“Eylemin yazgısı ya da gerçekleşmesi denen şey olup bittiği an değil gelecekteki bir zamandır. Zaman denen şeyin içini hep başka eylemler doldurur ve hep birbirine atıf yaparak birinin mesajını diğerine ileterek…”
Zaman kavramı hiç olmadığı kadar homojenleşiyor gözümde, o gün bugünden ayrı değil gibi, yarına çok yakın sanki..
Gerçeklik cam gibi çarpıyor yüzümüze seninle birlikte, cam kırıkları etrafa savruluyor, içinde saklandığımız kılıfı yırtıyoruz bir hamleyle, kendimizi sarsıyor bir kez daha anlamaya başlıyoruz anlattığımız hikâyeyi.
Anlatıyoruz ama anlıyor muyuz? Anlıyoruz ama eyliyor muyuz? Eyleyenlere minnet ediyoruz ama anlattıklarına kulak veriyor muyuz?
Anlatımız zaferle sonuçlanacak biliyoruz ama yürüyenlerin ayağına batan cam kırıklıkları hiç unutulmayacak.
Bilen bilir kenar mahallenin kültürü başkadır, olduğun gibi bilirler gördükleri gibi tanımazlar.
Ah dünya zalim dünya! Ben de dar sokaklarına Çukurova’nın özünü bilmeyi, olanı olmayanı paylaşmayı, havası kadar sıcak-samimi olmayı; kravatını takıp hayal bile edemeyeceği büyük binaların küçük odalarına giden Ahmet abinin, markette kasiyerlik yapan Olcay ile yokuş üstünde konduda oturan Serap teyze’nin, okusa bilim kadını olacak Sema’yla yani ayrı hayatlardan ortak yaşam alanına düştüğümüz bütün insanların sadece insan olduğu için değerli olduğunu işte bu kenar mahallenin kültürü ile öğrendim.
Bilirim bizim buraların dar sokakları her birimizi önceden tanır, bir ben daha gömmüştür şu uzun yolun sonundaki mezarlığa. Velhasıl gerçek o ki…
İnceden kulağımda boğuk bir sesle uyanıyorum, Çukurova sokakları ezberlediği yüzü silikleştirmenin acısı ile daralıyor gibi gözümde. Her sokak sanki uzuyor-inceliyor, ben yürüdükçe yürümek zorunda kalıyorum. Duvarlar konuşuyor, bir şeyler söylüyor herkes, uğultu duyuyorum ama ne söyleniyor anlamıyorum. Olduğum sokağın sonundaki kamyon bir an gözüme kadar yakınlaşıp geri gidiyor, görmediğim şeyler görüyor hala uykuda olduğumu düşünüyorum. Şaşkınlıktan tanıdığım seslere dönüyor, suratlarına bakmaya çalışıyorum, bulanık ve asla tarif edemeyeceğim yüzlerden tanıdık sesler duyuyorum. Sokaklar zikzak çiziyor. “Duydunuz mu? Gördünüz mü?” sorularının altında eziliyorum, herkes bir anda uzaklaşıyor hızlıca etrafımdan, sessizliğin ortasında kalıyorum, üç saniye sonra yine o belirsiz kalabalığın ortasında buluyorum kendimi.
Kenar mahallenin sınır tanımaz, asi, kavgacı; tanılan, çok da sevilen, yan komşunun sepetine ekmeğini bırakmış, sobasına iki kömür atmış, hep kardeşlerini severken gördüğümüz ya da annesi anlatırken tanıdığımız, bizim de arada ekmek bölüştüğümüz yiğit arkadaşlardan bir tanesinin ismi yankılanıyor sokakta.
Sessizleşti bütün dünya yolda karınca yürüse ayak seslerini duyacak kadar, kendimi ilk dükkândan içeri attım izin istedim yüzüme iki su çarptım. Anlatılanlara yabancı değilim ama ilk defa duyuyorum. Yüzümden damla damla su dökülüyor, sağ omzuma siliyorum, o anın şoku ile hatırlamadığım bir arkadaş var yaklaşıyor yanıma. “Nasıl tanımazsın hani bizim kardelenler binasını boyarken gördüğümüz ince esmer bir abi” diyor. Adım atmış bizim sokaklarda, yoksul mahallelinin kaderi ya çalışmış bizim mahallenin inşaatında.
Bütün bunlar konuşulurken ben hayatımın bir parçasında olduğunu bilmediğim ama beni derinden sarsan bir haberin sebebini anlamaya çalışıyorum. Dilimiz aynı sözümüz aynı ama bana farklı bir şey hissettiriyor. Biraz hüzün, daha çok öfke ama çokça gurur…
Dünyanın bir ucundan diğer ucuna birçok dilden, ırktan insan vardır bilirim. Kimse kimseden üstün değildir öğretilmiş bize. Üst mahallenin daha beyaz çocuklarına süt desek dayak yerdik evde böyle böyle öğrendik belki de. Ama bizim şu kenar mahallenin giriş sokağında koyu mavi kıyafetli bir iki tip var beyaz arabanın içinde oturuyorlar dışına çıktıklarını çok görmedim gece geç mahalleye çıkarsak falan işte tek yakalayınca inip “Kürt! Soyun sopun yok senin, yerin yurdun yok. Burayı da size bırakmayız!” dediklerini duyar, çocukken de düşünürdüm acaba anneleri evde dövüyor mu onları diye. İtiraf etmeliyim ki ben de mahallenin içine doğru koşarken arkama döner “Süt!” diye bağırırdım. Bir gün bir arkadaşla felaket yakalanıp dünyanın dayağını yemiştik. Ben de uzun zamandır düşünüyordum lacivert kıyafetliler bizim şu üç sokak kondu mahallemizin girişinde neden dururlar diye meğer soyumuzu tanımak içinmiş.
Zaten bütün sarsıcılığı ile öğretilenin aksine farklı ırktan olduğum için dayak yemiştim hiçbir şeye inanasım gelmiyordu. Öğretilen sadece bizim mahalle de geçerli sanırım deyip yediğimiz dayağa sebep arıyordum. Çok geçmeden zaten akın akın sokaklara insanlar döküldü. Yüzleri kapalı, siyah giyimli, kırmızı fularlılar en başta duruyorlardı. Yavaş yavaş anlam vermeye başladım, birlikte dayak yediğimiz arkadaşa “İçimizde koyu lacivertlileri korkutanlar varmış” dedim. “Haklısın” dedi, “Biliyor musun onlar olmasa şu sokak girişindekiler var ya yaşatmazlar bizi ha!”
“Şimdi ince esmer abi neden ölmüş onlardan mıymış? “
“Onlardan ya, ben biliyordum hatta onlardan olduğunu!”
“Saçmalama, yüzleri kapalı onların! Hem neden ölmüş ki?”
“Bizi bir daha dövmesinler diye!”
“Ölmemişler o zaman, ölmüş sayılmazlar”
“Belki onlarla olursak daha güçlü olurlar dayak yemez kimse onlar da ölmez o zaman”
Biz bunları konuşurken önümüzden insanlar yürüyor, bitmek bilmeyen inançla yabancısı olmadığımız sloganlar atılıyor. Daha önce böyle cenazeler görmüştük onların mezarlarında iki isim yazıyor.
“Bedrettin Akdeniz
EKİN İNCE MEMED”
“İnsan nerede daha çabuk değişir? İnsan nerede dünyaya daha güçlü meydan okuyabilir? İnsan nerede geleceğe daha yakındır?
Zaman bir bütünen kafamda, ne o gün bugünden ayrı, ne de bugün yarından uzak. Sen kenar mahalle çocuklarına bu yaşamın mahkûmluğunun reddini anlatansın. En başta bana…  Seni hiç tanımadan, seni en çok tanıyan… Seni bir kere görmemiş, seni en çok hissetmiş biri olarak ben.. Ortak yaşadığımızda farklı da olsak aynılaştırmayı reddettiğimiz bu kenar mahallenin dışında kocaman bir dünya var, sen bütün sınırlarını reddederken ben mahalleyi aşıyordum.
 
