Sadece tarih değil, tarihimiz de açık sorgulanmalıdır
UMUT’taki yeni dönem yazılarıma “sorgulama” ağırlıklı başlamam çok az sayıda arkadaşın dikkatini çekmişti. Bazı arkadaşlarım ise “hayırdır, takıldın kaldın galiba?” türü muzip sorularla deşmeye çalıştı düşüncelerimi. Evet, uzun zamandır gündemimi bu konu oluşturuyor.
68’den bugüne yarım asrı devirdik. 68 Hareketi’nin 50. Yılı üzerine yapılan panel ya da söyleşilerde, geçmişin değerlendirilmesinde yaşanan sığlığı görünce, sorgulama sorununun ne kadar önemli bir görev olduğunun yanı sıra, nasıl zor bir uğraş olduğunu da bir kez daha görmüş oldum.
Okuma alışkanlığı zayıf olan bir toplumdan sağlıklı bir sorgulama beklemek zordur. Belki biraz kışkırtarak insanları geçmiş üzerine eleştirel düşünmeye zorlamaya kalkmak ise, yakın dönem fenomeni Tayyip’in yükselişini bile “kömür, makarna” ile açıklamaya çalışan tembel beyinlerde başarısızlığa mahkûm bir girişim olarak kalacaktı. Sanırım büyük çoğunluğumuz 68’i halk öyküleriyle benzeştiren hamaset söylemiyle aktara aktara, tarihimizin en önemli dönemini tanımlanamaz hale getirdik. Oysa hepimiz, diyalektik ve tarihsel materyalizme ilişkin sıradan bir bilgilenme ile de olsa, günümüz solunun CHP ile ittifak arayışının tarihimizde hiç kesintiye uğramadan sürdüğünün tanıklarıyız. Bu türden iddia sahiplerini orantısız bir tepki ve öfke ile linçe yönelmemizin nedeni ise, o tarihe şu ya da bu ölçüde katkı vermiş olan bireyler olarak hepimizin, kendi gücümüze duyduğumuz güvensizlikle yüz yüze kalmamızdan kaynaklandığını; yani gerçekte özgüven duygusunun zayıflığının yarattığı bir korku olduğunu düşünüyorum.
’68 döneminin ürettiği ana akımlar değişik versiyonlarda vücut bularak bugün de varlıklarını sürdürmektedirler. Ne var ki bu yeni hareketler geçmişe yönelik eleştirel bir değerlendirme yapmaktan her zaman çekinmişlerdir. İçerisinden geldiğim hareket de (geçmişe eleştirel yaklaşmak konusunda çağdaşlarından haylice önde olmasına rağmen) bundan muaf değildi. Örneğin 15’lere ağıt yakıp türkülerimizde acıyı bal eylerken, 15’lerin katliyle sonuçlanan bu Türkiye yolculuğunun nedenleri üzerine fazla konuşmamaya çalışmanın bir anlamı vardı herhalde? Bugün bile bir kahramanlık destanı olarak sunduğumuz Kızıldere’nin hangi devrimci taktik ya da stratejinin gerekliliği olarak gerçekleştirildiğini sorgulamak tabu konuların üstünü açmaya çalışmak değil midir? Bu eylemin, geleceğe yönelik plan ve programları olan komünist bir hareketin yapmaması gereken ciddi yanlışlarla malul olduğunu söylemek bir linç nedeni olabiliyor. Görünür yüzüyle “Deniz’lerin idamını engellemek” için, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u bile gözden çıkararak böyle bir pazarlığa oturmayan ceberut devleti, tutsak ettiğimiz 3 İngiliz teknisyen üzerinden pazarlığa zorlamak, hiçbir başarı şansı olmayan bir eylemdi. Ve sonuçta dönemin değerli önder kadrolarının imhasıyla son buldu.
Eylemin “kahramanlık” bağlamında örnek bir eylem olduğunu tekrar etmeme gerek bile yoktur. Ama böylesine bir girişimin arkasındaki düşünce ya da plan neydi? Dönemin THKP-C’sinin sürdürülen politik askeri pratik üzerine tartışmalar nedeniyle o tarihlerde ciddi olarak bölünmüşlüğünün askeri bir başarı ile giderilmesi düşüncesi acaba bu eylemi zorlayan bir güdü değil miydi? Ve böyleyse, tarihe doğru dersler aktarabilmek için bu gerekçelerin bugün bile devrimci kitlelere duyurulmamasını, yeterli bir analizinin yapılamamasını nasıl açıklayabiliriz?
