Çeviriler

Şunu söyle, bunu söyleme: Filistin, İsrail üzerine yanıltıcı dille hesaplaşma zamanı – Ramzy Baroud (Umut Çeviri)

25 Mayıs’ta ünlü Amerikalı aktör Mark Ruffalo, İsrail’in Gazze’de “soykırım” yaptığını söylediği için özür dileyen bir tweet attı.

Ruffalo, “Üzerine düşündüm ve son İsrail/Hamas savaşında İsrail’in ‘soykırım’ yaptığını söyleyen paylaşımlarından dolayı özür dilemek istedim,” diye yazarak “Bu doğru değil, bu kışkırtıcı, saygısızca ve burada ve yurtdışında antisemitizmi meşrulaştırmak için kullanılacak bir şey. Şimdi abartmadan kaçınma zamanı,” diye ekledi.

Ama Ruffalo’nun önceki değerlendirmeleri gerçekten de “doğru değil, kışkırtıcı ve saygısızca” mıydı? Ve İsrail’in kuşatma altında, yoksullaştırılmış Gazze’deki savaşını soykırımla eşitlemek “abartma” sınıflamasına mı girer?

Manasız sosyal medya atışmalarından kaçınmak için BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne bakmak yeterli. Bu 1948 tarihli Sözleşmenin 2. Maddesine göre, yasal soykırım tanımı:

“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek…”

Cenevre merkezli insan hakları grubu Euro-Med Monitor, İsrail’in son Gazze savaşını tanımlarken raporunda şöyle yazdı: “İsrail güçleri 31 büyük aileyi doğrudan hedef aldı. 21 vakada bu ailelerin evleri, ev sakinleri içerideyken bombalandı. Bu saldırılar, 44’ü çocuk ve 28’i kadın olmak üzere 98 sivilin öldürülmesiyle sonuçlandı. Kurbanlar arasında bir erkek, karısı ve çocukları, anneler ve çocukları ya da çocuğun kardeşleri vardı. Çocuklarının üçü ya da dördüyle birlikte öldürülen yedi anne vardı. İsrail güçlerinin sivillerin içeride olduğunu bilmesine rağmen bu ev ve binalar herhangi bir uyarı yapılmadan bombalandı.”

Filistin Sağlık Bakanlığı’na göre 28 Mayıs itibarıyla son 11 günlük İsrail saldırısında Gazze’de 254 Filistinli öldürüldü, 1948 kişi yaralandı. Trajik olmasına karşın bu rakamlar geçmiş savaşların zayiatıyla kıyaslandığında görece azdır. Örneğin 2014 yazında İsrail’in 51 günlük Gazze saldırısında 2200’den fazla Filistinli öldürülmüş ve 17 binden fazlası yaralanmıştı. Aynı şekilde Khan Younis’teki 25 kişilik Abu Jame ailesi gibi aileler tümüyle yok edilmişti. Bu soykırım değil mi? Aynı mantık Mart 2018 ile Aralık 2019 arasında kuşatma altındaki Gazze’yi İsrail’den ayıran çitte 300’den fazla silahsız protestocunun öldürülmesine de uygulanabilir. Ayrıca 2006-7’den bu yana Gazze’de 2 milyondan fazla Filistin’in kuşatma altında tutulması ve tam izolasyonu, soykırım niteliğini hak eden kolektif bir cezalandırma eylemidir.

Ancak İsrail’in Filistinlilere karşı şiddet davranışında, bırakın dili, birçok soykırım unsuru bulmak için hukuk uzmanı olmak gerekmez. İsrail’in şiddet içeren siyasi söylemi ile sahada eşit derecede şiddet içeren eylemi arasında net, inkâr edilemez bir ilişki vardır. Savunma Bakanı rolüyle hizmet vermiş, İsrail politikasının yükselen yıldızlarından Naftali Bennett, Haziran 2013’te, “Yaşamımda bir dolu Arap öldürdüm -ve bununla ilgili bir sıkıntı duymuyorum,” demişti.

