Ali Efe, Gündem, Umut Yazıları, YAZARLAR

Salgın, devrim ve oportünizm – Ali Efe

İçinde bulunduğumuz günlerde oportünizm ile devrimci komünizm arasındaki ideolojik ve siyasal mücadele emperyalist sistemin mali kriziyle virüs salgını arasındaki ilişkinin nasıl kavrandığı üzerinden yürütülüyor.

Son derece kritik ve stratejik bir zemindeyiz.

Uluslararası burjuvazinin bütün ülkelerin proletaryasına ve çalışan sınıflarına, Küba’dan Çin’e sosyalist devletlere, İran’dan Venezüela’ya direniş halklarına yönelttiği cephesel saldırının bu ikili karakteri ona karşı nasıl mücadele etmemizi belirleyecek şekilde stratejik bir kavrayış ve bunun taktik somutluklarını gerektiriyor.

Sistemin Mali ve Salgın Krizine Karşı Oportünizmin Tutumu

Oportünistler, Fed’in faiz indirimi ve arkasından gelen borsa çöküşleriyle (9 Mart) bundan birkaç gün sonra (11 Mart) ilan edilen  pandemiye, ikisi arasındaki ilişkiyi reddederek tavır aldılar. Onlar açısından kriz krizdi, salgın da salgın. Kapitalizmin yapısal çöküşü salgınla gerekçelendirilemezdi.

Teorik olarak doğru görünse bile politik olarak bu yaklaşımın proletarya ve devrimci örgütler açısından büyük bir mevzilenme sorunu yaratacağı açıktı. Uluslararası burjuvazi bütün ülkelerde proletaryaya ve emekçi sınıflara doğrudan “pandemiyle mücadele” zemininde yaptırımlarla yöneldi. Toplumsal muhalefeti evlere kapadı. Küçük ve orta ölçekli sermayeyi tasfiyeye yöneldi. Ağırlıkla hizmet sektörü çalışanlarını hiçbir sosyal sorumluluk almadan işsizliğe mahkum etti.

Oportünizm açısından aslolan “proletaryanın sağlığı”ydı. Oportünistler, salgının emperyalist kapitalizmin krizine içkin yapılanmasını ve yönetilmesini görmezden gelmeyi tercih ettiler. Emperyalist krizlerin politik ve tarihsel karakterini ve proletaryanın ve devrimci öncünün böylesi krizler karşısındaki politik yükümlülüklerini “önce sağlık” diye geçersiz ilan ettiler. Kapitalizme karşı mücadeleyi “işçi ve halk sağlığı” çerçevesine sığdırdılar.  Üretim koşullarının hijyeni ve sosyal güvence taleplerini öne çıkarttılar. Ve bir de yaşlıların alışverişini…

Oportünizm, kendi II. Enternasyonalci kökleri itibariyle emperyalizmin yeniden paylaşım konjonktürünün evrensel “savaş”  gerçeğini,emperyalist savaş ve devrimci savaş gerçeğini kabul etmediği için neoliberalizmin özelleşmiş sağlık sisteminin eleştirisini “sınıf mücadelesi” yeterliğinde görüyor. Oysa sınıf mücadelesi, Türkiye ve benzeri ülkelerdeki devrimci savaş özgünlüğünün, “askeri” alanı bir kenara bırakırsak, klasik tarifi içinde ekonomik, politik ve ideolojik alanlar toplamında yürütülür.  Oportünizm, sistemin kriziyle salgını birbirinden ayrıştırıp sınıf mücadelesini sadece “sağlık” üzerinden tarif ettiğinde, emperyalist kapitalizmin en keskinleşmiş halleriyle karşımıza çıkan ve giderek de derinleşecek olan krizine karşı ekonomik mücadeleyi “sınıf mücadelesi”nin kendisi olarak tanımlamış olmaktadır. Bunun gerektirdiği ideolojik ve politik mücadeleyi, güncele ait  bütün  taktik araç ve tarzlarıyla devrim ve sosyalizm mücadelesini proletaryanın ve sosyalistlerin bakış alanı dışına çıkarmaktadır. Düzen içi sol olma tanımıyla oportünizmin kendisi ve işlevi zaten budur: proletaryayı ve onun öncü kadrolarını devrimden uzaklaştırmak, sosyalizmi bir iktidar sorunu olmaktan çıkararak bir liberal gevezelik haline getirmektir.

Sistemin salgın ve mali krizlerinin henüz başlangıç aşamasında salgınla krizi birbirinden ayıran oportünist söylem, aksi iddiaları sıradanlığın tutuculuğuna sığınarak “komplo teorisi” olarak kolayca etkisizleştirebileceğini zannediyordu. Ancak emperyalist kapitalizmin krizi, uluslararası alanda salgın argümanını hızla bir parçası olduğu bütünün içine çekmeye başladı. ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında virüsün yapaylığını dahi konu edecek tarzda karşılıklı şiddet içeren tehditlerle konu giderek bir savaş söylemi haline gelir oldu. Örneğin, Trump “araştırıyoruz, bilerek yaptınsa sonuçlarına katlanırsın” (19.04, basın) derken Çin, “Yaşadığımız dünyada artık bir şeyler değişti. Emperyalistlerin ve sömürgecilerin eski iyi zamanları geçeli epey oldu. Gene de kimileri eski politik histerilerini hâlâ sürdürmek niyetindeyse Çin’in karşı darbesine hazır olsalar iyi ederler” (22.04,Global Times) diye cevap verdi.  Diğer taraftan, ülkede ise oportünistlerin ve liberallerin “evde kal” çağrılarıyla işini kolaylaştırdıkları gerici faşist RTE iktidarı, Merkez Bankası’nı eksi 30 milyar dolara düşürecek kadar (26.04, Ahval)  iktisaden tükenmişken meclisi fiilen fesh edip çetelerle, mafyalarla kendi zorbalığını  salgın perdesi altında istediğince tahkim ediyordu.