Türkiye her gün biraz daha batarken, “ne yapmalı?” sorusu
Türkiye, devletin bekasını kardeş katliamları üzerine oturtan bir Osmanlı geleneğini yaşatarak devam ediyordu. Henüz kuruluş aşamasında kanlı katliamlar üzerine kurulmuş bir devletten söz ediyoruz. Sultanlık sonrasında beka sorunu, sultanlık sisteminden beslenerek doğmuş olan Cumhuriyet’te de, iktidara karşı olan muhalefet güçleri ile mücadele gerekçesi olarak ortaya çıktı. Her iktidar, muhalefetini devletin bekasını tehlikeye sokan potansiyel bir düşman olarak tanımladığı için yok etmekte beis görmedi. İttihat Terakki ile başlayan gazeteci ve politikacı katliamları sadece Mustafa Suphi’ler gibi muhalif oldukları kafadan hükme bağlanmış düşüncelere yönelik değil, bundan daha da azgın olarak Cumhuriyet kadrosunun kendi içinde, iktidar ortakları arasında sürdürülmekteydi.
Ermeni, Asuri-Keldani, Rum soykırımları ile döllenen Cumhuriyet, sadece 1920-1938 arası 17 Kürt katliamı ve Dersim katliamıyla bile “bütün zenginlikleri kendi elleriyle yok eden ülke” olarak tarih kayıtlarına geçmeye hak kazanıyor elbette.
Cumhuriyet’in kuruluşunda İstiklal Mahkemeleri; tek parti döneminin tabutlukları; devletin düzenlediği 6-7 Eylül azınlık halklara karşı başlatılan talan ve göçertme eylemi; AP döneminin devrimci avı ve idamları; Çiller-Ağar zamanı 20 bine varan faili meçhuller; Maraş, Çorum ve Sivas’ı hatırlayalım. Ve biliyorum çok sayıda devlet katliamını yazmadım. Artık bu listeye siz ekleyin tek tek.
Ve geldik bugüne. Hiçbirini uzun uzun yazmayacağım. Hepimiz zaman tanığıyız. Rojava, Soma, Suruç, Ankara Gar katliamı, Cizre, Sur, Afrin, kadın cinayetleri, işçi kıyımları ve diğerleri. Bu bile yeter de artar bile.
***
Her seçim sonrasında partiler arası oy dağılımına bakarak bir siyasal partinin düşüşe geçtiğini söylemek belki de burjuva demokrasilerinin ilk yüzyıllarından kalma bir alışkanlıktır. Oysa en azından son yüzyıldır daha önceki yüzyıllardan farklı olarak “iktidar” ile “hükümet” hatta “devlet” kavramları arasında ciddi farklılıklar vardır. Tarihte iktidar olamayan devletler, ya da devlet olamayan iktidarlar örneklerine sıkça rastlandığını biliyoruz.
Bence AKP iktidarının düşüşe geçme süreci 7 Nisan 2007 e-Muhtıra girişiminin AKP lehine etkileri nedeniyle bir süre ertelenmiş de olsa, AKP’ye yönelik “kapatma davası” açılması artık AKP ile iktidar ortakları arasında bir çatışmanın başladığını göstermekteydi. İnşaat sektörü üzerindeki daralma süreci ise AKP saflarında “pastadan pay kapma” ya da en azından “mevcut payını koruma” güdüsüyle AKP içindeki çıkar çatışmasının su yüzüne çıkmasına neden oldu. 7 Şubat 2012’de PKK ile TC arasında Oslo’da 2009’dan beri sürdürülmekte olan görüşmelerin Fethullah tarafından deşifre edilmesi ve Tayyip’in güvendiği tek adam olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu nedenle ifadeye çağrılmasıyla tekne su almaya yani çöküşe başlamıştı. Bundan sonrası belki toplumsal yapıda ciddi bir reform hareketleriyle değiştirilebilirdi ki muhafazakâr bir AKP böylesi köklü bir reform için uygun bir yapıya sahip değildi. 2013’de İmralı’dan Sayın Öcalan ile başlatılan Çözüm Süreci Tayyip’in “iktidar gücündeki” düşüşü önlemeye yönelik girişimi olarak da değerlendirilebilir. Ya da tam tersi devlet şiddetinin artırılmasıyla sürdürülebilir hale geldi. Tayyip’in Gezi’de o denli paniklemesi ve darbe parmağı araması, 17 ve 25 Aralık’ta hırsızlık şebekesinin ayrıntıyla belgelenerek deşifre edilmesi, irtifa kaybetmekte olan iktidarın zaten var olan düşüş korkusunu iyice körükledi. Ergenekoncuların savcısı olan Tayyip, bu kez Ergenekoncuların kurtarıcısı olarak ortaya çıktı.
