Seçim resmen bitse de, yarattığı sonuçlar üzerine konuşmak için haylice erken. Şimdilik asıl olarak matematiksel göstergeler üzerinden tartışılsa da elde edilen sonucun yılgın kitleler içinde zayıf da olsa bir umut yarattığı açıktır. Gezi Direnişi sırasında da, AKP’nin tırmanışı karşısında umutsuzluğa kapılan muhalefet güçlerinin “yeni bir soluk alabilmek” gibi büyük umutlara kapıldığını hatırlıyorum. Gezi’den devrim çıkabileceğini bile umabilen düşünceler hızla yayılmıştı. Toplumsal alışkanlıkların yıllar süren süreçlerden geçerek yeni bir davranış modelini norm haline getirebileceği sosyolojik gerçeği unutularak en asgari talepte bir araya gelebilen farklıların birlikte mücadelesinin o muhteşem dayanışmacı ruhu hepimizi coşturdu. Gerçekten muhteşemdi ama ne var ki o günlerde Gezi Ruhu diye adlandırılan yeni muhalif mücadele formu kendini geleneksel-rekabetçi-çatışmalı-siyaset duruşuyla tekrar buluşturdu. Sosyolojinin en basit öğretilerini unutmuş görünüp, anlık bir toplumsal olaydan yeni bir sol kültürün doğduğuna hemen inanabilecek kadar büyüktü beklentimiz. Ve gelinen noktada ancak “Gezi’den bugüne ne kaldı?” sorusunu sorarak alacağımız yanıtlara sarılarak yaşanabilir bir dünya için geleceği inşa etmek için çabamızı sürdürebiliriz
Gezi Direnişi muhteşemdi, ama küçük ölçekli olsalar da 15-16 Haziran İşçi Direnişi ve benzeri olan önceki direnişler gibi o da bir zaman sonra sönümlenmek zorundaydı. Çünkü bir sosyal tepkiyi bir isyana ve oradan devrime götürebilecek olan bir sürecin sahip olması gereken zorunlu koşullardan yoksundu; Devrimi taşıyabilecek tek devrimci sınıf olan işçi sınıfı, üretimden kaynaklanan o müthiş gücüyle eylemin içinde yoktu; devrimci eylemi yürütecek yeteneklere sahip devrimci bir örgütlenme yoktu; sistemi devirmeyi hedef alan ve yerine bir şeyler önerebilen devrimci bir program yoktu.
Gezi Direnişi kendiliğinden gelişen bir hareket olduğu için çok kısa sürede bastırıldı. Sosyalist solun “geleceği yaratmak” iddiasıyla sürdürdüğü mücadele “AKP’nin geriletilmesi” boyutuna kadar gerileyerek devlet kontrolü altına girip, sistem sınırları içine hapsoldu. Sistemi ya da devleti değil, sadece Tayyip’i geriletmeyi hedefleyen bu programın yaşandığı anda yarattığı sıcak duygular kalıcı olamadı, olamazdı da. Elbette dünün Gezi’sinde de bugün kurulan ittifaklarda da gelecek te oluşabilecek mücadele birliklerinde, siper yoldaşlıklarında da yine buluşabilmek için bir “devrim programı” ya da hatta “demokratik devrim” programı ileri sürmemize de gerek yoktur. Ama komünistlerin asgari programlarının da gerisinde yer alabilen eylem birliklerinde bile devrimin geleceğine ilişkin ilintiler okunur ve kollanır. Güncel çıkarları korumak amaçlı birtakım kazanımların geleceğin büyük umutlarını kirleterek yok etmek gibi bir sonuç üretebileceğinin en güzel örneğini Türkiye sosyalistleri bilirler. Kemalizm ile kirletilmiş bir komünist ideolojinin nihai olarak üreteceği şey “ulusalcı solculuktan başka bir şey olamaz.” Ve bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti denilen sömürgeci-kapitalist sistem içerisinde (ilkeyi tahrif etmeden; tarihsel örnekleri çarpıtarak bunmadan yapacağım somut şartlar tahliliyle) sürdürdüğüm her ittifakta “anti-şovenizm” ilkesi yer almaya devam edecektir.
