Yıldırım ile İmamoğlu’nun TV şovu sonrası dizilerle yoğrulmuş o aptal kutusundan tavşan çıkmayınca çok şaşıran halkımızın ruh halini Ahmet Hakan dışavurdu: “Bunların hepsi takiyeci”. Bu tanımdan rahatsız olan İmamoğlu hemen yanıt vererek iddiayı reddetti.
Bence de hepsi takiyeci idi: Sorulması ve yanıtlanması gereken o kadar şey vardı ki, hiçbiri sorulmadı, yanıtlanmadı. Moderatör dahil, “İslâm’da bir hak olan” takiye “hakkını” kullanarak gerçekleri anlatmak yerine “bilinenleri renklendirerek tekrar sunmak” tercih edildi. “Devletin bekası” önceliği, bir kez daha halkların aydınlatılmasının önüne geçti. Söylemek yerine, susmayı süslemek tercih edildi.
Tayyip ve diğer Müslüman parti mensupları “bunca yalanı hangi torbaya dolduruyorlar; hiç mi utanmıyorlar, yüzleri hiç mi kızarmıyor?” gibi soruların peşinde koşmanıza gerek yok. Onlar şeriata uygun davranıyorlar. Yalan söyleme hakkı olan takiye, İslam’da Kur’an ile resmileştirilmiş bir haktır. Ve devlet liderleri de bu hakka sığınarak devletin bekası için bazen takiye, bazen hülle gibi hakları sıkça kullanıyorlar.
Anlatıldığı üzere: Amar bin Yasir Müslüman olmayanların eline düşünce canını kurtarmak için “Müslüman olmadığını” söylemiştir. Yaptığı işi Muhammed’e aktarıp yorumunu almak isteyince, Kur’an‘daki Nahl suresi ile (106. ayette) “Allah’ı inkâr eden Müslüman” için düşünülen “gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır” cezası “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç” istisnasıyla duyurulur. İşte, takiye, “inanmış birinin zorlayıcı nedenlerle inancını inkâr edebilmesi veya gizleyebilmesi hakkı” anlamına geliyor.
Bu anlamda, sanırım yaşamakta olduğumuz şu son yerel seçimlerde, Türkiye solunun Marksist olduğunu iddia eden kesimlerinden o kadar çok kişi takiyeye bulaştı ki, solumuzun tarihinde politik bir konuda böylesine zorlandığı ikinci bir örnek verebilmek belki de mümkün değildir. Türkiye’de kapitalizmin ve sömürgeciliğin bekasının güvencesi olan milliyetçi-devletçi CHP gibi bir partiyi destekleyebilmek için “AKP’yi geriletme” gibi bir “zor koşullarda olma” hali ve bu durumdan çıkış “umudu” besleniyor.
İşte Türkiye sosyalist hareketinin her dönemde yolunu karartan en büyük engel. Hiçbirinin adını özel olarak kastetmeden söylüyorum: Örneğin, solun önemli bir kısmının Afganistan’ın işgalinde Sovyetler Birliği’nin işgalden dolayı uzun süre eleştirilememesi de; Polonya’da işçilerin örgütlendiği Solidarnoş’u CIA ajanı olarak ilan edip, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun istemediği “devletçi reel sosyalizmi” onlar adına korumak için askerî darbe yapan general Jaruselsky’i kafadan red edemeyiş de aynı dışavurumun etkisi idi. Sosyalizmi savunacak halimiz kalmadığında da kendimizi savunmak “zorunluluğunda” olduğumuz düşüncesiyle takiyeye başvurmak.
“Devrimcilik” tanımını dar anlamda alarak, “her sınıftan bireyi içerebilen ve sadece mevcut yönetimi devirmekle sınırlı” bir misyon yüklersek, bu tür tutumları açıklayabilmek elbette mümkündür. Ama bir komünist, bir ateist olduğumuzu söyleyip cenaze namazında camide ya da cem evinde saf tutmamız da, devrim ya da sınıfa ait marşlar yerine bugün bile ilahilerle nefeslerle gönül bağını sürdürmemiz de; CHP’den demokratikleşmeye yönelik umut beklentisiyle ortaklaşmaya yönelmek de takiyeden başka bir şey değildir.