Bu bağlamı aklımızda tutarak ve Ruffalo’nun ahlâki tutumunda geri adım atmayı neden gerekli bulduğuna bakmaksızın, İsrail, Filistin’in yerli, bölgeye özgü sakinlerine karşı aktif bir soykırım ve etnik temizlik politikası uygulamayı sürdürmekten pişmanlık duymayan bir insan hakları ihlalcisidir.

Dil önemlidir ve bu durum özelinde “çatışma” en çok önemlidir, çünkü olguları ve kendisi hakkındaki gerçeği çarpıtarak sunma başarısı nedeniyle İsrail eylemleri konusunda hesap vermekten uzun süre kaçmayı başardı. Tel Aviv, anaakım medya ve akademik dünyadaki birçok müttefiki ve destekçisi sayesinde imajını işgalci ve apartheid rejimi olmaktan bir “demokrasi vahası”, hatta “Ortadoğu’daki tek demokrasi” olmaya dönüştürdü.

Bu yazı anaakım medyanın tersinden anladığı İsrail betimlemesine karşı çıkmaya çalışmayacak. Bunun için ciltler dolusu kitap gerekir ve İsrailli Profesör Ilan Pappé’nin Ten Myths about Israel (İsrail Hakkında On Mit) kitabı önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu yazı, sahada neler olduğuna dair daha net bir kavrayış geliştirmek için önkoşul olarak, Filistin-İsrail sözlüğüne girmesi gereken bazı temel tanımları sunmaya çalışacak.

Askeri işgal – “Çatışma” değil

Anaakım Batı medyası Filistin ve İsrail’deki duruma sıklıkla “çatışma” ve bu sözde çatışmanın çeşitli özgül unsurlarına “ihtilaf” olarak değinir. Örneğin “Filistin-İsrail çatışması” ve “ihtilaflı Doğu Kudüs şehri”.

Su götürmez gerçek olması gereken ise, kuşatma ve işgal altındaki halkın işgalcileriyle bir “çatışma” yaşamamasıdır. Ayrıca bir ihtilaf, iki taraf herhangi bir konuda eşit derecede inandırıcı iddialara sahip olduğunda ortaya çıkar. Doğu Kudüs’ün Filistinli aileleri evlerinden zora çıkartılıp bu evler Yahudi aşırılıkçılara verildiği zaman ortada bir ihtilaf yoktur. Aşırılıkçılar hırsız, Filistinliler kurbandır. Bu bir tartışma konusu değildir. Uluslararası toplumun kendisi bunu böyle söyler.

“Çatışma” genel bir terimdir. İsrail vakasında saldırganı aklamanın yanı sıra tüm sorunları yoruma açık hale getirir. Ve Amerikalı izleyiciler İsrail’i sevmeye ve Araplarla Müslümanlardan nefret etmeye koşullandırıldıklarından, Filistin ile “çatışma” halindeki İsrail’in tarafında olmak tek akılcı seçenek haline gelir.

İsrail Haziran 1967’den bu yana tarihsel Filistin’in toplam büyüklüğünün %22’sini askeri işgal altında tutuyor. Geriye kalan Filistin yurdu on yıllar öncesinden aşırı şiddet, devlet onaylı apartheid ve Pappé’nin belirttiği gibi “kademeli soykırım” yöntemlerini kullanarak zaten gasp edilmiş durumda.

Uluslararası hukuk perspektifinden bakılınca “askeri işgal” terimi, “işgal edilmiş Doğu Kudüs”, “yasadışı Yahudi yerleşim yerleri” vb hiçbir zaman “ihtilaflı” olmadı. İsrail’i saldırgan değil kurban olarak sunmak için Washington uluslararası hukuku görmezden gelmeye karar vermiş, anaakım ABD medyası terminolojiyi çarpıtmayı seçmiş olsa da, bunlar basit gerçeklerdir.

“Barış” olmadan “süreç”

“Barış süreci” terimini on yıllar önce Amerikalı diplomatlar ortaya attı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 1970’lerin ortası ve sonlarında Arap siyasi cephesini parçalamak ve nihayetinde Kahire’yi “Arap-İsrail çatışması”ndan tamamen çekip almak umuduyla Mısır ile İsrail arasında bir anlaşma sağlamak için arabuluculuk ederken kullanıma sokuldu.