Bu gelişmeler karşısında oportünizmin eski söylemlerinde tutunabilmesi, devrimci komünizmin eleştirilerini işçi sınıfı zemininde burjuva alışkanlıklardan güç alarak savuşturması elbette mümkün olamayacaktır. Oportünizmin güçlü kalelerinden SİP’in genel başkanı K. Okuyan “korona savaşı yeni başlıyor” diye girmiş konuya. “Tekelci emperyalist medya bunun bir biyolojik savaş olduğunu ima etmeye başladı” diye devam etmiş. (27.04, soL.org) Oysa biyolojik savaşın daha Ekim 2019’da Amerika’da Gates’lerin Event 201 platformuyla, Wuhan’da 7. Uluslararası Askeri Oyunlar’la başladığı onlarca bilim insanı, akademiker, marksist ya da demokrat politik analizci tarafından Şubat ayından beridir, yazılıp anlatılmaktadır. Çin’in Dışişleri sözcüsü Zhao Lijian tarafından 14 Mart’ta resmi diplomatik alanda dile getirilmiştir. Şimdi suçlamaların Amerika tarafından Çin’e doğru yönlendirilmesi tartıştığımız çerçevede  hiçbir değişiklik ifade etmez. Sorun salgın krizinin bir savaş düzlemine ait olup olmadığıdır; bu, işin politik karakterine aittir  ve bundan sonrası, yani biyolojik savaşın emperyalist kapitalizmin savaşları zorlayan yapısallığının bir tezahürü olduğu saptaması da, konuya leninist tarihsel yaklaşımın,  yani devrimci proleter ideolojik kavrayışın bir sonucudur. Kaldı ki salgın henüz Çin’de epidemik düzeydeyken bile Amerikan finans kapitalinin biyolojik silah üretimi gerekçesiyle Çin’e saldırdığı biliniyor. (Çin Karşıtı Haçlı Seferinin Uluslararası Finansı, 13.03, Umut çeviri)

Oportünist sözcü salgını bir savaş düzlemi olarak anıyor olsa da, bunun ideolojik politik gereklerine karşı kendi düzen içi, oportünist ideolojik tutumu nedeniyle herhangi bir yönelim göstermesi elbette beklenir bir durum değildir. Ve bu durumu 1 Mayıs tavrında işçi sınıfı üzerinden değil, her burjuva sosyalistinin ulusalcı ideolojik temeli gereği “yurttaş”lık künyesiyle ifade eder: “Yurttaşların sağlığı hilafına bir şey yapmayız. ” Salgını emperyalist krizden ayrı tutan burjuva sol ideolojik-politik tutum, salgın-kriz birleşik kaosunun giderek derinleştiği koşullarda  ulusal çıkarlarda yani burjuvazinin çıkarlarında kendini bu derece açığa vurmak zorunda kalmıştır.

Reel politikte bu kertede deşifre olmanın sol ortamda oportünizme karşı aşındırıcı bir etkisi olacağı açıktır. Neticede SİP toplumsal muhalefetin sosyalizm arayışlarını düzene bağlamanın bir mekanizmasıdır. Salgınlarda halk sağlığı önceliğini ifade eden sözleriyle Lenin’i ileri sürerler. “Bir tek işçinin sağlığını herşeyin önünde gören” sözlerde gizlenen ayrıntı,  kaynağı itibariyle yazının içinde isteksizce ifade edilmek zorundadır. Lenin’in sözleri Sovyet iktidarının politikasına dairdir. Bir tek işçinin sağlığını elbette her şeyin önüne geçiren ülkedeki işçi sınıfı iktidarıdır, çünkü bir tek işçinin sağlığı proleter sınıf iktidarının sağlığıdır. Elbette her tek işçinin, her tek emekçinin, her tek insanın sağlığı önemlidir ancak burada herşeyin karşısındaki önceliğini belirleyecek olan işin hümaniter değil politik niteliğidir. İşçi iktidarında salgın gibi bir toplumsal olay karşısında tek bir işçinin sağlığı iktidarın sınıfa ve topluma bakışının aynası durumundadır. Bu durum sınıf konumları üzerinden burjuvazi için de geçerlidir. Burjuvazi lüks evlerinde test kitleriyle oynarken emekçiler evde açlığa ya da işyerinde salgına sürülürler. Proletarya bu durumda “tek bir işçinin sağlığı”nı değil, sağlığın bireye indirgenmiş halini değil, aksine sınıfsal ve toplumsal düzeyini öne çıkartmak zorundadır ki bunun karşılığı “iktidar meselesi”dir. Ancak oportünizm için bu pek bir şey ifade etmez. O nasılsa kendi düzeni içindedir ve onun demagojik olarak öne çıkarttığı işçi sağlığı aslında burjuva düzenin sağlığıdır. Bu nedenle  “yurttaş sağlığı”nı gözeten bir  “toplumsal sorumluluk”la proletaryayı ve toplum muhalefetini sokaklardan uzak tutmayı politika olarak ileri sürer. Oportünistler,  sınıfa ve sosyalistlere karşı bu tavrın doktriner dokunulmazlığını tıpkı Muaviye’nin Kuran sayfalarını mızrak ucuna takması gibi Lenin’in yaklaşımlarından çıkartmaya kalkarlar. Oysa proletarya sosyalistleri, örneğin verili aşamadaki işçi ve çalışma sağlığı gibi nisbi olarak reformlarla da iyileştirilebilecek konuların bile bir iktidar meselesi olduğunu bilirler ve bu reformların burjuvaziye, onun iktidarına kabul ettirilmesinin koşullarını keza devrim mücadelesinin yükseltilmesinde görürler. “Devrimciler toplumda değişimi etkileyen güçlerin önderleridirler; reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdürler” (Lenin, The Peasant Reform, 1 Nisan 1911).  Burjuva reformistleri her türden toplumsal değişimin bir iktidar meselesi olduğunu gözlerden uzak tutarak burjuvazinin iktidarını güvenceye alırlar.

Oportünizm, önce sistemin mali ve salgın krizini birbirinden ayırarak mücadeleyi ekonomik alana hapsetmiş ve ardından bunu da işçi sağlığına indirgeyerek militan tarzlardan yalıtmaya yönelmiştir. Devrimci komünistler ise salgının ve yönetiminin emperyalist krizin tarihsel sonucu olan evrensel savaşın, yeniden paylaşım savaşının bir tezahürü olduğu bilincindedirler. Bu nedenle salgınla mücadeleyi emperyalist kapitalizmle, onun ülkedeki uzantısı olan burjuva iktidarla mücadeleye içkin olarak ele alıyorlar. Tıpkı Lenin’in geri kapitalist ilişkileri proleter devrim için dayanak gören stratejik bakışında olduğu gibi, emperyalist savaşa karşı devrimci proletaryanın leninist devrimci savaş taktiğine, salgında içine düşülen açlık ve ölüm açmazının işçi sınıfı ve emekçi halklarda yol açtığı öfkeyi de dayanak olarak görüyorlar. Bu öfkeyi proletaryanın ve öncünün devrimci savaşına katmayı esas alıyorlar. Oportünizmin verili iktisadi kriz koşulları itibariyle gerçek zeminde karşılanması zaten imkansız  olan “maske-eldiven” talebiyle sınırlandırılmış mücadele perspektifini reddediyorlar. Yerine toplumsal birikimin toplum için seferber edilmesini sağlayacak ve yönetecek işçi ve halk meclislerinin yönetimini talep ediyorlar. Bu talebin kitleleşmesi ve bir örgüt gücü haline gelmesi için mücadele ediyorlar. Bunun için sokağa çıkmayı ve proletaryanın toplumsal örgütlenme alanı olan üretim süreçlerine müdahil olmayı esas alıyorlar. Salgın olmasa da kaçınılmaz olan ama salgınla bir kat daha derinleşen ve önümüzdeki yakın erimde şiddetle yaşanacak olan kitlesel işsizlik ve açlık koşullarını bir proleter ayaklanmaya çevirebilmenin hesaplarını yapıyorlar. 

