ateşli şişeler’’ arasında ilişki kurulduğu an özgürlüğün sağlanması daha olasıdır. Biri diğerinin karşıtı değildir. İkisi birlikte yapılabilirse özgürlük ateşi egemenleri saracaktır.
Son Yerine
Yukarıda değinmek istediklerimiz en temel anlamıyla; proletarya kalkışan hoşnutsuz, örgütsüz kitleler ile devrimci güçlerin ilişkileniş şeklinin nasıl olması gerektiğine dair akıl yürütmedir. Kitleleri yönetme-yönlendirme ve kitlelerle beraber sıçramaya mahal vermek anca ‘’ihtilalci sosyalizm’’in tezahürü olabilir. Statükocu sol bu vb. direnişlerde küçük hesaplar peşinde koşar. Protestoyla, direnişle kurduğu ilişki dar pratikçilik ve ‘’ekmek kapma’’ şeklindedir. Deli gibi bir çabayla oflamayı, dövizi en öne çıkarma pozculuğu peşindedir. Tabiri caizse, “üç’ün, beş’in” derdindedir. Bu hatalara çok fazla düşüldü, küçük dükkanları büyütme hevesiyle müthiş bir pragmatizme saplanıldı. Gezi’de bu hatalara nasıl düşüldüyse ve inisiyatifi STK’lar aldıysa (düşünün 20-30 yıllık komünist partiler, ayaklanmacı stratejistler, öncü savaşçılar, sınıfçılar vs. değil STK’lar milyonların kaderini belirledi.) Boğaziçi’nde de ‘’üniversiteleri özgür bırakın ki bilim üretsin, bilim olmadan İHA-SİHA nasıl yapılacak’’[1] diye gazetelere röportaj veren müphem kişiler işin öncülüğünü almasın.
Ernö Nemecsek
[1] Cumhuriyet gazetesi Boğaziçi röportajı