“Süreç”, Birleşmiş Milletler’in yıllardır betimlediği sabit ölçütlere göre adalete ulaşmayı hedeflemediği için Kissinger’ın mantığı İsrail için hayati olduğunu kanıtladı. Artık hiçbir referans çerçevesi yoktu. Varsa bile bu Washington’ın siyasi öncelikleriydi ve bu öncelikler tarihsel olarak neredeyse tümüyle İsrail’in öncelikleriyle örtüşür. Açık Amerikan tarafgirliğine karşın ABD kendi kendisine hiç hak etmediği “dürüst barış arabulucusu” ünvanını vermiştir.

Bu yaklaşım 1978’deki Camp David Anlaşması’nın raporlarında başarıyla kullanıldı. Anlaşmanın en büyük başarılarından biri, sözde “Arap- İsrail çatışması”nın yerini sözde “Filistin- İsrail çatışması”nın almasıydı.

Sınanan ve kullanışlılığı kanıtlanan “barış süreci” 1993’te yeniden kullanılarak Oslo Anlaşması ile sonuçlandı. Çoğunluğu askeri olan yıllık 3-4 milyar dolar yardımı İsrail’e akıtmasına -ve bunu yapmaya devam etmesine- rağmen ABD neredeyse otuz yıl boyunca kerameti kendinden menkul arabulucu olarak caka satmayı sürdürdü.

Öte yandan Filistinlilerin şov yapacak az şeyi var. Barış yapılmadı; adalet sağlanmadı, tek bir karış Filistin toprağı geri verilmedi ve tek bir Filistinli mültecinin yurduna dönmesine izin verilmedi. Mamafih Amerikalı ve Avrupalı devlet yetkilileri ve dev bir medya aygıtı “barış süreci”nden söz etmeyi sürdürdü; bu “barış süreci”nin Filistin için savaş ve yıkımdan başka bir şey getirmediği ve İsrail’in Filistin yurduna yasadışı el koymaya ve sömürgeleştirmeye devam etmesine izin verdiği gerçeğine hiç aldırmadı.

Direniş, ulusal kurtuluş  – “Terörizm” ve “devlet inşası” değil

“Barış süreci” Filistin’de ölüm, kargaşa ve toprak hırsızlığının normalleştirilmesinden daha fazla şey getirdi. Bugüne kadar varlığını sürdüren kendi dilini de yarattı. Yeni sözlüğe göre Filistinliler “ılımlılar” ve “aşırılıkçılar” olarak bölünmüştür. “Ilımlılar” Amerika’nın öncülük ettiği “barış süreci”, “barış görüşmeleri”ne inanırlar ve can atılan “barış”a ulaşmak için “elim tavizler” vermeye hazırdırlar. Öteki tarafta “aşırılıkçılar” İran destekli, kendi “karanlık” siyasi gündemlerini tatmin etmek için “terörizm”i kullanan siyasal açıdan “radikal” bir güruhtur.

Ama cidden öyle mi? Oslo Anlaşması’nın imzalanmasından bu yana Müslümanlar ve hıristiyanlar, İslamcılar ve laikler ve bilhassa sosyalistler dahil olmak üzere Filistin toplumunun birçok kesimi, yöneticilerin üstlendiği mesnetsiz siyasi “tavizler”e direndi, bunları Filistinlilerin temel haklarına ihanet olarak gördü. Bu arada “ılımlılar” da Filistin’i büyük ölçüde demokratik bir salahiyetleri olmadan yönetti. İşlerine geldiği zaman Filistinli siyasi muhaliflerine işkence uyguladılar. Washington “ılımlı” Filistin Yönetimi’nin içler acısı insan hakları sicilini eleştirme konusunda çok az söz söylemekle kalmadı, “şiddeti kışkırtan”ları ve bunların “terörist altyapısı”nı engelleme çabaları için alkışladı.