Ülkeyi militarizme teslim eden “sömürgecilik” adlı değirmen taşını boynundan çıkarıp atmadan Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik yapılanmasını değiştirmek şöyle dursun, idari yapılanmasında bir değişiklik yapmaya bile hazır ve istekli olmadığını en azından 1960’lardan beri “değişimi durdurmaya yönelik devlet refleksi” içerisinden yaşamaktayız. Yani burjuva sistem içerisinden de olsa yerel seçim sonuçlarıyla siyasetin demokratikleştirilebilmesi ve özgürlük alanının genişletilmesi mümkün değildir. Sistemin sömürgeci damarları kesilmeden Türkiye Cumhuriyeti sömürgeciliğinin Portekiz ve benzerlerindeki modellere dönerek “yumuşak yöntemlere yönelmesi” söz konusu olamaz. Tersine önümüzdeki dönemde egemen siyasal yapının daha saldırganlaşması bile büyük olasılıktır. Yani bu politik sistem, toplumsal muhalefet ile çepeçevre kuşatılmadığı sürece egemenler arasında yaşanan bu kardeş kavgasından ezilenler lehine yeni bir siyasal ortam üretilemez.
***
Gözü dönmüş bir hırsla ekonominin bütün sektörlerinin yok edilmesi pahasına devlet desteğiyle neredeyse tek ekonomik sektör haline gelen inşaat sektörü, plansız programsız ve dizginlenemez bir hırsla yol alırken, içinden doğduğu bu rant ekonomisine batağına düştü.
Aslında AKP iktidarını ekonomi alanında çok daha zor günler kapıda bekliyor. Temmuz Ağustos 2019 gibi “büyük fırtınanın” geleceği söylentileri giderek kendini kanıtlayarak gelişmektedir. Dış borcun mevcut kaynaklarla ödenemez boyutta olması; kısa vadeli borç ödemelerinin devlet memurlarının maaşlarının bile ödenmesini zorlayacak ya da olanaksız kılacak bir baskıyı üretmeye başlaması; yeni yatırımların yapılamadığı ve sıcak para kaynaklarının giremediği bu ranta dayalı Türk talan ekonomisi, Türk mentalitesi içinde bire bir o feodal “namus” kavramıyla özdeş tutarak koruduğu TSK’ya ait üretici şirketlerini de Katar gibi ülkelere satışa çıkardığına göre, varın gerisini siz tahmin edin.
Böylesi baskıları yaşayan ve yaşayacak olan sömürgeci-kapitalist Devlet’in, sistemi düze çıkarabilmek için Oligarşinin bütün ittifaklarıyla sürdürülecek yeni bir konsensüs içerisinden davranarak; bunun vurucu elinin şimdilik AKP olmaya devam edeceğini; CHP’nin ise sola ve bildik tek’lere dahil olmayan halk ya da inanç gruplarının katledilmesi karşısında “taziyelerini arz ederek” acıları dindirmeye çalışan bir afyon görevi görmeyi bir süre daha sürdüreceğini düşünüyorum.
Seçim sonrası değerlendirmelerimi birkaç hafta sonraya bırakarak şimdilik “kayıt düşmek” adına bu yazıyı kendim için yeterli sayıyorum.
***
Önümüzdeki üç-beş ay içerisinde merkezi devletin belediyelere aktardığı ödenekleri kesmek ya da Hükümet onayına bağlı büyük ihalelere izin vermemek gibi yöntemlerle, sistemin resmi ya da sivil ortaklarının en büyük gelir kaynağı olan (Ankara ve İstanbul, İzmir, Mersin, Adana vb.) beş altı il AKP ve MHP tarafından çalışamaz hale getirilmek istenecektir. Böylece kitlelerin muhalefete yüklediği umutları boşa çıkarmak ve bir yeniden dönüş girişimini uygulamaya sokmak isteyecektir. Cumhurbaşkanı hiçbir şey anlatmadan ve bugüne kadar gösterdiği en büyük demoralizasyonu her şeyiyle yansıtarak yaptığı Balkon Konuşması’nda bu tehdidi açıktan dillendirdi: “Haydi yönetsinler de görelim.”