Oportünizme Karşı İdeolojik Politik Mücadele

Bu mücadele başarılı olabilmenin olmazsa olmaz koşulu  burjuva ideolojisinin karşımıza çıkan bütün tezahürlerine karşı yüksek bir mücadele düzeyi geliştirmektir, çünkü uluslararası burjuvazi sadece kendi sınıf bağlamları üzerinde değil proletarya ve halk sınıfları ve onların örgütleri üzerinde de güçlü bir etkinlik sahibidir. 80’den beri ülke devriminin yaşadığı yenilgiler, 90’dan beri uluslarası proletaryanın yaşadığı yenilgiler emperyalizmin bu krizini devrimci bir ideolojik, politik ve örgütsel güçle karşılayabilmemizin önüne geçti. Bu sadece verili örgütsel ve siyasal faaliyetimizi daraltmakla kalmadı, karşımıza gizli açık türleriyle burjuva siyasal egemenliğinin kalıcılığı ya da proleter mücadelenin başarısızlığının daimiliği üzerine oldukça geçirimsiz, kalın karşıt bir ideolojik katman da türetti. Devrimci öncü bu ideolojik katmanı parçalamak dağıtmak zorundadır. Bunun için öncünün doğru devrimci yoğunlaşması koşuldur. Hele ki devrimi birleşik tarzları üzerinden örgütlemenin zorunlu olduğu bizim gibi küçükburjuva ağırlıklı toplumsal ve siyasal yapılarda bu kendimizi de aşkın bir mücadele alanı olarak karşımızda durmaktadır.

Bugün oportünizm, liberal sol ve hatta ileri ittifaklar geliştirdiğimiz devrimci örgütler, bizim, yaşanan salgını sistemin krizini aşması için kaçınılmazca yönelim göstermek zorunda olduğu emperyalist savaş bağlamında ele alışımızı “komplo teorisi” etiketiyle değersizleştirip geçersiz kılmayı; salgını, emperyalist kriz ve savaş bağlamının  dışında, doğal bir afet olarak görüp mücadele mevzilenmesini felaketi savuşturmayı önceleyen bir hat dizilimi içinde kurmayı öne çıkarıyorlar. Bizim, salgını bir biyolojik savaş kapsamında görüşümüzü oportünistinden devrimcisine kadar dışımızdaki  sol  “kesin kanıtlar” olmadığı için spekülatif buluyor. Peki kendi tezlerinin kesin kanıtları var mıdır? Yani salgının daha en başından itibaren emperyalist ve liberal basında ileri sürüldüğü haliyle Çin ve yarasa denklemine tabi ortaya çıktığının kesin kanıtları var mıdır? Bu konuda kanıt olarak ileri sürebilecekleri bütün akademik ve bilimsel otorite deklerasyonlarına karşı en az onlar kadar akademik ve bilimsel otoritelerin salgının bir Amerikan yönelimi, hatta imalatı olduğuna dair deklarasyonlarını ileri sürmek son derece mümkündür. Bunların kısıtlı ama yeterli bir miktarını Umut gazetesi çevirilerinde ve özellikle Cenk Ağcabay’ın yazılarında bulmanız mümkün. Ve oportünistlerin ve dışımızdaki solun, başlangıçta resmi düzen tezlerinin yanında yer alışlarını geçerli kılmak üzere, olayları nereden nasıl takip ediyorlarsa “komplo teorileri ve teorisyenleri giderek piyasadan çekiliyorlar“ (bkz, K.Okuyan ve S.Açan yazıları..) diye kendilerini rahatlatıcı ıslıklarına karşın tartışma aksi istikamette gelişmektedir. Devrimci, demokratik ve akademik ortamda salgının bir biyolojik savaş olduğuna dair tezler hem daha güçlü hem daha yaygın bir şekilde ifade ediliyor, çünkü ve zaten anglo siyonist emperyalizmin biyolojik savaş yönetiminin, başlangıç tahkimatını yeterli görüp şimdi savaşı daha ileri hamlelere yönlendirmesi, salgının Çin merkezli ama “yapay ve biyolojik savaş ihtimalli” çıkış tezini bizzat Trump, Amerikan basını ve Amerikancı basın toplamında güçlü bir argüman haline getirmiş durumdadır. Peki oportünistlerin, liberallerin ve dışımızdaki devrimci solun salgının doğal evrim yoluyla çıkıp geliştiğine dair kanıtları nerede? Onların, şimdilerde giderek terk ettikleri anglo siyonist emperyalizmin başlangıç söylemine herhangi bir politik ve tarihsel irdeleme yapmaksızın kapaklanmalarının nedeni nedir? Bunun cevabı çok basittir: egemen düşünceye tâbiyet!.. Marx’ın Alman İdeolojisi’nde belirttiği gibi  egemen düşünce düzenin egemenlerinin düşünceleridir. Oportünistler ve liberaller açısından burjuva düzenin söyleminin peşine takılmak zaten onların burjuva sınıfsal ve politik tercihlerinin bir gereğidir. Peki devrimci solun bu koroya dahil olmasının nedeni nedir? Örneğin bu konuda seri yazılar yazan Selim Açan arkadaşımız, “işin başında benim de aklıma gelen olasılıklardan biriydi bu biyolojik savaş. (…) Bu olasılığı teorik olarak hâlâ büsbütün silmiş değilim.Yarın bir gün işin içinde biyolojik savaş hazırlıkları sırasında yaşanan bir kazanın olduğu açığa çıkacak olursa hiç şaşırmam” (Korona Günlerinde Teori ve Siyaset IV, Alınteri) demesine karşın niçin “komplo teorisi” etiketini daha kullanımlı bulmuştur? Ya da Özgür Gelecek gazetesinin video konferansında Partizan sözcüsü arkadaşımız dünyada giderek yükselen kitle ayaklanmalarını sindirmek ve mali kirizini yönetmek için salgın krizinin emperyalist sistemin çok işine geldiğini söylerken, salgın krizi madem bu kadar kritik bir dönemde emperyalizmin bu kadar işine yarayacaksa bunu niçin kendisi yönlendirmesin diye bir soruyu aklına getiremeyecek kadar  doğal afet söyleminin taraftarı olabilmiştir? Amerikan emperyalizminin Japonya’ya saldırısının da, Vietnam savaşına girişinin de, Ortadoğu’yu işgalinin de hep “kurgu” başlangıçlar taşıdığını bilmeyenimiz var mıdır? O halde?

