Sosyalist devrimci Sultan Seçik, ölümsüzlüğünün 3.yılında Devrimci Parti tarafından sosyal medyada anıldı.
“Kadınlar birbirinize sahip çıkın ve birbirinizi çok sevin.” diyen Sultan Seçik hayatı boyunca Kadın Kurtuluş mücadelesini büyüten devrimci bir kadın olmuştur.
Hayatını devrimci mücadeleye adayan Sultan Seçik’i yazdığı yazılarda hatırlayalım.

Sultan Seçik’ten işkencecisine uyarı
1997’nin Şubat ayının buz gibi soğuğunda 15 gün işkence gördüm. 21 yaşındaydım. İlk porno filmle Emniyet’te tanıştım.
Sana ‘O’nu anlatmalıyım;
Günlerdir yaz diyor içimdeki ses. Yaz ve anlat. Anlat ki bugüne kadar yaptıkların daha bir anlamlı olsun. Oturuyorum ve yazamıyorum. Ne anlatacağım. Ne diyeceğim insanlara bilmedikleri. Sahi gerçekten bilmek istiyor mu hiç tanımadığım insanlar 15 yıl öncesinde bıraktığım ve yanımdan hiç ayırmadığım tanıklığımı. Günlerdir yazıyor, konuşuyor, hatırlatıyor insanlar. Ve yine insan için, insanlık için isyan etmiyor kimse. Daha çok kan, gözyaşı, tecavüz ve ıstırabın tanıklığı da değiştirmeyecek bence bunu. Bize yıllar önce bir grup kadının isyanla dediği gibi ne kadar ‘SES’ gerekliyse o kadar da ‘CESARET’ lazım. Bu yazıyı yazarken bekliyorum, bir gün alakasız bir nedenle gözaltına alınmayı. ‘O’nunla yeniden yüzleşme ihtimalimin olduğunu biliyorum. Gerçi yazılmışı var, iddianamelerle intikam almak isteyebileceğine ve bunu hemen yapmayacağına da eminim. Ama O beni iyi tanır, bilir de SUSMAYACAĞIMI…
Sana Onu anlatmalıyım sevgili arkadaşım. Amerikalı seri katil profiline saklanmış ‘SERİ İŞKENCECİ’mizi. Sedat Selim Ay. Dıştan bakıldığında kim olduğunu ve kimliğini asla anlayamayacağınız o adamı. Tanıştığımızda ben 21 yaşındaydım. Uzun kıvırcık saçları belinde, cevval bir sosyalist gazateci. yarın devrim olacak diye hakikaten inanmış, hakikaten tutkulu kolektivizme. Tanıştığımızda O benim şimdiki yaşlarımdaydı. Açık tenli, bana sorsan nenemin ‘çıyan’ gözlü dediklerinden, jilet gibi ütülü pantolon ve gömleğiyle her daim bakımlı. O takunyalı işkenceci, alaylı polis değil. O akademili. Ve hırslı. Her operasyon başına küpünü doldurmaktan zevk alan, işkenceyle çözdüğü insanları birer rakam gibi zihnine kazıyan bir seri işkenceci.
Dengesiz başlayan tanışıklığımız, inatçı zaza ve kadın damarımla tanışması 1997 senesindedir. Kendileri özellikle PKK Timi ve DHKP-C Timi polislerince ‘Çözemediysen ver de biz öttürelim şu kızı’ dediklerinde inatla daha bir acımasızlaşan ve battıkça daha bir acı verici metotlara odaklanan bir insan müsveddesidir. Yaşımız küçük olduğu için Birsen’i ve beni oltaya takılmış yem gibi gördü 15 gün boyunca. Bayram Kartal’ın ‘Sultişşşş gel bakalım özledin mi beni’ diyen o nasıl tanımlayacağımı bilemediğim laubaliliğinin yanında soğuk, kendinden emin, muhatap olmaz ve almaz biridir O. Hiç unutmam, sandalye vermediler ilk gün. Ayakta saatlerce bekledik. Bir odada duvarın etrafına dizilmiş yüzü duvara dönük onlarca kişiyiz. Gözlerimiz bağlı. Gelemem ben sıkıntıya. Oturdum. Kalk dediler kalkmam dedim. Uzun saçlarımı ellerine dolayıp yerden beni kaldırdıklarında bacaklarımı öyle bir kenetlemiştim ki saç tellerimin tek tek kopuşunun çıkardığı ses hala kulaklarımda. Bu arada sandalyeyi kazandım. Gönül Karagöz, ben ve Mukaddes’in isyankarlığı, Ayşe Yılmaz’ın anaç koruyuculuğunda.