Ne var ki bu girişimi de AKP’nin iktidar gücünün düşüşünü engelleyemedi. Kürt oylarını çekerek doping yapacağını düşünen Tayyip Başkanlık sistemiyle iktidar gücünü pekiştirmek isterken HDP’nin yükselen oy potansiyeli ve etkisi karşısında 7 Haziran 2015 seçimlerini iptal etmeye zorladı. Aslında iktidar gücünün korunabilmesi için artık ikinci yoldan yani “havuç yönteminin” bütünüyle terkedilerek “sopa yöntemine” sarılmasını; ülke içinde ve dışında şiddetin yükseltilmesine karar verildi. 1 Kasım seçimlerine geliş, CHP’nin de bilinçli bir “sömürgeciliğin ve sömürgeci devletin savunuculuğu temelinde büyük katkısı ile gerçekleştirildi.
AKP’nin iktidar gücünde düşüş devam etmektedir. Ne var ki bütünüyle Tayyip’in kontrolü altına alınmış olan saldırgan, acımasız, intikamcı, hukuksuz devlet idaresine rağmen AKP içerisindeki çöküşü engelleyecek dinamikler bütünüyle yok edilememiştir. Neredeyse her ay özellikle de ordu ve polis ve yargı kurumlarında yapılan “Fethullah” operasyonları bu korkunun dışavurumundan başka bir şey değildir.
İşte tam da bu koşullarda gündeme gelen 2019 Yerel Seçimleri 2023 programını riske sokan yeni bir süreci işareti olarak ortaya çıktı. AKP’nin bu çöküşünü gören (belki de örgütleyen) Devlet Aklı, politik olarak neredeyse bitirilmiş olan CHP’yi yeniden politik piyasaya sürmeye karar verdi. Bütün AKP’li seçimlerden farklı olarak YSK’nın son Yerel Seçimlerde içerisine girdiği tavır bu aklın ürünü olarak durmaktadır.
Bir partinin “oy kapasitesi” ile “iktidar gücü” aynı anlama gelmemektedir. AKP’nin oy kapasitesinin bugünde birinci parti olmasını engellememektedir. Ama Türkiye gibi ülkelerde oy çoğunluğundan daha çok “iktidar gücü” denilen ve devlet aklı ile yönlendirilen mekanizmalar belirleyici olurlar.
Ve AKP’nin ortaya attığı “Türkiye ittifakı” projesi, AKP’nin çıkarlarını ters ve yönetme sistemini zorlaştırabilecek bir proje olmasına rağmen, Devlet Aklı’nı en azından bir süre daha AKP’nin yönetimine ikna etmeyi amaçlayan bir öneri olarak düşünmek gerekir.
Öncelikle Türkiye İttifakı projesi “millet” kavramına değinmeden “ülke” (ve elbette devletin bekası) düşüncesini içermektedir. Yani bu öneri Kürtleri dıştalamak yerine “sistem içine almayı” daha çok öne çıkaracak bir proje olacaktır. Bu isteğin gerçekleştirilebilmesi ise ancak PKK’nin dıştalanması; yeni bir parti ile HDP’nin tasfiye edilmesi ya da etkisizleştirilmesi, Kürt ulusu içerisinden yeni resmi muhatapların ortaya çıkarılması ile mümkün olabileceğini düşünebilirler. Kürt milliyetçiliğine devlet nezdinde itibar kazandırılarak yeni hendek savaşı yalanlarıyla PKK’nin etkisinin kırılmaya çalışması bu projenin temellerini oluşturacaktır.