Devrimcilerin egemen düşüncelerle düşünmesi bir sıradanlaşma halidir. Bu sıradanlaşma hali içinde salgını “genom”larla, “semptom”larla öyle “doğal”savunursunuz ki, sizi okuyan bir kişi bir kaç paragraf sonra aşı formülünü yazıvereceğinizi zannedebilir. Bu tarz yüzeyselliğin popüler tanımı “berber muhabbeti”dir. Berber muhabbeti sıradanlığın söylemidir. Sıradanlık başka toplumsal hal ve psikolojiler için başka tanımlar taşıyabilir ama her devrimci militan kendisi için sıradanlaşma halinin öncülükten düşme hali olduğunu kolayca bilir ve hisseder. Bu, örgütler düzeyinde de böyledir. Devrimcilerin, devrimci örgütlerin sıradanlaşması bilinç ve eylemlerinin devrimsizleşmesidir. Türkiye devrimci hareketinin bu aşamadaki en temel ideolojik ve siyasal sorunu budur.

Bu saptamanın somut bir göstergesini geçtiğimiz günlerde Umut gazetesinin bir çalışmasında görmek mümkündür.  Umut gazetesi salgın ve buna ilişkin tavırlar konusunda sosyalist örgütlerle bir dizi röportajlar yaptı, yayınladı. Bu örgütlerin içinde oportünistlerin yanı sıra devrimci demokratik alan örgütleri, kurumları da  vardı. Bu röportajlarda, Devrimci Parti’nin dışında hiçbir parti, örgüt ve kurum salgına karşı mücadeleyi bir sağlık reformu mücadelesi dışında tarif etmedi. Hiçbir kurum salgınla mücadeleyi Türkiye devriminin bir meselesi olarak görüp birleşik devrimin artan örgütlenme ihtiyacından bahsetmedi. Yerine işçi/halk sağlığı, dayanışma ağları, dijital örgütlenmenin teknik ayıntılarından söz edildi. Salgınla mücadele, toplumsal krizlere bakış o kadar devrimsizleşmişti ki, hiçbir örgüt ve kurum –SYKP’nin, o da HDP/HDK alan bildirimini bir kenara bırakacak olursanız- Kürt lâfını telaffuz dahi etmedi. Her siyasi analizini Kürt meselesi etrafında ören örgüt ve kurumlarımız ve hatta kendini “Kürdistani” gören örgütlerimiz dahi salgınla mücadelede Kürtleri kategorik tasfiyeye uğratmıştı, çünkü virüs Kürt, Türk dinlemiyordu, ya. Salgın sorunu devrimci örgütlerimizin aklında virüs-insan sorunundan daha ötede bir yer işgal etmiyordu. Oysa salgın ve mali krizin birleşik kaosuna karşı proletarya ve ezilen halkların stratejik kurtuluşunun, çok önemli ve stratejik bir bileşenini Kürtlerin teşkil ettiği birleşik devrim teşkilatlanmasının eseri olabileceği bir devrimci için çok açıktı.

Devrimci hareketlerimizin bilinci ve ruhu yakın mücadele tarihimizin yenilgileri üzerinden oldukça kuşatılmıştı. Sistemin birleşik kaosuna karşı takınılan sıradanlaşmış reformcu tavırlar ve çözümlemeler aslında hâlâ bu kuşatılmışlığın yansımasıdır.

Türkiye devrimci hareketinin bugününü, mücadele kuşaklarının ve çizgilerinin organik bağlamı itibariyle, öncesi bir kenara, 90’dan bu yana gelişen süreç üzerinden kavramak mümkündür. ’70, ’80 yenilgilerinin ardından 90’da sosyalist sistemin tasfiyesiyle devrimci hareket büyük bir  kireçlenmeye uğradı. Liberal ve post modern ideolojik yapılar devrimci hareketin zihnini işgal etti. Yasalcılık ve kendiliğindencilik solun pratik yönelimini oluşturdu. Bu nedenle, devrim tarihimizi yaklaşık belirlemelerle; 1920 -70 birinci dönem, 70-90 ikinci dönem olarak tasnif edersek  90’la başlayan süreci mücadele tarihimizin opontunist üçüncü dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Devrimci mücadelenin bu düzeniçileşmiş halinden kopuş zorlamaları komutan Yılmazkaya’nın atılımıyla başladı, Gezi Haziranı’nda gelişti, Ulaş komutanlar eliyle Kobane-Rojava savaşında kurumlaştı, Birleşik Devrim’e ulaştı. Birleşik devrim Türkiye hedefli örgütlendiyse de örgütlendiği Kürt coğrafyası konjonktürel olarak şiddetli bir savaş alanıydı. Bu savaşın girdabı içinde hem ağır önderlik ve kadro kayıpları verildi hem de girdabın çekiminden sıyrılarak Türkiye sahasında yeterince konumlanma alınamadı. Türkiye devrimci hareketinin militan dördüncü dönemi bugüne dönük yakın geçmiş içinde kopuş momentinin devrimci etkisinde ama üçüncü dönemin ilişki ve alışkanlıkları içinde yapılanmaktadır. Bu nedenle dördüncü dönemin örgütsel ve ideolojik kopuşu bütünüyle tamamlanabilmiş değildir. Bu eksiklik hali Türkiye devrimci hareketinin özellikle ülkedeki kadro ve örgüt yapılarında ideolojik ve politik temelde kolayca sıradanlaşmaya, öncülük yitimine ve devrimci perspektifte bozulmalara yol açabilmektedir. Bu nedenle oportünistlerin ve liberallerin yanısıra devrimci örgütler de salgın hakkında düzenin düşüncelerine kolayca kapılmışlar, bunlara yönelik kanıt arama ihtiyacı bile duymamışlardır. Emperyalizmin bilim kurumları, yayın organları birer savaş aygıtı olarak değil adeta objektif bilgi kaynakları olarak kabul görmüştür. Hele ki doğrudan sola yönelik çalışan Soros basını her gün düzenin düşüncelerini yenileyip güçlendirdiğinde egemenlerin düşüncesi egemen düşünce halinde devrimci hareketin bilincini de etkisi altına alabilmiştir.

Burjuva düşüncesinden devrimci hareketi ve örgütleri koruyacak olan onun tarihsel maddeci irdeleme ve çözümleme metodudur. Emperyalizm çağının ilişkileri içinde bu metodun ustası ve öğretmeni Lenin’dir. Lenin emperyalizmin krizinin kaçınılmaz ve yapısal olarak savaşa varacağını kuramlaştırmıştır. Bu kuram iki evrensel savaş üzerinden pratikçe kanıtlanmış durumdadır. O halde devrimcilere düşen, emperyalizmin bunalım süreçlerini takip etmek, bu takibin verilerine göre mücadele ve örgüt ihtiyaçlarını ve taktiklerini belirlemektir.

