Bir çocuğun babasına duyduğu özlem, dünyanın en yalın ve en derin duygularından birisidir. Ama bazı çocuklar vardır ki, babalarını sadece özlemezler; onları beklerken büyürler, beklerken değişir, beklerken yaşlanırlar. Sırrı Süreyya Önder’in kızı da onlardan biri. Babasını uğurlarken yaptığı konuşmada, babasıyla az zaman geçirmiş olmanın hüznünü dile getirdi. Ama aynı zamanda “Babamla az zaman geçirdim, ama doydum babama,” diyerek, o kısıtlı zamanın içindeki yoğunluğu da hissettirdi.
Bu sözler yalnızca bir kız çocuğunun babasına duyduğu özlemle açıklanamaz. Çünkü o baba, yalnızca bir aile ferdi değil, bir halkın evladı, bir mücadele insanıydı.
Devrimcilik sadece fikirlerin değil, hayatların da adandığı bir yoldur. Bu yol; zaman zaman sevdiklerinden, çocuklarından, hayattan kopmayı; devletin baskısını, halkın anlamakta zorlandığı sessizlikleri ve en önemlisi de yalnızlığı beraberinde getirir. Sırrı Süreyya Önder’in yaşamı, bu yalnızlığı büyük bir inatla sırtlanmış bir halk çocuğunun hikâyesidir. O yalnızlıkta büyüyen bir çocuk, halkın vicdanı olan bir insan oldu.
Bu yazı, bir kızın babasına duyduğu özlemin ardındaki büyük bedeli –devrimci yaşamın yürek burkan ama onurlu yanlarını– ortaya koymak için kaleme alındı. Ve belki de en çok, ardında acıya boğulmuş bir halk bırakan devrimcinin ardından, mücadeleye yeniden sarılmak için.
Devrimciliğin Bedeli: Aileden Kopuş
Devrimciler bazen halkın bağrından kopup gelir, bazen de en çok sevdiklerinden koparak halka karışırlar. Sırrı Süreyya Önder’in hayatı, bu ikinci yola düşenlerin hikâyesidir. Kızının yaptığı kısa ama yürek burkan konuşma, kişisel olanın ne kadar politik olabileceğini bir kez daha gösterdi. “Babamla az zaman geçirdim ama doydum ona” diyorsa bir çocuk, bu sadece kişisel bir anlatı değil, toplumsal bir yaraya işaret eder. Çünkü o baba, sadece bir evin değil, bir halkın da çocuğuydu.
Bu kopuş, gönüllü bir terkediş değil; sistemin dayattığı, devrimcilerin omuzladığı zorunlu bir sürgündür. Devrimciler, yalnızca kendilerini değil, çoğu zaman sevdiklerini de bu yürüyüşe dahil ederler. Onlar da yarım kalır, onlar da özler, onlar da yalnız büyür. Ama bu yalnızlık, bilinçli bir tercihten değil, bir zorunluluktan doğar. Çünkü düzen öyle bir çember çizer ki, ya itaat ederek içinde kalırsın ya da dışına çıkmak için her şeyden vazgeçersin. Sırrı Süreyya Önder, o çemberin dışına çıkmayı seçti. Bu yüzden bir baba olarak eksik kaldı belki, ama bir halk evladı olarak tamamlandı.
Ve belki de en büyük devrimci çelişkilerden biri budur: En çok sevdiklerinden uzak kalmak, en çok sevdiğin halk için.
Bir Devrimcinin Hayatı: Tutuklamalar, Sürgünler, Dışlanma
Türkiye devrimci hareketi, adanmışlığın kanla, gözyaşıyla ve umutla yazılmış tarihidir. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Ulaş Bayraktaroğlu ve Eylem Ataş… Onlar sadece düşünmediler, sadece konuşmadılar; halk için yaşayıp halk için öldüler. Bugün hâlâ onların adları bir isyanın adı olarak yankılanıyorsa, bu ölümsüzlük sıradan bir ölümle açıklanamaz.
Sırrı Süreyya Önder de o çizginin son halkalarından biriydi. Bir sinema öğrencisiyken gözaltına alındığında, yalnızca kendi gençliğini değil, bir kuşağın yüreğindeki korkusuzluğu taşıyordu. Hapishanede gördüğü işkenceler, Mahirlerin Kızıldere’deki direnişini; Denizlerin idam sehpasındaki kararlılığını; Kaypakkaya’nın soğukkanlı direnişini hatırlatıyordu. Çünkü bu ülkede devrimcilik, sadece politik bir kimlik değil; acının ve cesaretin ortak adıdır.