İkincisi “Türkiye İttifakı” projesi mevcut başkanlık sistemi içerisinden düşünüldüğünde, küçük ödünler vererek AKP’ye koltuk değneği olacak destekleri oluştururken, Başkan nezdinde AKP’nin yönetme gücünü de artıracak bir hedefi içermektedir. Bugünkü AKP politikalarının temellerinin mimarı olan Davutoğlu’nun son parti çıkışının AKP’yi ciddi anlamda geriletebileceğini düşünmek mümkün değildir. Ama AKP içindeki Tayyip’in önündeki asıl tehlike 15 Temmuz “darbe girişimi”nde yaveri tarafından esir alınan dönemin Genel Kurmay Başkanı olan Halis Akar, içişleri bakanı Süleyman soysuz, Pelikanlar grubu ve parlayan oyuncak Berat Albayrak.
Hulusi Akar üzerine söyleyecek çok şey var. Ama “şerefiyle övünüp onuru için ölümü göze alacağı” ninnileriyle büyütülmüş bir toplumda, darbe olduğu iddia edilen bir girişimde, hiçbir direniş göstermeden teslim olmuş ve hiçbir çatışma yaşamadan esaretten kurtulmuş bir Genel Kurmay Başkanı’nın başına gelecekleri en iyi bilecek bir ülke halkıyız. Bir darbe ile kurulan Cumhuriyeti birçok darbe ile yaşatmaya çalışmış bu toplumun insanları olarak darbe dinamiklerinin ve sonuçlarının neler olabileceğini kendi tarihimizde yüksek lisans düzeyinde biliriz. Ve bu adam hem darbe sonrası böyle bir darbeyi zamanında fark edememiş olmaktan bile sorgulanmadan yerini koruyabilmiş, hem de yeni politik sistemde Savunma Bakanlığı gibi bir makama getirilebilmiştir.
Elindeki büyük istihbarat gücünün olanaklarını, hatta 1960’dan itibaren silinmesine karar verilmiş devlet arşivlerini bile yasaya açık aykırılığını göze alarak yoğunca kullandığı bilinen İçişleri Bakanı Süleyman Soysuz, Tayyip’i de aşan uygulamaları nedeniyle aslında Saray’ın da en yakın fırsatta sepetten atacağı ilk safra olacağını bilmektedir. Bugün Saray’ın ve bütün Erdoğan ailesinin korkulu rüyalarında hep var olan bir kimlik olarak görünmektedir. Erdoğan’ın polis kurumlarını ziyaretinde polislerin şarjörlerinin toplatılması; Saray’ın muhafız gücünün komutasının kendi üzerinde olması; sadece hukuku aşmak değil, toplumsal değerlere de saldırı ve tehdidi terk etmeyen Soysuz’un uygulamalarına gık çıkaramadan sessiz kalması Soysuz’un nasıl çirkef bir insan olduğunun kanıtı olarak yeter de artar bile. Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırının, bir Türkiye İttifakı’na karşı olan Soylu’nun eseri olduğunu unutmamak gerekir. Pelikanlar, Berat Albayrak ve çok da ciddiye almasa da Davutoğlu faktörü elbette Tayyip’in başkanlık sistemini daha da tahkim etme isteğini bir zorunluluk boyutuna tırmandırmıştır. Ama “Türkiye ittifakı” ile başkanlık sisteminde Tayyip’in yetkilerinin artırılması istemlerinin birlikte ortaya sürülmesi, payanda adayları ile pazarlıkta ve uygulamada sorun çıkararak biri diğerini engeller bir role büründürüyor.
Bugün seçimlerin yenilenmesini ısrarla dayatan Berat Albayrak ile Sultan arasında da (Mevcut ittfakları ve Soysuz sorunu; seçimlerin yenilenmesi isteminde Berat dayatması; ekonomik kriz konusundaki öneriler ve Tayyip baskısı gibi) değişik konularda bir gerginlik yaşandığı bilenmektedir. Eli kanlı bir katil ve aile boyu bir hırsız olan Tayyip artık gölgesinden bile korkan bir yaşam daralması içerisindedir. ABD ile Berat çocuğun yaptığı görüşme, kendisi için ABD desteğini sürdürmek amaçlıdır ama bu, “her şeyin yaratıcısı” megaloman bir Tayyip için yeni korkuların da kaynağıdır. Yakın tarihte Berat Albayrak’ın Maliye Bakanlığı görevinden alınacağı bilgisi bana kadar bile ulaştıysa, Berat’ın artık kendine bile hayrı olamaz.