“Somut şartlara uygun somut çözümler” önermesi keyfi olarak kullanılabilen, her derde deva bir çözüm formülü değildir. Komünistler kendi hedeflerinden sapmadan ve onun temel karakterini oluşturan ilkelere sadık kalarak düşüncelerini ve duruşlarını açık açık söyleyerek politika yapan kişilerdir. Örneğin “milliyetçilik” ile komünist olmayı yan yana kullanabilmek eşyanın tabiatına aykırı bir mucize olurdu.
******
Elbette “aklın yolu bir değildir.“ herhangi bir konuda farklı yorumların ya da farklı politik tavır alışların olması normaldir. “Bizim anlattıklarımızın dışında anlatılanların hepsi yanlıştır” tavrı kişileri ve örgütleri “aklın yolu birdir” faşizan saptamasına kadar götürür ki, (Hitler, Mussolini falan geçmişte kaldı diyenler için tarihi güncelleyerek konuşacak olursak) bunun en iyi örneği “bu böyle biline!” sözünü tekrarlayıp duran papağan “Tayyip sultan” modelidir.
Ben kendi tavrımı defalarca anlattım ve yeniden aynı konu üzerine yazmayı çok da gerekli görmüyordum. Yazdıklarıma destek verenler de oldu, “geleneğe aykırı davrandım” diye ne olduğunu anlamadığım bir “suçlamayla” beni silenler de.
Öncelikle, politik mücadele araçlarını hala 20. Yüzyıl başlarındaki olanakların el verdiği araçlarla sınırlı tanımlamak, Arapça bilmeden kuranı hatmetmiş bir Müslümanın cehaletinden öte bir anlam ifade etmez. Dünya değişse de o değişmez, çünkü inanç olarak aktardığı dili bilmediği için, içeriğini keyfince doldurma kolaycılığına sahiptir.
Bunca yoğun deneyimlerle yaşanmış bir tarihi, yeni araçlarla donatmak günümüz komünistlerinin görevi olmalıydı. Oysa geliştirme ya da hatta korumayı şöyle bırakalım, birçok alanda o kadar geriye düştük ki, artık reel sosyalizmin çöküş yıllarındaki teorik keşmekeşin de dibine çöktüğümüzü söylemek ne yazık ki gerçektir.
Komünistler ne için savaşırlar? İşçi sınıfının iktidarı için! Hemen, “ama işçi sınıfı içinde örgütlü değiliz ki? Hangi işçi sana oy verecek?” diye karşı çıkıyorsak, bu güzel bir şey, fakat bir özeleştiri ile başlamak gerekir: Neden örgütlenemedi? Bu sorunun muhatabı biz değil miyiz?
Gelenekçilik adıyla sürdürülen tutuculuk ise giderek daha çok öne çıkarılmaya başladı. Kurtuluşçuların, sıkça gelenek hatırlatmalarını anlamak mümkün değil artık. Bir kez her şeyi bir kenara koyup düşünsek dahi, Kurtuluş’un özgün bir varlık olarak siyaset alanına çıkışının bile gelenek üzerinden bir sorgulama ve geleneğin bazı tezlerinde bir farklılaşma olduğunu unutmamak gerekirdi. Biz THKP’li olma iddiasını bu temelde sürdürmüştük, “THKP’yi A’dan Z’ye kadar savunuyoruz” demedik; mücadeleden edindiğimiz dersler ile eleştirdik; farklılıklarımızı formüle ettik, tutumumuzu “Red ve İnkar” yazısıyla felsefi temellerine kavuşturduk. “Tutucu” bir kavram olan “gelenek” gibi tanımlar yerine “ilkelerimiz”, “program” gibi daha net tanımlarla konuşmak bizi birbirimizden uzaklaştıran değil yakınlaştıran bir sonuç üretebilirdi.