1997 senesinde Şubat ayının buz gibi soğuğunda 15 gün işkence gördüm. 21 yaşındaydım. İlk porno filmle istanbul Emniyet Müdürlüğü’nde tanıştım. İlaç gibi radyo Kral FM’den ilk orada tiksindim. İlk filistin askısı ile o duvarların ardında tanıştım. Annemden sonra ilk Ayşe abla yıkadı beni tuvalette. Askıdayken parmaklarını içime geçiren adama öfkeyle ‘Sen bunu karına da yaparsın’ dediğimde ‘Parasıyla değil mi yaparım diyen’ bir polisin karısına ilk orda acıdım. Oturtulduğum sandalyede, karanlıkta gelip geçen koca koca adamların memelerimi çimdiklemesinden ilk orada irkildim. Kollarımdaki izler ve hassasiyetsizlik geçsin diye zorla tedavi edilmek istendim. Bir polis sırtımda, ikisi kollarımı tutmuş, belden yukarım çıplak. Yüzüm yerde bengay’la öyle bir masaj yaptılar ki, Ayşe abla, Mukaddes zehirlenecektik kokudan. Ben evcil bir hayvanın işkencede kullanıldığını ilk orada gördüm. Bir kedinin nasıl acımasızca işkenceye dahil edilerek insanların korkutulabileceğini. Gözlerim hep bağlıydı işkencede, ta ki Sedat Selim Ay’ı çıldırtacak yaramazlıklarımı yapana kadar. O beni gözlerime bakarken, benim de onun gözlerine baktığım ve acizliğine güldüğüm bir anda da dövdü. Gözlerim bağlıyken sesini hiç unutmayacağım kadar iyi bildiğim karanlık zamanlarda da.
Vakıf Gureba Hastanesi’ne götürüldük. İşkence yapılmadığı belgelenecek. Dr. Gürhan Baş. Tabelada yazan ismi okuyuverdim hemen. Girdim odaya. Belimden yukarısı kısmi felç. Kollarım kalkmıyor. Yürürken bir o duvara bir bu duvara çarpıyorum. Doktor bana rapor yazmadı. Muayeneyi de üstün körü yaptı. Ben de doktoru ikaz ettim. ‘Bak Gürhan Baş, bana rapor yazacaksın, ne gördüysen o kağıda not edeceksin yoksa gelir sağlık bakanlığı müfettişleriyle seni koridor koridor arar bulurum’ dedim. Adam bir afalladı. Çık dedi. Çıktım. Birsen girdi. O da usulünce hatırlatmış doktora haklarımızı. Birden bir bağırış çağırış apar topar muayeneler bitirildi ve vatana geri götürüldük. Önce Birsen’i çekmiş dayağa, en son beni aldılar özel bir arabaya. Emniyetin garajındayız. Ön koltukta Sedat Selim Ay. Döndü bana bağırış çağırış yumruklar havada. Biz güldük Birsen’le, sinirden ama güldük işte. Ne yapılabilir ki başka. Doktoru nasıl tehdit edersin diye ikimiz yedik on ton sopayı.
