yürümek;
yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi
bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
karanlığın gözüne bakarak yürümek..
yürümek;
dost omuzbaşlarını omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek ..
yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek ..
yürümek;
yürekten gülerekten yürümek …
Kuşkusuz ki her dönemin kendine göre zorlukları vardır. Bizden önce mücadele eden, bizler ve bizden sonra da devam edecek devrimciler yaşadıkları her dönemde zorluklarla karşı karşıya kalmış ve kalacaklardır. Çünkü kendisine karşı mücadele ettiğimiz kapitalist- emperyalist sömürge anlayışının kökleri çok güçlü. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin var olmasıyla birlikte atılan tohum, bugün bütün topluma, bin yıllık kök salmış habis bir hücre gibi işlemiş. Bu öyle bir hastalık ki bulaşması için o toplum içinde yaşamanız yeterli. Bu kısa girişle derdimi anlatmaya başlayabilirim. Çünkü bizim savaşımımız, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ile başlayan sömürü çarkınadır.
Her ne kadar sınıf ayrışması ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti elinde tutan sınıfların iktidarıyla şekillenen toplumlardan söz etsek de, “özel mülkiyetçi” anlayışı sadece, barınak olarak bir ev, kullanım aracı olarak bir araba, ya da benzeri dayanıklı ya da dayanıksız mallara yönelik mülkiyet sahipliğini kışkırtan bir eğilim olarak tanımlamak; onun mevcut sosyo ekonomik sistemin devamını destekleyen düşünsel dayanağı olarak ideolojik boyutuna ilişkin tehlikeli yüzünü maskeleyeceği düşüncesindeyim. Bu ideolojik manipülasyon, sistemin yeniden üretiminin de temellerini oluşturur. “Özel mülkiyetçilik” sahip olunabilecek tüm şeylere yönelik bir “sahip olma” dürtüsünü sürekli diri tutan ve toplumsal yaşamı bu paradigma üzerinden kurgulayan bir içeriği kapsamaktadır.
Bu anlayış “aile” içi eğitimiyle, örgün ve yaygın resmi okul eğitimiyle, açık manipülasyon araçları olan medya ve benzeri araçlarla yaygınlaştırılır ve bu toplumun bireylerinin biricik yaşam hedefi haline getirilmeye çalışılır. Her şeyi metalaştıran kapitalist toplum bu işleyişin en gelişkin örneğidir.
Emeğin metalaştırıldığı kapitalist toplumda artık sadece üretim sürecinin sonunda artı-değeri içererek piyasaya sürülen maddi mallar değil, bazen bir bilgi ya da hatta “kadın” başta olmak üzere bizatihi insanın kendisi de sömürü aracı olarak değerlendirilmektedir. Bu kadar geniş bir alandan kendini yeniden var edebilen mülkiyetçi sistem, “mülkiyetçilik” habis hastalığını teşvik ve tahrik etmek için özel propaganda araçları ya da yöntemlerini geliştirir ve kullanır.
Ne yazık ki zaman zaman bu dürtü politik yaklaşımında mülkiyet karşıtlı olan bireylere de bulaşabilmektedir. Bu dürtü bazen bir parti yöneticisinin hegemonya arayışında, bazen bir politik organizasyonun aynı yolda oldukları başka politik örgütlenmelere karşı tutumunda, bazende mülkiyet ekiyle birlikte yaşadığı kişiye “karı’m” diyerek sistemin aracını kullanarak sistem için bir ilişki olarak sunularak toplumsal meşruiyet kazandırdığımız bir tanımda kendini gizleyerek de olsa ortaya çıkar. Egemen ulus refleksi olarak tanımlayacağımız “milliyetçilik” de, “bir toprağı kendi toprağı olarak kabullenip, ötekileri reddederek” bir ayağıyla böylesi bir “mülkiyetçi” yaklaşım içerisindedirler. Ve kendisinde böylesi bir tutkuyu içselleştiren bir “komünist” birey, kaçınılmaz olarak bir süre sonra bütün değerlerini terk ederek sisteme biat etmek zorunda kalır.
Elbette sistemin en büyük tuzaklarından biri olan bu “mülkiyetçi” anlayıştan arınmak, köklü bir kopuş ile mümkündür.
Bu kadar iddialı bir önermenin tarihsel dayanakları olduğunun altını çizmekte yarar var. Türkiye Sosyalist Hareketinin tarihlerinde birçok birlik ya da cephe denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasında bu “mülkiyetçi” anlayışın da etkisi olduğunu söylemek yanlış mıdır?
Birlikte mücadelede ortak kültür yaratma anlayışı, bir anlamda sistemden temelden kopuşun içselleştirilmesi sürecidir. Birey ya da örgüt olarak sadece kendini değil, ortak ideallerde asgari programlar çerçevesinde bir araya gelmiş siyasal mücadele birliklerinin sisteme yönelik mücadelesini büyütme anlayışı, bu habis hastalığın panzehridir.
Marx’a göre mülkiyet üretim sürecinde zorunlu bir araçtır, ancak kutsanması gereken esas unsur değildir ve sadece özel mülkiyete dayanarak üretim yapılabileceği iddiası saçmadır. Başka mülkiyet biçimleri de mümkündür ve işçi sınıfının iktidarda olduğu bir sosyalist aşamada üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ile üretim yapılabilir. Komünist aşamada ise üretim araçları üzerinde mülkiyet tarihin çöp tenekesine atılacaktır. Artık mülkiyet tanımına ihtiyaç kalmayacaktır.
Mülkiyetin ortadan kaldırılması halinde insan, emeğinin karşılığını nasıl alacaktır? sorusuna şöyle yanıt verir: “Kapitalist sistem emeğin karşılığı olan küçük üretimi eritip zaten yok etmektedir. Sosyalist sistemde emeğin karşılığı olan mülk problem değildir, problem olan sermaye haline getirilen mülktür. Edinilen mülk birikerek sermaye haline gelirse emek sömürüsü tekrar ortaya çıkacaktır, çünkü bu sermayenin korunması ve artırılması gerekir, aksi halde yok olacaktır.”
Böylesi bir ekonomik altyapı, kendileri sadece Marks’ın altını çizdiği Komünist Toplum hedefine ulaşma amacını gerçekleştirmek için kurulmuş bir araç olan Komünist örgütler eliyle kurulacaktır. Bu örgütlerin amacının komünist toplum olduğunu tekrar altını çizmek gerekir. Bu araca komünist perspektifle yaklaşılması; ”mülkiyetçi” bir yaklaşımdan özenle kaçınarak, kolektif-birleşik bir mücadele hattı kurma anlayışı ve çabasıyla mümkündür. Ve biz böylesi bir anlayışın giderek büyümekte ve yaygınlaşmakta olduğunu görerek umudumuzu yeşertiyoruz.
Umudumuz ilk günkü kadar diri ve ayaktadır. Çünkü sistemden çıkmak isteyen kendini tüm hastalıklardan arındırmaya çalışan ve komünist toplum için kolları sıvayan devrimciler var. Selam olsun onların zorlu yürüyüşlerine.