“Direniş” -muqawama- gibi kavramlar yavaşça ama dikkatle Filistin ulusal söyleminden çıkarıldı. “Kurtuluş” terimi de fikir ayrılığına yol açan ve düşmanca görüldü. Bunun yerine “devlet inşası” -eski Filistin Başbakanı Salam Fayyad ve ötekilerin desteklediği- yerleşmeye başladı. Filistin’in halen işgal edilmiş bir ülke olduğu ve “devlet inşası”nın ancak önce “kurtuluş” sağlandığında ulaşılacak bir aşama olduğu “donör ülkeleri” hiç ilgilendirmiyordu adeta. Bu ülkelerin öncelikleri -Ortadoğu’da Amerikan siyasi gündemine sadık olan ABD müttefikleri asıl olarak- “barış süreci” illüzyonunu korumak ve Filistin Yönetimi polisi ile İsrail ordusu arasındaki “güvenlik eşgüdümü”nün tüm şiddetiyle sürmesini sağlamaktı.

Sözde “güvenlik eşgüdümü” elbette Filistin direnişinin üstüne yürümek, Filistinli siyasi muarızları ele geçirmek ve işgal altındaki Batı Şeria’da yasadışı Yahudi yerleşimlerinin, daha doğrusu kolonilerin güvenliğini sağlamak için ABD destekli ortak İsrail-Filistin Yönetimi çabalarına değinir.

Gazze’de savaş ve evet, soykırım – “İsrail-Hamas Çatışması” Değil

“Demokrasi” kelimesi yeni Oslo dilinde sürekli kendini gösterir. Elbette ki gerçek anlamına hizmet etmesi murat edilmez. Tam tersine “barış süreci” illüzyonunu kusursuz kılmanın aksesuarıdır. Çoğu Filistinli için bu kör gözüm parmağına açık bir gerçektir. Ama Ocak 2006’da, 1994’te kurulduğundan beri Filistin Yönetimi üzerinde tekel kurmuş olan Filistin fraksiyonu El Fetih halk oylarını islami fraksiyon Hamas’a kaptırınca tüm dünya için de açık hale geldi.

Hamas ve öteki Filistinli fraksiyonlar Oslo Anlaşması’nı reddettiler ve reddetmeye devam ediyorlar. 2006’da seçimlere katılmaları herkesi şaşırttı çünkü Filistin Yasama Konseyi (FYK) kendisi bir Oslo ürünüydü. Uluslararası gözlem gruplarının demokratik ve şeffaf olarak değerlendirdiği seçimlerde bu fraksiyonların zaferi ABD-İsrail- Filistin Yönetimi’nin siyasi hesaplarına çomak soktu.

Bak sen, İsrail ve müttefiklerinin uzun süredir “aşırılıkçı” ve “terörist” olarak gördüğü grup Filistin’in potansiyel liderleri olmuştu. Oslo kalemşorları Filistin demokrasisini savuşturmak ve statükonun başarıyla geri dönmesini sağlamak için işe girişmeliydi ve de bunu çabucak yapmalıydı; bu, Filistin’in seçilmemiş, demokratik olmayan liderler tarafından temsil edilmesi anlamına gelse bile. Ne yazık ki neredeyse 15 yıldır durum böyle.

Bu arada Hamas’ın kalesi Gazze Şeridi’ne bir ders verilmeliydi, bu yüzden yaklaşık 15 yıldır yoksullaştırılmış olan bölgeye kuşatma dayatıldı. Gazze’deki bu kuşatmanın Hamas’ın roketleri ya da İsrail’in “güvenlik” ihtiyaçları, “kendini savunma” hakkı ve Gazze’nin “terörist altyapısı”nı yok etmek sözde “meşru” isteğiyle pek bir ilgisi yoktu. Çünkü gerçekten de Hamas’ın Gazze’deki popülaritesi Filistin’in diğer taraflarıyla kıyas kabul etmez. El Fetih’in de orada güçlü bir seçmen kitlesi vardır. Ayrıca Gazze’deki Filistin direnişini Hamas tek başına üstlenmez, başka ideolojik ve siyasi gruplar da vardır: örneğin İslami Cihat, sosyalist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve öteki sosyalist ve laik gruplar.