Ben 3 ay çamaşırımı indirip tuvalete yalnız gidemedim. 3 ay boyunca kıyafetlerimi başkaları giydirdi. Bir ekmeği elime alıp kırabilmek lüksünü hayli geç yaşadım. Ornöram da gördüğüm tedavi, TİHV’in titiz çabaları Dr. Hulki Forta’nın çabalarıyla açıldı ellerim. 22,5 yıl ile yargılandığım dosyadan beraat ettim. Sağ kolum Yüzde 40, sol kolum yüzde 70 duyu kaybına uğradı. Hala 15 yıl sonra bilesin ki sırt ağrılarım geçmedi.
15 yıl geçti. Yaralarım önce kabuk bağladı. Sonra izi kurudu gitti. Ama içime yara olan Süleyman’ın ölüm acısı hiç dinmedi. Sedat Selim Ay, bir seri işkenceci, bir seri tecavüzcü ve bir seri katil. Şimdi terörden sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı. Sosyaliste herşey mubah ya, ne olacak getirdiler yine tezgahın başına akademili ve alaylı işin ve acının ehli olanı. Okudum tanıklık edenlere yalancı diyor.
Hangi tecavüzcü ben tecavüz ettim der. Hangi işkenceci ben işkence yaptım der ki o desin. İşkence de tecavüz de insanlık suçu. Zaman aşımının geçersiz olduğu insanlık suçları bunlar.
Sedat Selim Ay, terfi edebilir. Aldığı maaş artabilir. İşkence zoru ile ifadesi alınmak istenen insanları yalancılıkla suçlayabilir. Peki kanıtlayabilir mi işkenceci olmadığını. Kanıtlayabilir mi katil ve tecavüzcü olmadığını.
Bu son söz sana. Ne sen beni unutursun ne de ben seni. Ne ben unuturum yaşadıklarımı ne de sen ellerinden kayan hayatların son nefesini. Gece yastığa başını koyduğunda sen de yanlızsın herkes gibi. İkimiz de biliyoruz içten içe kurtların beynini kemirdiğini. İstersen sen yalancı de bize. Kötü niyetli devlet düşmanları. Hatırlatayım isterim, bu devlet, kıdemli işkencecisi Hanefi Avcıyı ‘terörist’ dedikleriyle aynı sıralarda yargılıyor şimdi. Trajikomik bir durum. Ancak anlaşılmaz değil.
O mahkeme salonunda Avcı’nın Av olduğunu da gördü dünya alem, gözyaşlarıyla ‘ben 30 yılımı terörle mücadeleye verdim. Zoruma gidiyor’ demesini de. Aman ha seni de görmeyelim o sıralarda… Unutma bu işler parayla değil, sırayla…
Sultan Seçik
Yazı Kaynak: Radikal

Her İşte Bir Hayır Var mı?
“Takke düştü kel göründü” dedikleri gibi; gözaltı sonrasında bir de ne göreyim, SDP’li olmaktan da yaptıklarımdan da yargılayamayınca beni, olmuşuz ‘Devrimci Karargah’, olmuşuz ‘Ergenekoncu’, olmuşuz ‘Hanefi Avcı’nın suç ortakları’…
Uzun zaman oldu yazmayalı/yazamayalı. Şimdi yıllar sonra ve maalesef biraz tarihin zoru, biraz hayatın size sormaya bile zahmet etmeksizin kapınıza gelip dayadığı zorunluluklarla yazıyorum. ‘Her işte bir hayır vardır’ dedikleri de bu mu? Merak ediyorum…
İsyan etmeyi, reddetmeyi, hayır demeyi yeni yeni öğrendiğim 90’lı yıllarda bir sosyalist, bir Alevi kökenli, bir Kürt/Zaza, bir Dersim ’38 sürgünü, bir kadın ve bir genç olarak bütün ‘günahları’ sırtlayıp sırtıma henüz 22 yaşında iken çıkarıldım filistin askısına. Annemin dediği gibi ‘Ah dili olsa o İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin…’ Dili olsa da söylese itile kakıla koca koca adamların yumruk ve tekmeleri altında nasıl körüklediğini isyanımı acılarımın. Genç bir kadın, genç bir beden ve genç bir akıl iken ben, öğrendim maaşlarını halkımın ödediği vergilerden alanların gerçekte kimin memurları olduğunu. Üstelik ironiye bakın ki Emniyetten emekli bir bekçi babanın kızıydım ben. İşkencecilerimin saçlarımdan sürürken dediklerine göre, ‘Onların ekmeğiyle büyümüş, aslını inkar eden bir haramzade’ idim.