Bunu, bundan önceki “Emperyalist Kilitlenme” yazımızda da aktarmıştık. Ve teorik olarak 2000’lerin başından itibaren krizi atlatma sürecine girmesi beklenen emperyalizmin sürecin pratik seyri açısından krizde iyice kilitlendiğini ve mali olarak piyasalarda, siyasi olarak Ortadoğu’daki gelişmeleri itibariyle özellikle anglo siyonist hegemonyanın  ya dolar başta olmak üzere egemenlik araçlarında gerilemek ya da dünyayı bir cehenneme çevirmek zorunda olduğunun gözlenebildiğini ön referanslarımızla birlikte ifade etmiştik. Ardından Süleymani cinayeti ve Rusya’da hızlı bir yönetim değişikliği gündeme gelince dünyanın hızla bir “arşidük suikastı” momentumuna yerleşmekte olduğunu saptamıştık. (Rusya’daki Gelişmeler, A.Efe, Umut Haber, 27 Ocak)

Tarihini vere vere gelen borsa krizi,  Çin’deki salgının pandemik ilan edilmesi ve petrol fiyat savaşının patlaması gibi verili çelişkilerin yerel ölçekleri aşkın, küresel boyutlara tırmanmasıyla taçlandırılınca, bizim daha çok İran üzerinde gelişecek bir taktik nükleer savaş olasılığına  olan yaklaşımımız, çok erken bir dönemde yeni emperyalist savaşın ABC (Atomik, Biyolojik, Kimyasal) karakteri üzerine yapılmış uyarılar (Kıvılcımlı, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?) itibariyle küresel biyolojik savaş olasılığına yöneldi. Kıvılcımlı , “Yeni Emperyalizmin Alfabesi: ABC Silahları”nı değerlendirirken, daha sonraları Amerikan emperyalizminin Vietnam’daki Mai Lai katliamını açığa çıkararak  Amerikan toplumunda savaşa karşı güçlü bir etki yaratan Politzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh’in biyolojik silahlar üzerindeki Alman-Amerikan işbirliğine dair bir çalışmasını referans alır. Uzun aktarımların bir yeri şöyledir: “Batı Alman Konsorsiyumu’nun adamları ile Bundeswehr (Batı Alman ordusu) subayları, yalnız yeni B.C. silahlarının denemelerine Fort Dietrich (Detrick.. nb) ve Edgewood adlı özel Amerikan ordusu poligonlarına katılmakla kalmıyorlar; o silahların yapımı ile ilgili bulunan bütün gizli dosyaları da ellerinde bulunduruyorlar.”  Aktarım, “dahası var..” diye devam ediyor. Virüs tartışmalarını takip eden bir okuyucu, bu aktarım içindeki  Alman-Amerikan işbirliği merkezlerinden biri olarak anılan Fort Detrick ismini hemen tanıyacaktır. Fort Detrick, virüsün Amerikan malı olduğuna dair iz süren analizcilerin sıklıkla andıkları bir Amerikan askeri laboratuarıdır ve bu laboratuar, ısrarlı değinmelere rağmen nedeni açıklanmayan bir tarzda 2019 yılının Temmuz ayında kapatılmıştır. Bilindiği gibi Kasım ayı itibariyle de virüs hayatımıza girmeye başlamıştır. 

Yoksa açık ki ne virüsler hakkında en küçük bir bilgimiz ne de corona’nın seyahati konusunda en küçük bir istihbari takibimiz söz konusudur. Yaptığımız sadece tarihsel maddeci yöntemi önderlerin bıraktığı yol işaretlerine uygun olarak emperyalist düzlemde takip etmek ve özellikle anglo siyonist önderlikli emperyalist kapitalizmin krizi itibariyle küresel bir savaşa sıçrama sıkışıklığının saptanması ve gelişmelerin bu saptama ışığında gözlenmesinden ibarettir. Ancak bu kadarı bile konuya ilişkin arşiv dosyamızın “politik virüs” adıyla açılmasına yetecek esastaydı. Dosya hızla dolduğunda virüsün ortaya çıkışı ve yayılımına dair bilirkişilerin verileri zaten bu tarih bilincinin öne çıkardığı ideolojik ve siyasal tutumun verileri olarak etiketlenir durum aldılar.

Görüldüğü gibi virüsün kimliği ve işlevine dair tanımlamalar ideolojik ve politik kriterler  üzerinden yapılmaktadır ve bu, doğru bir tarih bilinci ve yöntemine sahip olduğunuz koşullarda bu tanımlamayı doğru bir şekilde yapabilmeniz için yeterlidir. Kaldı ki bugün artık anglo siyonist emperyalizm, bu tartışmayı gereksiz kılacak kertede salgını bir savaş zemini olarak propaganda etmekte, yönetmekte, yönlendirmektedir. Bugün yeterince açığa çıkmış haliyle salgına karşı mücadele artık kapitalizme karşı ekonomik/demokratik bir mücadelenin konusu olarak değil emperyalizme, emperyalist savaşa karşı devrimci savaşın konusu olarak ele alınmak zorundadır.

Devrimci kadro ve örgütlerin, bu konuda “komplo teorileri”nden kaçınmak adına devrimci mücadeleye bir komplo teşkil edecek kertede mücadelenin ve devrimin ihtiyaçlarını devrimci savaşa göre tarif etmekten uzak düşmelerinin yukarıda aktarılan arka planı ışığında, yakın tarihimizin ideolojik ve politik olumsuzluklarından kopuşmayı derinleştirmek ve tamamlamak için Lenin’in uyarısı oldukça tayin edici olmak zorundadır. Lenin, emperyalist savaş ve devrim sürecinde üzerinde en çok uğraştığı ideolojik sorunu “Emperyalizm” kitabına 1920’de yazdığı önsözde şöyle belirtiyor: “Bütün dünyada gelişen genelde proleter devrimci hareket, özelde de komünist hareket, ‘Kautskycilik’in teorik hatalarının tahlilinden ve teşhirinden vazgeçemez. Hele Marksizm iddiası hiç olmayan, fakat tıpkı Kautsky ve takımı gibi emperyalizmin çelişkilerinin derinliğini ve bu çelişkilerin yol açtığı devrimci krizin kaçınılmazlığını gizlemeye çalışan pasifizmin (siz bunu bugün  liberalizm diye okuyun) ve bir bütün olarak ‘demokratizm’in (bunu da burjuva solu olarak okuyun) dünyanın her yerinde hâlâ çok yaygın olması, bunu daha da zorunlu kılmaktadır. Bu akımlara karşı mücadele, bu aldatılmış küçük mülk sahiplerini ve az çok küçük-burjuva yaşam ilişkilerine sokulmuş milyonlarca emekçiyi burjuvaziden koparma göreviyle karşı karşıya bulunan proletarya partisinin görevidir.” Devrimci militanlar ve örgütler önümüzde giderek derinleşmekte olan kaos sürecinde kendileriyle liberaller ve burjuva solu arasına ideolojik ve politik katı sınırlar çekebildikleri sürece kendi yakın tarihimizin üzerimize sindirdiği oportünist ve liberal kokudan da o nispetle arınacağız, kendi tarihimizin oportünist ve liberal uzantılarından o kertede kopuşacağız.

