Gündem, Mehmet Yılmaz Kaya, Slider, Umut Yazıları

Umut Sosyalizmde- Mehmet Yılmaz Kaya

Bugün yaşanan her şey, geleceğin nasıl şekilleneceği/şekillenmesi gerektiği üzerine hesapların yapıldığı, nesnel durumlara yönelik iradi müdahalelerin gerçekleştirildiği inşa süreçlerinden ibarettir. Toplumsal olaylara ve tarihe yön veren tek gerçek yasanın toplumları bölen sınıflar arasındaki mücadele olduğu ön kabulü ile meseleyi ele aldığımızda bugün yapılan tüm siyasal-askeri müdahalelerin gelecekte iktidarın kimin elinde olacağı ve onu nasıl yürütmek istediği ile ilgili doğrudan bağlantılı olduğunu bilmek durumundayız.

Marks’ın on birinci tezde tarif ettiği üzere, dünyayı değiştirmek için yorumlama gerçeği her siyasal analizde devrimci sonuçları ve ona uygun eylemi icra etme üzerine kuruludur. Bugünkü siyasal iktidarın durumunu ve yönelimini yorumlamak, bizler açısından geleceğe yönelik devrimci konumlanmaları ve işçi sınıfının partisi açısından iktidarı ele geçirme stratejisine uygun örgütlenmeleri zorunlu kılar. Eyleme geçme niteliği ve niyeti taşımayan hiçbir analiz, hiçbir eğitim, hiçbir slogan, hiçbir deklarasyon “fikir açıklama özgürlüğüne” katkı yapmış olmanın dışında, bugünkü acılardan kurtulmaya hizmet etmez. Örneğin; tek başına kapitalizmin çökmekte olduğunu ilan etmek, iktidarı ele geçirmek üzere eyleme ve örgütlenmeye dayalı bir seferberlik yaratmıyorsa çöken şeyin tam da yoksulların üzerine çökmekte olduğu gerçeğini değiştiremez. Öteki dünyanın cennetine gidebilmek için inanlar bir kere gelecek ölümü beklerken, iktidarı hedef almadan, eyleme geçmeden bir çöküş beklentisi ise hiç gelemeyecek olan cenneti beklemek, emekçiler için her gün ölüm demektir. O nedenle perspektifler, analizler yol açıcı pusulalar olmakla birlikte, bunlar tek başına değiştirmeye muktedir değillerdir. Bir perspektifin devrimci sınavı ancak pratiktir ve onu hayata geçirmek üzere sistemli, süreğen, eylemli bir faaliyet sürdüren kadrodur. Bu açıdan devrimci bir partinin, sömürüye ve onun iktidarına karşı cepheden açtığı devrimci savaşın başarısı Sun Tzu’nun deyimiyle ‘kendini tanıdığın kadar düşmanı tanımayı’ da gerekli kılar. Sömürü iktidarını tanımamızın tek amacı onu yıkmaktır. Bugünkü iktidarın durumunu, krizini aşmak üzere girdiği yönelimlerini ve bölge planlarını; onu sekteye uğratmak, krizini derinleştirmek, yönetemez hale getirmek için analiz ederiz. Bu belirleme, teşhir faaliyetinin ötesinde bir yıkıcılık eylemi ile anlam kazanır. Meseleye böyle yaklaştığımızda sosyalizm; bir beklenti hali ya da talep değil, kitlelerin eseri olacak devrimci kalkışmanın merkezi bir parti tarafından örgütlendirilmesidir.