********
Hadi tarihte yer alan Kürt ve diğer halklara yönelik katliamları bir yana bırakalım;
Dersim katliamını görmezlikten gelelim;
her askerî darbede olduğu gibi CHP’nin darbeciliğini demokrasi anlayışına bağlayalım;
hadi Deniz’lerin idam kararı oylamasında coşkuyla kaldırılan CHP’li elleri bir yana bırakalım;
yakın tarihimizde Cizre’de Sur’da, Şırnak’ta, Suruç’da ve daha birçok Kürt yerleşim alanında gerçekleştirilen sivil katliamları ve bodrum katlarında yanmakta olan çocukların “su hewal suu!” diye haykıran çığlığını “devletin bekasının kutsallığı” ile bastıralım;
hadi Rojava’yı yok etmek ve sömürgeciliğin kâbusu olan Kürdistan’ı bütünüyle işgal etmek gibi bir niyetle Suriye topraklarında savaş kışkırtıp, kendi topraklarında doğurup beslediği IŞİD alçaklarıyla bu ülkeyi işgale kalkan Türk devletini yürekten destekleyen CHP’yi affedelim;
hadi “devlet partisi” olması nedeniyle devletin çıkarları için halkın oylarıyla gelen “seçilmişlerin” dokunulmazlığının” kaldırılmasına itiraz edilmemesini “devletçilik” anlayışıyla yorumlayarak yumuşatalım ve HDP’ye AKP’den daha düşmanca davranmasını politik taktik olarak tanımlayalım;
hadi, kayyumlara sessiz kalmasını Türkiye’de olup bitenlerden habersizliğiyle açıklayalım;
tamam her şeyi unuttuk diyelim; daha birkaç gün önce “ulusal bir sorun üzerine” yapılan devlet brifingine 3 parti çağrılırken HDP’nin yok sayılıp çağrılmamasını; Tayyip’in uşağı bir askerin, resmi bir törende HDP’li belediye başkanımızın elini sıkmamasını nasıl yorumlayabiliriz ki?
Bugün Türkiye Cumhuriyeti devletini ve eylemlerini savunmak ya da bu devlete yardım ve yataklık yapmak, bir insan hakları ihlalidir, bir insanlık suçudur!
********
Bu türden tartışmalarda “sen oradan konuşursun tabi” ya da “orada koşullar farklı, burayı biz biliriz” tarzıyla sürdürülen didişmeler akla hitap etmemektedir. Bu tür eleştirel bir yazının muhalifi olduğu kadar destekçisi de olabilmektedir. Demek ki yazıların yorumunda “dışarı-içeri” olgusu belirleyici değildir. Katılıp katılmamak ise, amasız, lâkinsiz, tereddütsüz, ikirciklenmeden söylenilmesi gereken en temel haklardan birisidir elbette. Bu tür karşı çıkışların örneklerini hem dünyada sürgün hareketleri tarihinde, hem bütün devrim ve karşıdevrim süreçlerinde, hem de kendi tarihimizde çokça yaşadık. Bu tür bir davranış politik değil, psikolojik nedenlerden kaynaklanmaktadır ki, dayandığı “dışarı-içeri tartışması”, mekân avantajını kullanarak psikolojik acı verme ve teslim alma çabasıdır. Kişiyi nerede olduğu değil, bulunduğu alanlarda ne yaptığı üzerinden sorgulamak gerekir.
Ve seçimlere ilişkin ötekinin politikasını reddetmeyi gerekçelendirirken aklımızı zorlayıp temeli olmayan şeyler uydurarak ortalığı iyice karıştırmayalım. Örneğin elbette “boykot” tavrı ile “kendi adaylarınız dışında kimseye oy vermeyin” tavrı aynı şey değildir. Boykot’da seçimin kendisi hedef alınır; seçimin kendisine katılmamak söz konusudur. Oysa diğer politika seçime katılmamayı değil, en doğal hakkı olarak, seçimde kendi adayı dışındaki adaylara oy vermemeyi istemektedir. “Adayınız yoksa sistem partilerine oy vermeyin!” demek boykot anlamına gelmez. Böylesi bir tutum alış politika dışı kalmak anlamına gelmez. Tersine her iki karar da (doğruluğu yanlışlığı görece tanımlanabilir olsa da) politik tavır alıştır. Yerini sistem partilerinin durduğu yerden ayrıştırabilmek için özenle çizilmiş bir hattı belirmektedir. Takiyesi olmayan çok belirgin bir politik duruştur.
Böyle bir tavır “her koşulda” seçimlere katılmayı reddetmez. Seçimlere katılmayı, o alanda çalışmanın avantajlarını kullanarak sistemi yıkmanın çalışmasını sürdürmek, kendi alanını yaratmak için isterler.
Türkiye bir çıkmazın içerisindedir. Ve komünistler tam da şimdi, bu ortamdan çıkışın yollarını anlatabilmeli; bu ortamı oluşturan sağındaki güçlerden medet ummak yerine, onları deşifre ederek, bu süreci yönlendirebilecek bir örgütlenmenin adımlarını sabırla örmeye çalışmalıdırlar.