Peki ya Amerika?

Amerika’da bugün (2 Mayıs) itibariyle 1 milyonu aşkın korona vakası ve 70 bine tırmanan ölüm hali mevcut. Günlük ölüm sayıları 2 bin civarında seyrediyor. Bu durumda, madem salgın anglo siyonist emperyalizmin icadıdır, o halde Amerika’nın kendisi niçin bu kadar etkileniyor şeklinde bir soru, salgının Amerikan önderlikli emperyalist kapitalizmin krizinden bağımsız ele alınmasının mantık temelini oluşturuyor. Halkevleri’ci oportünistlerin kendilerine düşünsel  mihmandar kıldıkları Zizek gibi zevzeklerin, “çöken kapitalizm, kendiliğinden komünizm” türü söylemleriyle bu mantık kurgu ideolojik-politik bir çerçeveye oturtulmak isteniyor.  Örneğin oportünist sözcü K. Okuyan, aynı makalesinde, “biyolojik savaş filan yok, toplu çöküntü var; tam da tahmin edileceği gibi bu çöküntünün altında kalmaması için harekete geçen ‘sömürücü akıl’ var” gibi sözlerle emperyalist kapitalist zorbalığın kriz yönetimine meşruiyet tanıyor, bu nedenle 1 Mayıs’ta bile evde kalmayı esas alan,  sistem hilafına bir şeyler yapmamayı sorumluluk taşıyan yurttaş olmanın gereği sayıyor. Bir kez daha belirtelim ki oportünistlerin bu tarz, sistemle bütünleşmeyi, olana katlanmayı vazeden açıklamaları bizler için hiç de şaşırtıcı değildir. Bu oportünizmin karakteridir. Ancak, devrimci militan mücadelenin arklarındaki yoldaşların benzer yaklaşımları, örneğin Özgür Gelecek konferansındaki SMF sözcüsü arkadaşın çöken kapitalizm karşısın neredeyse üzerimize koşmakta olan sosyalizmi kucaklamak için  her günkü kitle örgütlenmesi çalışmalarımızı derinleştirmekten başka bir öneride bulunmaması, yukarıda Lenin’in işaret ettiği gibi önümüzdeki ideolojik-politik mücadelenin ne denli güçlü verilmesi gerektiğini bizlere bir daha hatırlatıyor.

Önce, sermayenin krizleri üzerine şu kısa, kaba ama belirleyici çerçeveyi çizelim: Kapitalizmin ve dahi emperyalist kapitalizmin yapısallığı onu krizden krize koşturur. Ancak krizler kapitalizmin kendiliğinden çöküşleri anlamına gelmez; aksine, krizlerin açığa çıkardığı çelişkilere ve burjuva egemenliğin bu en zaaflı konumuna devrimci proletaryanın müdahalesi sağlanamadığı koşullarda kapitalizmin ve dahi emperyalist kapitalizmin gelişmesi krizler üzerinden olur. Bugüne kadar emperyalist kapitalizmin üç ana kriz dalgası yaşandı ve bu krizlerde proleteryanın müdahalesi olan alanları kaybeden emperyalist kapitalizm yeni koşullarda kendini yenileyerek ve gelişerek yoluna devam etti. Bu nedenle, biz devrimci komünistler, emperyalist kapitalizmin bu krizinden devrim çıkarmayı, bunun için devrimci savaşı derinleştirmeyi, yükseltmeyi ve  bunun olabilir biçimi olarak birleşik devrim tarzını öne çıkarıyoruz. 

Emperyalist kapitalizmin bunalımlarını birbirinden farklı, birinden diğerine geçişi gerekli kılan iki temel kategori vardır. Bunlardan biri sermayenin birikim modelidir, diğeri ise çevre pazarların emperyalist anayurda eklemlenme tarzıdır. Geri toplumsal formasyonlara sahip geri pazarları gelişkin kapitalist ve sonraları emperyalist pazarlara eklemenin öncel tarzı, ikinci paylaşım savaşına kadar sömürgecilikti. İkinci paylaşım savaşından sonra ise sermayenin uluslararası şekillenmeleri itibariyle geri pazarların eklemlenme tarzı olarak yeni sömürgecilik gelişti. İç pazarların geliştirilmesi açısından kredilendirme ve koruma ekonomileri ve daha sonra  bu tarz temerrüt sorunları çıkarınca neoliberal dediğimiz politikalara yönelindi. Neoliberal birikim modeli Amerika’nın piyasa hegemonyasını sürdürebilmesi için bir kredi ve dolar köpüğü yarattı ve sistem tıkandı. Küresel mali krizin patlama eşiğinde Amerikan  emperyalizmi pazar hegemonyasını sahip olduğu en rekabetsiz araç üzerinden, kendi savaş makinası üzerinden çözmeye yöneldi. Dünyanın stratejik kaynak ve ticaret yollarını askeri tarzda ele geçirmeye, pazar eklemlenmesini askeri varlığı etrafında şekillendirmeye yöneldi. Hegemonyanın ilk sömürgeci, askeri işgal biçimlerine kısmi bir dönüş içeren bu eklemlenme tarzını yeniden sömürgecilik olarak adlandırmak uygun düştü. Bu gelişmeyle birlikte emperyalist kapitalist sistem artık kendini yeniden üretemeyen, yerine krizler üreten neoliberal birikim modelini bir yenisiyle değiştirmenin arayışına girdi. Neoliberalizmin ana karakteri kapitalist üretim anarşisini sonuna kadar azdırması ve pazarın görünmez elinin hiçbir şekilde takılmaması için piyasadaki kapitalist devletleşmenin tümüyle yapıbozumuna uğratılmasıydı. Bunun kendisini tüketen bir sistem olduğu giderek ortaya çıkınca neoliberalizmin yapıbozumunu derleyip toplayacak toplayacak tarzda bir yeniden yapılanma ihtiyacı uzun zaman öncesinde açığa çıkmaya başlamıştı. Post neoliberalizm, yeni bir birikim modeli olarak bu yeniden yapılanmanın proje adı olmaya başladı. Ancak bunun nasıl olabileceğine dair rivayetler muhtelifti. Akademik alandaki tartışmalar oldukça çeşitliydi. Neoliberal özelleştirmenin toplumda devlete ve sisteme yönelik geliştirdiği yabancılaşmayı aşmak için popülizmin ve otoriteryanizmin iç içe sistemleştirilmesi, kimilerinin yeni Keynesçilik adını verdiği tarzda devletin ekonomiye yeniden taşınması gerektiği söylenebiliyordu. Ancak gene de krizden çıkış ve yeni tarzın nasıl bir ekonomik düzenlemeye tabi olacağına dair çok bir işaret yok gibiydi. Bugün var. Borsa krizlerinin hemen ardından ortaya çıkan gelişmeler itibariyle bugün artık bunun nasıl geliştirilebileceğine dair bir şeyler biliyoruz.  Amerikan finans kapitalizminin yeni örgütlenme hamleleri itibariyle özelleştirmelerin ardından gelen yeni sistemin özelleştirilmiş bir devlet ya da devletin özelleştirilmesi halini almakta olduğu giderek açığa çıkmaya başladı.