“Çatışma”yı İsrail ile Hamas arasındaki bir “savaş” olarak çarpıtarak sunmak İsrail propagandası için elzemdir, ki Hamas’ı tüm Ortadoğu’daki, hatta Afganistan’daki militan gruplara benzetmekte başarılı olmuştur. Fakat Hamas, IŞİD, El Kaide ya da Taliban değildir. Bu grupların hiçbiri de birbirine benzemez zaten. Hamas, büyük ölçüde Filistin siyasal bağlamında çalışma yapan Filistinli İslamcı bir ulusal harekettir. Daud Abdullah, Hamas üzerine iyi bir çalışma yaptı ve yakınlarda Engaging the World adıyla yayınladı. Bu kitap Hamas’ı ideolojik inançlarına sıkı sıkıya bağlı, bununla birlikte ulusal, bölgesel ve uluslararası jeopolitik değişikliklere uyum gösterme konusunda esnek ve pragmatik, akılcı bir siyasi aktör olarak sunuyor haklı olarak.

Ama İsrail’in Gazze’deki Filistin direnişini yanlış sunmakta ne çıkarı var? Hamas’ı haksız yere öteki Amerikan karşıtı gruplarla bağlantılandırma propagandası kampanyasını yürütmenin yanı sıra Filistin halkını da tümüyle canavarlaştırıyor ve İsrail’i Amerika’nın küresel sözde “teröre karşı savaş”ında ortağı olarak sunuyor. İsrailli neo-faşist ve ultra milliyetçi politikacıları da böylece insanlık kurtarıcısı haline geliyor, şiddet yanlısı ırkçı dilleri affediliyor ve aktif “soykırım”ları bir “öz savunma” ya da en iyi olasılıkla salt bir “çatışma” durumu olarak görülüyor.

Mağdur olarak zalim

Anaakım medyanın bu tuhaf mantığına göre Filistinliler nadiren İsrail askerleri tarafından öldürülür, daha çok çeşitli “ihtilaflar”dan kaynaklanan “çarpışmalar”da “ölürler”. İsrail Filistin yurdunu “sömürgeleştirmez”, sadece “ilhak eder”, “el koyar” vb. İşgal altındaki Doğu Kudüs’ün Şeyh Jarrah mahallesinde olanlar örneğin, etnik temizliğe doğru yol alan düpedüz bir mülkiyet hırsızlığı değil, bir “mülkiyet ihtilafı”dır.

Bu liste böyle devam eder gider.

Aslında olan şudur: Dil her zaman, İsrail devletinin 1948’de Filistinlilerin evlerinin ve köylerinin yıkıntılarının üzerinde kurulmasından çok önceden beri, Siyonist sömürgeciliğin bir parçası olmuştur. Siyonistlere göre Filistin “toprağı olmayan bir halk” için “insansız bir toprak”tı. Bu sömürgeciler asla “yasadışı yerleşimciler” değil, sıkı çalışma ve sebatla “çölü yeşertmeyi” başarmış ve kendilerini “Arap sürüleri”ne karşı savunmak için “yenilmez bir ordu” kurmaları gereken, “ata yurduna dönen Yahudiler”di.

Ama bu süksenin bir alternatifi olamaz, çünkü İsrail sömürgeciliğinin ve buna karşı Filistin direnişinin tam, doğru ve cesur anlaşılması ve anlatılması olmaksızın İsrail bir yandan kendini mağdur olarak sunarken bir yandan da Filistinlilere zalimlik yapmayı sürdürecektir.

Ramzy Baroud gazeteci, yazar ve Palestina Chronicle‘ın editörüdür. Son kitabı  “These Chains Will Be Broken: Palestinian Stories of Struggle and Defiance in Israeli Prisons” (Clarity Press). İslam ve Küresel İşler Merkezi (CIGA) ve Afrika-Ortadoğu Merkezi (AMEC)’te misafir öğretim üyesidir. Web sitesi www.ramzybaroud.net. Yazının orijinali http://www.ramzybaroud.net/say-this-dont-say-that-time-to-confront-the-misleading-language-on-palestine-israel/ adresinde bulunabilir.

Paylaşın