“Şurada tam yüreğimin ortasında bir yangın var. Oyuyorlar gibi yüreğimi…”
Sen buraya döndüğünde, ben senin yerine kavga saflarına adını taşıyanlara omuz veriyordum.
Aradan seneler geçmesine rağmen öğrettiğin, eylediğin yaşamı kurmak için kollarımı sıvadım, engelleri yıktım, sınırları aşmak için yürüyorum koşar adım. Hala varabilmiş değilim sana…
Ben uzaklaştıkça biri daha geliyor, yüzü yabancı değil, biraz arkamda. Kenar mahallede çok çocuk doğardı beş kardeş bir takımda sokakta top oynardık. Şimdi dört kardeşin omuzlarında mahalleye giren çok… Ziyanı yok! Geldikçe gideceğiz. Eksildikçe dolduracağız boş bırakılan safı. İnce Memed’lerden Bedrettin’lere! Bu toprakların mayasında olan mücadele azmini taşıyacağız sınırların ötesine! İnce Memed’ler ölmez! Eylemler doğar yeniden, çocuklar ölmesin diye…
İşte “ Buradayız” diyenlerin sesi; gözünü kavganın güncelliğiyle kuşanmış olanlar, inancın ve kararlılığın kandan bedelleriyle kesintisiz üretmiş olanlardır. Bu kaynak özgürlüğün yükseleceği, bugünün geçmişe hükmedeceği kaynaktır. Tüm insanlığın ve doğanın ortak ateşi, ortak kaynağıdır.

 
             
                     
                     
                     
                                             
                                         
                                         
                                        