Sözün kısası derim ki: Erken rehavete kapılmayalım, hazırlıklı olalım. Haklarımızı ve halklarımızı savunabilecek özsavunma güçlerinin inşasına derhal başlayalım. Kendi sağından medet umarak değil ondan ayrışarak rengimizin farklılığını kitlelere daha belirgin gösterelim.
Zaten fazlasıyla sağa kaçan sol, bu coğrafyada, “ırkçı partiler içinde az öldüren ırkçı parti” olmaktan öteye bir anlama sahip olamaz ki bunu zaten CHP yeterince temsil ediyor.
***
Eleştiri miydi o?
Birileri yine yazdıklarıma eleştiri yöneltmek yerine konunun tamamen dışında hamaset yaparak; düşüncesini aktarmak yerine kişisel sorunlarını öfke ile dışa vurmuş. Bir başkası, güya yorum yapmak istemiş ama beceremeyince efelenmiş, bel altı vurmaya çalışmış: “Klavye silahşorları ile işimiz olmaz.” Doğru söylemiyor aslında. Ciddiye almasa bir kalem silahşorunun yazısını okumaz; etkilenmese yanıt vermez güler geçerdi. Söylenenlere yanıt vermek yerine, öneri de sunamadığı için, aczini küfrüyle kapatmaya çalışmış. Klavye düşmanlığı bana her zaman, “yazar ya da aydın oldukları hatta gözlüklü oldukları gerekçesiyle” burjuva sınıfı içerisinde tanımlanarak bir buçuk milyondan fazla insanı katleden Kamboçya’nın Hitler’i Kızıl Kmerler’in lideri Pol-Pot’tu hatırlatır.
Bir eleştiri tartışmayı bel altına çekmeye çalışıyordu. Ve maçasının gücüyle övünerek devrimci hamaset yapmak da sanırım bizim topluma özgü bir karakterdir. “Maçası tutan sahaya çıkar” diyor bir öfkeli devrimci. Dile bakar mısınız?
Oysa biz düşüncenin maçada değil beyinde üretildiğini sanıyorduk. Ve bu nedenle maçanın ürettiği şeyi biz kenefe atar, üzerine de su döker oradan uzaklaşırız. Devrim ne yeni yetme gençlerin grup kabullerinde gerçekleştirildiği gibi cesaret testlerine gereksinim duyar, ne de yürekli maceraperestleri cezbeden bir macera değildir. Maçaya bakmaz devrim, sağlam bir ideoloji ve bu ideolojiyle beslenen bir teori ve bu teoriyi gerçekleştirmeye yönelik teorisiyle uyumlu bir pratik ister. Devrim, gelecek için kurguladığı dünya ve insan ilişkilerini bugünden örmeye çalışan ilkeli ve bilinçli bir program ister. Bu programı içselleştirmiş bir örgütlenme; bu örgütlenmeyi temsil edebilen donanımlı kadrolar ve bu ilkeler üzerine kurulmuş kitlesel ilişki ağı ister. Devrim, belden aşağı benzetmelerle yan yana gelince kirlenen bir temizliğin adıdır. Ekim’in tertemiz sosyalizm anlayışının Kemalizm’le küçücük bir temasının bile 90 yıldır temizlenemeyen bir kirlilik yarattığının bilincindeyiz ve tanıklarıyız.
Kişi, söze öfke ile başlayınca hızını alamaz; gözü kararır, bütün kavramların ve tanımların içini, sorgulamadan, kendince doldurur. Örneğin “içeri-dışarı” tartışmalarını alır ve düşüncelerini gözü kara bir saldırganlıkla mantık dışına çıkar. “Hariçten gazel okumayalım biz sahadayız” gibi, tartışılan sorunla hiçbir ilişkisi olmayan yanıtlar üretir kendince.