Amerika’da 9 Mart borsa krizinin hemen ardından 24 Mart’ta, Fed yani Amerikan merkez bankası kendi borç yönetimi için BlackRock adlı özel bir yatırım kuruluşunu yetkilendirdi. (BlackRock Takes Command, J. Nelson, CounterPunch, 4 Nisan) Bütün bu işlem son derece sessiz sedasız gerçekleşti. Bugün, BlackRock, 30 ülkede 70 ofisle çalışıyor ve 100 ülkeden müşterileri var. Elbette müşteri denildiğinde bundan bankalar, merkez bankaları, sigorta şirketleri, servet fonları vb.. anlaşılmalıdır. Wikileaks’in Ekonomist’ten aktardığına göre, BlackRock,  2014 yılının Mayıs ayı verileri itibariyle dünyanın en büyük bankası olan Çin Endüstri ve Ticaret Bankası’nın 3 trilyonuna karşılık 4 trilyon dolar kontrol etmekteydi. 24 Mart’tan sonra ise, BlackRock, Fed’in potansiyel 4.5 trilyonunu ve türev piyasalarla 27 trilyonluk mali gücünün yönetimini de devralmış durumdadır. Nelson’a göre “bu kadar konsolide bir güç görülmemiştir” ve “BlackRock, medya dahil gezegendeki her büyük şirkette yer almakta”dır.

Bu gelişmeler itibariyle, anglosiyonist finans kapitalizmin Pentagonu BlackWater’la, Fed’i BlackRock’la özelleştirdiği bu süreçte salgını da BlackSwan’le (“Kara Kuğu”, beklenmedik gelişmelere dair bir mecaz) tanımlaması gerçekten çok melodik olmaktadır. Proletaryanın ve tüm çalışanların, uluslararası emperyalizmin bu “kara” projesinden kurtulmasının en birincil koşulu, devrimci militanların ve örgütlerin ideolojik ve politik olarak bu melodinin sürükleyiciliğinden kurtulmasıdır.

Bu konuyu şimdilik şöyle bağlayalım: Her ne kadar ana verileriyle ortaya çıktıysa da, gelişmenin Amerikan finans kapitalizminin değişik eğilimleri ve bunların toplumsal nüfuzları arasında çatışmalara yol açma ihtimalini de gözeten bir tarzda finans kapitalin yeniden yapılanmasını bir süre daha izlemeye ve irdelemeye devam edeceğiz. Ve kaldığımız yerden devam edelim.

Anglosiyonist emperyalizm, yeniden sömürgecilik ve küresel savaş zorlamalarıyla post neoliberal modeli inşa edebilmek için elbette eski iktisadi modelin araçlarını tasfiyeyi esas alacaktır. Kapitalist pazarın kâr oranlarının azalma eğilimi, emperyalizmin krizden çıkış yönelimini bu kritere göre yapılandırır. Dolayısıyla, 2019’un Ekim ayında, Wuhan’daki askeri oyunlara eşzamanlı gelen Gates’lerin Event 201 platformu, salgın senaryosu etrafında 2 milyar insanın etkilenebileceğini, 65 milyonun ölebileceğini kestirir. Amerika’nın bu rakamlardan azade olması elbette beklenemez. Aksine yeni ekonomik yapılanma için azade tutulmaması gerektiği CIA bağlantılı platformlarda ele alınmıştır.

Stratfor, “Gölge CIA” adıyla anılan bir think tank kuruluşudur. On yılda bir on yıllık gelecek tahminleri üzerine raporlar hazırlar. Son rapor 2015-25 arasına aittir. Bu rapor, Amerika’nın mevcut krizi ve çözümü üzerine şunları söyler:  “Birleşik Devletler’in sonu önemli ekonomik ya da sosyal problemlerle biten 50 yıllık döngüleri vardır. (…) bir sonraki bunalım önümüzdeki on yılın ikinci yarısında (yani 2020’den, yani bugünden itibaren, nb) kendisini hissettirecek. Zaten şimdiden (2015’te, nb) görülür haldedir. Bu orta sınıfın bunalımıdır. Sorun eşitsizlik değildir; sorun, orta sınıfın bir orta sınıf hayatı yaşayabilme yeteneğidir. Şu an Birleşik Devletler’de hane geliri yaklaşık 50 bin dolardır. Yaşadığınız eyalete bağlı olarak bu aslında 40 bin dolardır. Bu, gerçek orta sınıfın mütevazi bir ev almasına ve belli başlı metropolitan alanların dışında tasarruflu bir şekilde yaşamasına olanak sağlar. [Ama] bu %25’i oluşturan alt orta sınıf için neredeyse imkansızdır.”(Decade Forecast:2015-25, Stratfor World View, 23 Şubat 2015) Stratfor bu durumu iki nedene bağlar. Birisi parçalanmış ailelerin birden fazla ev talebidir ki bu 2000’lerin başında patlayan ve mortgage krizi olarak bilinen emlak kredilendirme köpüğü ve ödeyemezlik krizinin tarifidir. Bir diğeri de bu krizin tetikleyicisi olarak Amerika’nın “gelişkin üretkenliğinin gereği olan ekonomik yeniden yapılanma” itibariyle orta sınıfın  iş güvencesi ve gelir düzeyinin “sınırlanmış” olmasıdır. Görüldüğü gibi Amerikan alt orta sınıfının – ki Stratfor buna işçi sınıfını katmış mıdır, bilemiyoruz-  “terbiyesi” nüfusun en az dörtte birini kapsayan, yani  80 milyonluk bir demografik dalgalanmayı gerektirmektedir. Stratfor bu demografik dalgalanmanın yönünü bir önceki döngüye ve çözümüne dair  belirlemelerinde verir. Bir önceki döngü 1932’de Rooswelt’in başkanlığıyla başlayıp Carter’in başkanlığıyla tamamlanmıştır. Raporda bu bunalım döngüsü, “atıl fabrika ürünlerine talep oluşturma”, “büyük çapta aşırı tüketim”, “iki haneli enflasyon” ve “işsizlik” le tarif ediliyor. Reagan’la, yani bizlerin Reaganomics olarak bildiği ve emperyalist kapitalizmin “borç tuzağı ve petrol bunalımı” içinde debelendiği ünlü neoliberal saldırı dalgasında “vergi yasasındaki değişiklikler üzerinden ve yoğunlaşmayı şehirli sanayi işçisinden şehir dışında yaşayan profesyonellere ve girişimcilere kaydırarak Amerikan sanayisini yeniden yapılandırmanın temelinin hazırlandığı” yazılıyor. Gereksiz işletmeler, bunların talep problemi, bunun yanı sıra aşırı tüketim, başta işçi sınıfı ve alt orta sınıflar olmak üzere kentli sınıfların yaşamsal sorunlarıyla kentli yaşamın çökkünlüğü… Bütün bu toplam bize, Trump’ı iş başına getiren “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” (MAGA) programının kalemlerini vermektedir. Döngü, 2015 itibariyle “henüz politik bir kriz değil”dir ama Reaganla anca temeli atılan  ve orta sınıf bunalımlarıyla yetmezlikleri katlanan yeniden yapılanma sürecinin ele alınışının  Amerikan siyasal rutininde “2028 ve 2032 seçimlerine kadar “ sarkacağını söylüyor, Stratfor. Peki, Amerikan finans kapitalizminin bu kadar bekleyecek hali var mıdır? Rapor çözüm sunan değil, tahmin yürüten kapsamı itibariyle, bizler açısından yanıtı zaten belli olan bu konuyu irdelemiyor ancak 2020’den itibaren içine girileceğini tahmin ettiği döngüsel krizin “acı verici” olacağını belirlemeden geçmiyor.