Dışlanmak, yalnızlaştırılmak, itibarsızlaştırılmak… Bunlar da onun hayatının parçasıydı. Sistem, sadece fiziken değil, ruhen de yok etmek ister devrimcileri. Ama Sırrı, bu dışlamayı tersine çevirdi. Her yalnız bırakıldığında, halkla daha çok kucaklaştı. Mizahı, zekâsı ve içtenliğiyle hem Meclis kürsüsünde hem sokakta bir halk sesi oldu.
Sırrı’nın Mizahı: Direnişin En İnce Hâli
Sırrı Süreyya Önder’in siyaset sahnesindeki en ayırt edici yönlerinden biri de keskin mizahıydı. Bu coğrafyada iktidarla dalga geçmek çoğu zaman başlı başına bir muhalefet biçimidir. O, yalnızca söz söylemedi; o sözü öyle bir dille söyledi ki, halk güldü ama düşündü, düşündü ama unutmadı. Mizah onun silahıydı. Karşısında en sert duranlara bile sözüyle diz çöktüren bir direniş biçimiydi.
Acının Politikleşmesi: Yas, Direnişe Dönüşebilir mi?
Bir halk, sadece kahramanlarını toprağa gömmez; onların umutlarını, sözlerini, yarım kalmış hayallerini de taşır. Sırrı Süreyya Önder’in kaybıyla birlikte yaşanan derin keder, sadece bir insanın ölümü değil, bir çağrının yeniden yankılanmasıdır. Gezi direnişinde can siperhane direnişi harladıysa, Kürt halkının özgürleşmesinde ve barışın sağlanmasında mücadeleyi yükselttiyse işçi sınıfının kadınların gençlerin isyan çağrısı oldu ve uğurlamasında dökülen her gözyaşı, bu topraklarda devrimciliğin hâlâ diri olduğunu gösterdi.
Ama asıl soru şudur: Yas neye dönüşür? Sessiz bir kabullenişe mi, yoksa örgütlü bir direnişe mi?
Bu topraklar, yası direnişe çevirenlerin tarihidir. 6 Mayıs sabahı Deniz’i, Mahir’i, İbo’yu yitiren halk susmadı. O günden sonra üniversiteler, fabrikalar, sokaklar onların adını haykırdı. Çünkü devrimciler ölmez; öldükleri yerde halk uyanır, halk konuşur, halk yürür.
Sırrı’nın ardından yaşanan acı da, bu halkın ne kadar çok şey biriktirdiğini gösteriyor. Çünkü o, sadece konuşan değil, dinleyen; sadece gülen değil, gerektiğinde bedel ödeyen biriydi.
Bir Babayı Yitirmek, Bir Mücadeleyi Büyütmek
Bir baba toprağa verildi. Ama o baba sadece bir çocuk için değil, bu ülkenin yoksulları, ezilenleri, ötekileştirilenleri için de bir simgeydi. Şimdi onun ardından yalnızca gözyaşı dökenler değil, yumruğunu sıkanlar da var. Çünkü biliyoruz: Bu ülkede devrimci olmak yalnızca zor değil, aynı zamanda sistemli bir linçe maruz kalmak demektir.
Bugün bu acının hesabı sorulmalıdır. Sadece Sırrı Süreyya Önder’in değil, Mahir’in, Deniz’in, İbo’nun ve daha nice isimsiz devrimcinin hesabı. Onları yok sayanlardan, adlarını karalayanlardan, fikirlerini kriminalize edenlerden, halkı uyutup susturmaya çalışanlardan.
Yeter artık! Yıllardır acıyı sindire sindire yaşayan bu halkın artık kabuğunu kırma zamanı geldi. Yeterince yoldaşımızı güneşe uğurladık, yeterince ağıt yaktık. Şimdi sıra, o acılardan örgütlü bir öfke yaratmakta. Şimdi sıra, yası mücadeleye dönüştürmekte.
Çünkü devrimciler ölmüyor. Onlar, her sabah ekmeğin yarısını bölüşen bir işçide, üniversitede sorgulayan bir öğrencide, karanlığa direnmeye ant içmiş bir kadında yaşıyor.
Ve biz biliyoruz ki, bu yalnızca bir veda değil; bir bayrak devridir.
O hâlde haykıralım
Artık yeter!
Bu halk daha fazla susmayacak.
Ve biz o gün gelene kadar mücadeleyi bırakmayacağız.