Oysa sorun “sahada” olup olmamakta değil, sahada olup biteni nasıl değerlendirildiğiyle ilgili bir sorundur. “Sahada olmak” sadece coğrafi bir konum bildirmek olabilir ama ne “mücadele içerisinde oluşu” anlatır ne de sürdürdüğü mücadelenin doğruluğunu. Oysa eğer devrimci faaliyetten söz ediliyorsa, “saha” sözcüğünde söz konusu olan şey artık yaşanan mekân olmaktan çıkar, “mücadelenin içinde ya da dışında” yer alıp almamakla ilgili bir anlama taşınır. Örneğin bir zamanlar içerisinde yer aldığım örgütümün Merkez Komitesi’nin raporunda “yurtdışından gelen mali kaynak olmasaydı ülkede siyasal eylemi sürdüremezdik” cümlesiyle ifade edilen şey tam da sözlerimin özetidir. Ve yine hatırladığım kadarıyla Merkez Yayın Organı’mızın yazılarının büyük çoğunluğu yine “yurtdışındaki” yoldaşlarımız tarafından yazılıyordu. Bu bir işbölümü idi ve içeri-dışarı tartışmasına dayandırılmadan herkes üzerine aldığı görevi yapmakla mükellefti.
Bir adım daha atarak iddiayla söyleyebilirim ki, sahada olmak sahayı tanımak anlamına da gelmez. Yer aldığı sahada neyi nasıl yaşadığı; yaşadığını ya da gördüğünü nasıl tanımlayabildiği önemlidir. Üstelik “Batı basınında” kim ne yazmış merakı ülkenin görünümüyle ilgili değerlendirmeler için ilgiyle izlenirken, farklı önerilere karşı böylesi bir talepte bulunmanın, gerçekte “dışarı-içeri” pozisyonuyla hiçbir ilişkisi olmadığı açıktır. “Hariçten gazel okumayın” istemi “muhalefet etmeyin” ihtarıdır. Oysa hariçten gazel okuyanlar için ülke dışında operasyon yapma kararı bile alan Evren, Çiller ya da Tayyip gibi eli kanlı diktatörler bile engelleyememiştir “hariçten gazel okuyanların sesini.” Belki de tam da bu nedenle dışarıdan yazan birilerinin olması politik bir talep olarak savunulabilmelidir. Çünkü hiçbir diktatörün gücü hariçten (dışarıdan) gazel okuyanları susturamadı.
Bu tür suçlamaları her duyduğumda, ülkesinden kaçmak zorunda kalan Kapital’in yazarı Marks’ın, üstelik uzun süre açlıkla boğuşarak kalabildiği sürgün yaşamında Londra’da sürgünde öldüğünü hatırlarım. Rusya’da yayınlanan Iskra için İsviçre’de sürgünde yazan Lenin; sürgünde öldürülen Troçki; Moskova’da sürgünde ağlayan Nazım, ya da Yılmaz Güney ya da Ahmet Kaya gibi karakterleri hatırlamayı seviyorum kendimce.
Ve sürgünlüğün ilk yıllarında bu türden belden aşağı vurma çabaları etkili olsa da, hele de ayağında ülke toprakların çamuru henüz kurumamış birini bu tür suçlamaların etkileyebilmesi mümkün değildir.
Yine öfkenin söylettiği bir söylem daha: “Bizim milletvekili danışmanlığı gibi talebimiz yok” diyor anladığım kadarıyla “senin var” demek istiyor. “Keşke senin de olsaydı” derim düzeltmek için. HDP milletvekillerine danışmanlık yapabilecek bilgi ve birikime sahip birilerinin daha çok olmasına o kadar ihtiyacımız var ki! Beni de bu milletvekilleri böylesi bir göreve çağırdıklarında onur duydum. Bu istemin gerçekleşememesinin nedeni ise, faşist AKP iktidarının diğer birçok HDP’li politik danışman gibi beni de “devlet güvenliği açısından sakıncalıdır” gerekçesiyle reddetmesi oldu. Danışman olabilseydim elbette sevinirdim, Ama her fırsatta gücüyle övünen bu devletin beni böylesine ciddi bir tehlike olarak tanımlaması ise hayatımın gururunu yaşattı, sevindirdi, onurlandırdı. Yani, tam havamdayım şimdi. Dövemediysem de korkuttum ya, bu da bana yeter!