 Toplumsal “acı” meselesi, Amerikan siyasetinin ve siyasetçisinin toplumsal risk alırken özellikle gözettiği psikolojik bir eşik konusudur. Rapor, Amerikan savaş makinasının dünyanın her yerinde varolan etkinliğinin yanı sıra Amerika’nın büyük bir avantaj olarak bir ada yalıtılmışlığının güveni içinde olduğunu belirtiyor. Daha önce belirttiğimiz Tonkin körfezi provokasyonu ya da Pearl Harbour gevşekliği Amerika’nın sadece savaş hukuku için değil aynı zamanda kendi güvenliği içindeki çok parçalı Amerikan toplumunun bir risk etrafında birliğini sağlamak içindir de. Vietnam sendromunun gösterdiği gibi Amerikan toplumu ancak kabul edilir gerekçelerle acı cekmelidir ki acının “nedeni”ne yönelmeyi benimsesin. Örneğin İkiz Kuleler’in çöküşü Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesinin Amerikan toplumu tarafından benimsenmesini sağlamıştır. Ancak bilinir başka temel nedenlerin yanı sıra Saddam’ın tasfiyesiyle bu motivasyon ortadan kalkınca  Obama’ya karşı bölgedeki askeri varlığın devamını “Choosing Victory” adlı broşürle savunan neo con’lar Amerikan savaş makinasını daha verimli kullanabilmek için Amerikan halkını ceset torbalarına alıştırmanın gereğini özellikle ileri sürmek ihtiyacı duymuşlardır. (s.48) Şu sözler arabesk bir naifliğin ifadesi değil bir CIA raporunun belirlemesidir: “Şimdi çektiğimiz acının şimdiye kadar yaşanan en olağanüstü acı olduğu inancı var. Bu sadece narsisizmdir.(…) Şimdi yaşadığımız acı sadece insan olmanın normal acıları. Bu rahatlatıcı bir şey değil ama bir gerçeklik. Bu on yıl öngörüsü bu bağlamda okunmalıdır.” (Stratfor, 2015)

Bugün 70 bin ölü, 2 milyon vaka ve 26 milyon işsizle Amerikan halkı, beyazı koruyan, hispaniki ve siyahı “acı”ya gömen 80 milyonluk demografik bir dalgalanmanın konusu olmaya yatkınlaşmış durumdadır. 

Bugün 70 bin ölüyle Amerikan halkının %70’i salgının nedenini Çin virüsü olarak görüyor. Trump’ın ve  görevinin yalanı ve manüpulasyonu içerdiğini söyleyen eski CIA başkanı siyonist Pompeo’nun söylemi bunun Çin’in “organize” bir işi olduğu doğrultusunda keskinleşiyor.

Ve sonrası Black Rock’un, Black Water’ın işidir.

Sonuç

Emperyalist kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkmak için dünyayı içine soktuğu kaosta, bundan önceki dönemlerden farklı olarak dünyanın bütün çalışanları dünyanın bütün sermaye iktidarlarının benzer saldırılarına uğramakta, benzer sorunlarla boğuşmaktadır. Bugüne kadarki kriz ve savaşlarda milyonlarca Ortadoğu’lu, Asyalı halk yerini yurdunu terk ediyor, milyonlarla ölüyordu ama bu dünyanın geri kalan taraflarındaki halkı bu boyutuyla etkilemiyor, ilgilendirmiyordu. Şimdi salgın nedeniyle ise dünyanın bütün burjuvaları kendi yaşamsal önlemlerini alırken dünyanın bütün çalışanları aynı işsizlik, açlık, hastalık ve ölüm kuşatması altında bulunuyor. Bu koşullar proletaryanın evrensel sınıf kimliğini soyuttan somuta taşımaktadır. Politik olarak bu kaos konjonktürü ve proletaryanın uluslararası sınıf kimliğinin pratik bir değer kazanması artık sınıfın birlik ve mücadelesini  bir ritüel olmaktan çıkararak  bir savaş cephesi haline gelmesinin koşullarını yaratmaya başlamıştır.

Emperyalist kapitalizm bir taraftan bu tehlikenin üstesinden gelmek, bir taraftan da hegemonya zincirini İran üstünden Çin’e kadar uzatarak dünya egemenliğini bir yüzyıl daha sürdürmek istiyor. Onun bu arayışında içinde bulunduğu zaafları proletaryadan ve proleter devrimden yana değerlendirmenin yolu genelde uluslararası proletaryanın devrimci savaşından, özelde Türkiye’de birleşik devrimci hattımızın güçlendirilmesi ve yükseltilmesinden geçiyor. Önkoşul, konjonktürün karakterini bilince çıkarma dolayımıyla yakın geçmişimizin ölü mirasından ideolojik-politik kopuşmadır. Öncel görev, devrimci komünizmin oportünizme karşı ideolojik üstünlüğünü politik olarak maddeleştirmektir.

Paylaşın