Umut Yazıları

“Despotların Eli Ayağı Titrer” – Özenç Derin Bademci



Politik bir özne olan bedenin, direniş içinde yaşadığı her anla özneleştiği açlık grevi pratiği, hem dünya hem de TDH tarihi açısından önemli örnekleri bünyesinde barındırmakta. 

Politik bir mücadele biçimi olarak ilk defa Çarlık Rusya’sındaki siyasi tutsaklar tarafından uygulanan açlık grevi pratiği, 20. Yüzyılın başında İngiltere’de oy hakkı isteyen “Süfrajetlerin” hapishanelerde açlık grevine başlamasıyla dünya kamuoyunun gündemine gelmiştir. Yapılan açlık grevi eylemine İngiliz hükümetinin “zorla besleme” yöntemi ile müdahalesi sonucu, başta “Mary Clarke-Jean Hewart-Katherine Fry” olmak üzere birçok süfrajet yaşamını yitirmiştir. İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan’ın bağımsızlığı için Gandhi’nin başlatmış olduğu açlık grevi pratiği de dünyadaki örnekleri içinde özgün bir noktada durmaktadır. RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) ve IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) tutsaklarının hapishanelerde başlatmış oldukları açlık grevi pratikleri; çıkış talepleri ve yaratmış oldukları toplumsal etki yönünden, günümüze dair önemli dersler içermektedir.  1972-1975 yılları arasında RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) tutsakları, hapishanelerde (Stammheim Hapishanesi) uygulanan tecrit-tretman politikasına karşı 3 ayrı açlık grevi başlatmıştır. Bunlardan en uzunu olan ve 145 gün süren süreç sonunda Holger Meins yaşamını yitirmiştir. Yukarıda da değindiğim gibi bir diğer örnek ise, Bobby Sands öncülüğünde IRA’lı tutsakların “H blokları parçala” sloganı üzerinden başlatmış oldukları açlık grevidir. 1980-1981 yılları arasında gerçekleşen “H blokları parçala” eyleminde Bobby Sands de dâhil 10 IRA’lı tutsak yaşamını yitirmiştir.

Devletin hapishanelerde tutsaklara uygulamış olduğu “işkence-kimliksizleştirme-tecrit-katliam” politikalarına karşı devrimci tutsakların geliştirmiş oldukları mücadele pratikleri, hapishanelerdeki mücadele tarihimizin belirleyeni olmuştur. 82-84 Amed zindan direnişi, tek tip elbise dayatmasına karşı 84 Metris-Sağmalcılar direnişi, 1992 Ulucanlar katliamı, 1996 süresiz açlık grevi direnişi, 19 Aralık katliamı ve 2000 ölüm orucu direnişi; açlık grevi pratiğinin Türkiye özgülünde bir direniş geleneği olarak kavranması gerektiğini tartışmaya mahal vermeyecek netlikte ortaya koymaktadır.

Açlık grevi pratiklerinin en önemli momenti, çıkış taleplerinin kamu ile buluşması, başka bir ifadeyle kamuyu harekete geçirebilir olmasında kendini göstermektedir. İçeride başlayan direnişin dışarıda yani toplumsal muhalefet zemininde söze-eyleme dökülerek kitleselleşmesi, içeride en sert koşullarda sürdürülen irade savaşının olmazsa olmazıdır. Zaten politik bir özne olan bedenin “muharebe sahasına” dönüştüğü açlık grevi pratiğinde, muharebe sahasının bedenlerden taşıp, yaşamın olduğu her alana aynı kararlılıkla aktarılması gerekmektedir. Bu bağlamda, bedenler üzerinden sertleşen irade savaşının en önemli ayağı olan “toplumsal mücadele zemini” içerideki direniş hattı ile orantılı olduğu ölçüde direniş başarıya ulaşabilecektir.

Açlık grevi örneklerinde bir diğer önemli nokta ise “zaman” kavramının siyasallaşmasıdır. Direnişin ilk günleri ile kritik eşiğin aşılması sonrası gelişen süreç; hem bedenler hem de kitle seferberliği yönün-den farklılık göstermektedir. Zaman ilerledikçe bedenler erimekte, eriyen bedenler sokaklarda fabrikalarda mahallelerde yaşamın aktığı her alanda direnen yeni bedenlerle buluşmalıdır. Belirtmiş olduğum bu ortaklaşma; direniş pratiği açısından “kamu” ve “zaman” kavramlarının birbirini tetikleyen etkisini somutlamaktadır.

Dario Fo’nun tecrit ve imhayı konu alan tiyatro oyununun isminde vurgulanan “Ben Ulrike Meinhof Bağırıyorum” sözü, hem yaratılan tecriti hem de var olan tecritin nasıl kırılacağı konusunda güçlü ipuçları barındırmakta, dışarıyı içerinin sesine ses olmaya davet etmektedir. Bu sese kulak vermediğimiz, bu sesi yaşamın her alanında çoğaltmadığımız ve eylemselleştirmediğimiz sürece “kamu” olarak tecrit politikasının bir parçası olduğumuzu ve yaşanacak ölümlerden iktidar kadar sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.

“Altmış gün boyunca açlık grevinde kalarak idealleri uğruna ölme kudretine sahip insanların huzurunda despotların eli ayağı titrer! Bunun yanında, yüzyıllar boyunca insani feda ruhunun simgesi haline gelen İsa’nın çarmıhtaki üç günü nedir ki?”

Bobby Sands ve yoldaşlarının açlık grevi direnişinde ölümsüzleşmesi üzerine Fidel Castro tarafından söylenen bu veda cümleleri, açlık grevi eylemcilerinin cürret ve kararlılıklarını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Yukarıda değinmiş olduğum cürret ve kararlılık, bugün Türkiye ve Kürdistan hapishanelerinde süresiz bir irade savaşına dönmüş durumda. 8 Kasım tarihinde HDP Hakkâri milletvekili ve DTK Eş Başkanı Leyla Güven’in Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit koşullarının kaldırılması talebiyle başlatmış olduğu ve 1 Mart tarihi itibariyle Türkiye ve Kürdistan hapishanelerine yayılan süresiz açlık grevi bugün itibariyle 166. gününde.

Direnişin ulaştığı zaman boyutu ve bedenler üzerinde yarattığı tahribat göz önüne alındığında, özellikle batı metropollerinde yaşanan sessizlik kahredici düzeydedir. Yaşanan sessizliği kırmanın tek adresi toplumsal muhalefetin uzun zamandır unuttuğu sokağın yaratıcı bir tarzda kullanımında kendini gösterecektir. Kitle seferberliğinin yaratımı açısından ölümlerin yaşanması beklenmemeli, zamanın bizi kontrol altına aldığı algıdan uzaklaşılmalıdır. Seçimlerden sonra AKP/RTE iktidarının belirleyici metropollerde ki yenilgisi ve bu metropollerde oluşan güçlü moral değer ve özgüven, açlık grevi ekseninde çıkış yapacak toplumsal muhalefet açısından iyi değerlendirilmelidir. Gün geçtikçe “sessizlik” bizim de ezberimiz haline gelmektedir. “Sessizlik” üzerinden tarif edebileceğimiz tecrit uygulamasını, öncelikle sokaktaki sessizliğimize son vererek kırabiliriz. Belki bu pratik çıkış, başka bir başlangıcın tetikleyicisi olacaktır.

Paylaşın