Açıktır ki Devlet Aklı kesin bir dayatmaya gitmediği, yani “Tayyip Sistemi”ni değiştirmediği takdirde, şimdilik Türkiye İttifakı projesinin AKP+MHP ittifakının yerini alabilecek bir ittifak olabileceği söylenemez. Tayyip’e rağmen Tayyip sisteminin değiştirilmesi de mümkün değildir. Zaten Tayyip’in Türkiye İttifakı’ndan kastettiği şey içi bomboş olan “gelin, birlik ve dirlik içerisinde yaşayalım” sözüdür.
Bu proje Türkiye’nin her gün biraz daha dibe vuran ekonomisine uzun zamandır kaynak bulamayan borç batağındaki Türkiye’ye CHP ile “Milli Birlik” sağlandığı izlenimiyle başta IMF olmak üzere yeni kaynaklar arama çabasının bir ürünüdür.
Ne var ki böylesi bir politik kargaşanın bile AKP’yi düşürememesinin temel nedeni AKP’nin deşifre edilememesi değil, Türkiye’de mevcut siyasal konjonktürde henüz bütünü kucaklayabilecek bir muhalefet partisinin olmamasıdır. Büyük çabası ve mevcut matematik içerisindeki boyundan da büyük yerine rağmen HDP’nin Türkiye bütününü kucaklayabilecek bir muhalefet gücü olması, onu var eden dinamiklerin özellikleri nedeniyle mümkün de değildir. Kaldı ki HDP’nin salt bir Türkiye Partisi olması isteği de bence yanlıştır.
***
Bütün bunların üzerinden kısa dönem geleceğe bakınca, devlet aklı ile çelişse de, Tayyip’in korkularının dayatması sonucu Türkiye genelinde yeni bir şiddet dalgasının yakında yaşanacağını söylemek mümkündür. Bu şiddet dalgası hemen öncesinde görüldüğü gibi Suriye topraklarında değil daha çok Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de gerçekleştirilecektir.
Ekonomik krizin Türkiye’de ezilen halkları, işçi ve emekçi kitleleri ağır ezeceği artık bilinen bir gerçektir. Ve işçi ve emekçilerin sokağa taşmaları olasılığı giderek olasılık olmaktan öte bir geçerlilik kazanmaktadır. Büyük ağırlığını gençlerin oluşturacağı işsizlik ve çift rakamlara ulaşmış olan enflasyon oranlarının birkaç ay içerisinde daha da hızla yükseleceği konusunda neredeyse bütün ekonomistler ortak düşünüyorlar. Tayyip’i iyice batacağı korkusuyla ürküten “Berat Albayrak’ın yerel seçimlerin yenilenmesi önerisi” gerçekte gelen ekonomik sıkıntının politik devlet şiddetiyle bastırılması düşüncesinin ürünüdür. Tayyip’in büyük rahatsızlık duyduğu Süleyman Soysuz’a karşı sessiz kalmasının bir nedeni de, tanımını yaptığımız böylesi bir gelecek için, devletin ve egemen sınıfların ihtiyaç duyabileceği her tür katliamı gerçekleştirebilecek onursuzlukta gözü dönmüş bir katil olmasındandır.
Bütün bunlar için devletin sokakta tam hâkimiyeti sağlaması; muhalefet adına tık çıkmasını engelleyecek bir devlet politikası uygulaması kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durumda yapılması gereken şey başlıklar altında şöyle tanımlanabilir:
1- Anti şovenizm ilkesini de kucaklayan kitlelerle, en geniş demokrasi cephesinin oluşturulması. Metropollerde Kürt ve diğer halklardan işçilerle sınıf eksenli buluşmaların yaygın ve derinlikli oluşumunun gerçekleştirilmesi;
2- Halk güçlerinin özellikle metropollerde sokak hâkimiyetini kaybetmemek hatta ele geçirmek amacıyla özsavunma güçlerini hızlandırarak örgütlemesi; faşist paramiliter güçlerin saldırılarını göğüsleyip püskürtebilecek bir donanım yeteneğin kazandırılması;
3- Devletin silahlı saldırıların hedefi olabilecek olan varoşlarda savunma amaçlı örgütlenmelerin oluşturulması ve geliştirilmesi;
4- Dönemin en ağır baskılarını yaşayan kadın hareketinin devasa gücünü böyle bir direnişe katma çabalarının hızlandırılması. Tamam, bu söylediklerim çoğu kişiye gerçekten kopuk, gerçekleştirilmesi olanaksız hayal ürünü düşünceler olarak gelebilir. Ama biz imkânsızı istemekte devam etmeliyiz; gerçeğe ulaşmanın ve tanımanın biricik yolu budur.