İstanbul, Bursa, Ankara… Birçok emniyet müdürlüğü, ilçe emniyeti ve semt karakolunda geçen bir dizi ‘deneyim’ sonrasında anlamıştım ki, polis iktidarın memuru, halkın amiri idi. İşkence münferit değil, yönetme biçimini güvencelemekte kullanılan sistematik bir devlet politikası idi.
Gençtim. Kadındım. Öğrenmekteydim daha hayatı. Hep dedim ki kendime, ‘Alışma sakın!’… Alışmamalı insan. İnsana yabancı olan ve insanı insan olmaktan çıkaran hiçbir baskıya. Alışmamaktaki ısrarım 40’ı aşkın gözaltı, sayısız polis ve asker tekmesi ve copu, dökülen saçlarım, tutmayan kollarım, kırılan burnum, kaybettiğim dişlerim ve en sonunda gidebilecekleri en uç noktalardan olan şiddetli cinsel işkenceyle tanıştırdı beni.
Şimdilerde geriye baktığımda, yolun yarısını ardında bırakmış ve hâlâ sosyalist olan bir kadın olarak diyebilirim ki hiç alışmadım ve olağan karşılamadım yaşadıklarımı. Devlet, 6 Eylül 2010 tarihinde AİHM’de işkence yapmak, soruşturmayı hukuksuz yürütmek, yargı sürecine müdahale etmekten suçlu bulunup, tarafıma tazminat ödemeye mahkum edildiğinde, sanılanın aksine mutlu değil acılıydım yüreğimde. Keşke dedim, keşke… Yaşamasaydım bu kadar acıyı. Keşke, hiç olmasaydı işkence…
Çok değil, AİHM kararının Türk devletine iletildiğinin üzerinden daha iki hafta geçmemişken basıldı evim sabah beş buçukta. Sevgilim/eşim Günay Kubilay ve ben bu defa üyesi olduğumuz SDP’nin de dahil edildiği bir operasyon kapsamında gözaltına alındık. Kar maskeli timler, kelepçe ve nezarethane yıllar öncesinde bıraktıklarımdı. Beklemediğim ancak pek de şaşırmadığım bir durumdu yaşadıklarım.
Değişmemiştim çünkü. Hâlâ bir sosyalist, bir Alevi kökenli, bir Kürt/Zaza, bir Dersim ’38 sürgünü, bir kadındım. Bir tek gençliğim kalmıştı geride. Ve hayat öğretti bana bir kez daha, 4 günlük gözaltı, sabaha kadar süren trajikomik bir mahkeme sahnesinde.
Diyordu ki polisler sık sık, ‘Bakın Sultan Hanım değiştik biz.’, ‘Bakın Sultan Hanım işkence yapmıyoruz artık.’
Her sözlerinden sonra bana bakıp onaylamamı ister gibiydiler. Biliyorlardı, o duvarlar konuşamasa da ben konuşmaya devam edenlerdendim hâlâ. Bir tek şey söyledim: ‘Siz değişmediniz, biz değiştirdik…’ Yanıtı eşime verdiler. Yanıt manidardı… ‘Kabul edersiniz ki Hocam, biz devletin memurlarıyız. Bugün iktidarda kim varsa onu yapıyoruz. Yarın siz başa gelirseniz sizin dediklerinizi yaparız…’
Ben adı ‘Devrimci Karargah operasyonu’, kendi ‘devrimci ve sosyalistleri komplolarla dize getirme senaryosu’ olan bir tezgaha dahil edildim, birileri böyle buyurdu diye… ‘Devrimci Karargah operasyonu’ ile yargılanmak şaşkınlığında iken, ikinci bir şoku yaşıyorum şu günlerde. İşkence suçlusu olduğunu itiraf etmiş biri olan Hanefi Avcı ile yan yana getirilmek kabul edilemez benim için. Yıllarca gördüğü işkencelerin izlerini bedeninde taşıyan ve ömrünü işkence karşıtı bir mücadele ile ören bir kadın olarak beni, asla yan yana gelemeyeceğim, asla affetmeyeceğim ve asla unutmayacağım suçların suçlusu Hanefi Avcı ile aynı sanık sandalyesinde yargılamak…
Olağanlaştırmak istedikleri, yan yana gelmezleri yakın göstererek itibarsızlaştırmaksa, tarih de yaşanmışlıklarımız da tanıktır ki, kirletmeye yetmez Avcı’nın adı ile yan yana yazmaları bizi. Biliyorum ki işkence bir insanlık suçu. Ne bireysel olarak affedilebilir ne de zaman aşımına uğrar, işkence yaşamış olanın gerçekliğinde.
Şimdi, yıllar sonra aldım kalemi elime yazıyorum. Her işte bir hayır vardır da diyemiyorum nedense…
Bir sosyalist, bir Alevi kökenli, bir Kürt/Zaza, bir Dersim ’38 sürgünü, bir kadın olarak bir kez daha not düşüyorum tarihe. Dün nasıl yapmadıklarımı kabul ettirmek için işkence ile suç yaratmasını kabul etmediysem devletin, bugün de, bir kez daha kabul etmeyeceğim işkencesiz metotlarla, kriminalize ederek oluşturulan ve kargaların bile gülmekten çenesinin ağrıdığı yalanları.
Anlıyorum ki değişmiş yöntemi egemenlerin. İtirazlarımızla, ödedikleri tazminatlarla yeni metotlara yönelmişler. Şimdi gerekmiyor onlara işkence tezgahları. Ne de olsa var ellerinde ‘Son Tezgah’ diye adlandırdıkları yalan bombardımanları.
Oh ne ala… Önce suçu yarat. Sonra delilleri inşa et. Daha sonra suçlayacağın kişileri seç. En sonunda da mahkum et. Kendimi bir masal kahramanı gibi görüyorum nedense. Hansel ve Gratel masalındaki gibi, 4 gün boyunca İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde; elimde Elif Şafak’ın ‘Baba ve Piç’ romanı, uzanıp fiber kaplamalı nezarethane yatağıma, arada bir sigaramı tellendirdiğim, sorgusuz sualsiz bekletilirken anlamıştım zaten, masalın, pardon gözaltının, sonunda kaynar kazanlara atıp pişirme hazırlığında olduklarını.
Takke düştü kel göründü dedikleri gibi; gözaltı sonrasında bir de ne göreyim, SDP’li olmaktan da yaptıklarımdan da yargılayamayınca beni, olmuşuz ‘Devrimci Karargah’, olmuşuz ‘Ergenekoncu’, olmuşuz ‘Hanefi Avcı’nın suç ortakları’ ve bu da yetmemiş ki, biraz PKK, biraz KCK, biraz da telefon tapesi ve malumunuz ‘gizli sanık’ sosu koyunca kazana, ne diyeyim ‘pes’ demekten başka. Tanıdık geliyor değil mi? Tıpkı bir zamanlar habire ‘işkence var’ diye ortalığa çıkanlar gibi, şimdilerde de ‘olmayan suçları varmış gibi yaratıyorlar’ diyenleri duyuyoruz. Zaman değişti, yöntemler de değişti…
Hatırlatmakta fayda var yine de, yalanlara suskun kalmamaktaki inadım hâlâ değişmedi. Kadınım. Sosyalistim. Öğrenmekteyim daha hayatı. Ve soruyorum kendime, gerçekten her işte bir hayır var mı?
SULTAN SEÇİK KUBİLAY
Yazı kaynak: Bianet