İnsanlık tarihinde bir sapma olarak iktidarı ele geçiren burjuvazi sabahtan akşama tesadüfi gelişmelere göre savrulan bir yönetim şekliyle değil, yılların biriktirdiği yönetim tecrübesine dayanarak, siyaseti, toplumu, devleti yeniden şekillendiren daha fazla pazar – daha fazla kar stratejisine ve sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde hareket etmektedir. Bu adımlar bir takım başka girdilerle ya da direnişlerle istenen sonuçlara ulaşamadığında kuşkusuz taktik değişimler geçirerek varlığını sürdürme haline devam etmektedir. Özetle söylemek gerekirse; evet, emperyalist kapitalizm çok büyük bir yönetim krizi içerisindedir. Bu onun aşil topuğu, zayıf yanıdır. Gelişmeler karşısında eskiye oranla tarihe yön verme kabiliyeti zayıflamakta, dün yarattığı sonuçlar bugün yeni krizlere neden olmaktadır. Kapitalist yönetim biçiminin bir sonucu olarak açığa çıkan pandemi bile 2008 krizini atlatamayan emperyalist- kapitalist sistemi, küresel çapta büyük yeni krizlere sürüklemiştir. 1990’lar sonrası tarihin sonunu ilan edenler, tekelleri doyurabilmek adına girdiği her yeri bataklık deryasına dönüştürürken, sistem her yeni adımında nereye bastı ise oraya bir irin gibi taşıdığı çamuru akıtarak yok etmektedir. Bir avuç tekelin zenginleşmeye devam etmesi dışında açlık, savaş, kıyım, salgın tüm dünya insanlığını teslim almış, çelişkilerin derinliği rıza üretemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Geçen yıl yayılarak devam eden ayaklanmalar, gösteriler, ezilenlerin birçok yerde sömürünün sembollerini kitlesel ateşe verme eylemleri iktidar gücünün kurumlarını zayıflatmaya devam etmektedir. Yine küresel güç olarak pazar hakimeyetini geliştiren Çin ve Rusya’nın gelişimi, krizin merkezi ABD’nin hegemonyasının gerilemesi henüz küresel ya da bölgesel devletler arası bir savaşa yönelemeyecek boyutta olsa da özellikle bölgede yaşanan çıkar çatışmaları bütünlüklü ittifak anlayışları yerine bölgesel ittifaklarla dönemsel değişkenlik gösteren bir noktaya evrilmiş, bunun yarattığı çelişkiler yumağı mevcut hegomanyaların zayıflamasına neden olmuştur. Ancak emperyalist kapitalizmin bu olağanüstü açmazları, krizleri ve zayıflaması onu tarihin sahnesinden “günah çıkararak” ayrılacağı sonucunu doğurmaz. Bugün tüm yaşananlar ve yaşanması olası durumlar karşısında kendini tahkim etmeye, çözülen hegemonya ilişkileri içerisinde yeni dengeler yaratmaya ve savaşmaya devam etmektedir. Capgemini’nin yayınladığı raporda pandemi sonrası dünya genelinde ekonomi %3 küçülürken, zenginlerin servetini %8 arttırdığı ifade edilmekte. Bu durum, krizlerin devrimci fırsatlar doğurduğu kadar sermayenin başka kesimleri açısından da fırsatlar yarattığını göstermektedir. Krizi genel olarak var olan bir durumun aynı hali ile sürdüremezliği ve oluşan buhranlı durumdan boşlukların açığa çıkması olarak tariflersek, bu boşluklar ya eskinin uyumu ile ya da yeni güçlerce doldurulur. Eski dünya dengeleri bir bütün olarak uyum sağlayamayacak düzeyde krize girmiştir. Her şey bu ilişkiler yumağı içerisinde yeni güçlerin açığa çıktığı/ çıkacağı bir dönemdir. Ya emperyalist barbarlık yeni güçlerin öncülüğünde, yeni kurallarla yağmacılğa devam edecek ya da işçi sınıfı ve ezilen sınıflar öncü partileri aracılığı ile zayıflayan hegemonya dengeleri içerisinde bir güç olarak açığa çıkıp iktidarı ele geçirecek. Mevcut zayıflıklarını gören ve oluşan boşluklardan açığa çıkma eğilimi taşıyan ayaklanmaların kendini mutlak bir çöküşe götüreceğini gören iktidar, hazırlık yapmaya, kendini yeniden yapılandırmaya uzun bir süredir yönelmiş durumda. Zayıflama ve güçlenme olgularının iç içe geçtiği özgün bir süreçtir yaşananlar. Bu krizde, sermaye birikimini sürdürebilmek için daha fazla sömürüye, yeni pazarlar yaratmak için daha fazla sömürgeye ihtiyaç duyan iktidarlar bunun içerde uygulanabilirliğini faşizmle, dışarda uygulanabilirliğini ise işgal ve savaşlarla gerçekleştirebiliyor. Bu durum, halk direnişlerince durdurulamadığı sürece özellikle Ortadoğu’nun geleceğinin savaşla yoğrulmaya devam etmesi demektir. Sermaye açısından olağanüstü dönemler, olağanüstü yönetim biçimlerini zorunlu kılar. Yani pandemi döneminde iddia edildiği gibi salgın sonrası, “sosyal devletlerin, sosyal demokrasinin vb.” gelişeceği süreçler değil aksine zorun kullanımda olacağı bir dönem sertleşerek devam ettirilecektir. Yani yaşanacak olan siyasetin silahlarla sürdürüleceği bir yıkım çağıdır.

Bölgede yıkım çağının bir öznesi olmaya aday olan Türkiye, içerde ve dışarda son beş yıldır buna uygun yapılanmaktadır. Emperyalizmin genel krizi içerisinde, ona bağımlı olarak krizin yakıcılığını siyasal ve ekonomik olarak iliklerine kadar yaşamakta ancak “çıkış programı” olarak ortaya çıkan hegemonya boşluklarından dolayı bölgesel bir güç olmak ve yeni pozisyonlar edinmek adına sermayenin önemli bir kesiminin ittifakıyla yol yürümektedir. AKP, MHP ve Ergenekon’u yan yana getiren olgu arkasındaki sermaye odaklarının da güncel çelişkilerine rağmen bir dönemi kapsayan gelecek yönelimindeki çıkar ortaklığıdır. Bu açıdan Türkiye’de yaşanan ve yaşanacak olan siyasal yönelimler AKP-MHP koalisyonunu kapsayan ancak onunla sınırlı olmayan topyekün bir devlet yönelimidir. Bu yönelimde CHP’nin görevi iktidar karşıtlığında oluşan öfkeyi Millet İttifakı’na yedekleyerek, kalıcı hiçbir sonuç yaratmayacak bir muhalefet dili ile kitlelerin düzen dışı arayışlara düşmesine engel olmak ve sonuçları nereye evrileceği belli olmayan dinamikler taşıyan sokaktan kitleleri uzak tutmaktır. Başkanlık rejimi ve 15 Temmuz’dan bu yana oluşan ittifak, küresel kriz ve ayaklanmalar çağı içerisinde devletin yeniden yapılandırılmasının, dünkü hali ile kalması durumunda çöküşe sürüklenecek bir devletin sürdürebilirliğini kesintisiz taaruz yönelimiyle aşma çabasıdır. Örneğin; sayısı yüz bini bulan ve doğrudan Türkiye Devleti yönetiminde organize edilen cihatçı çeteleri salt AKP-MHP milis gücü olarak değerlendiremeyiz. Vekalet savaşlarının ve paralı askerlerin savaştırılarak bölgenin şekillendirildiği siyasi konjoktürde bölgesel güç olmayı ve yayılmayı planlayan Türkiye Devleti’nin sahada özne olarak yer almasnın bir ihtiyacı olarak, cihatçı çeteler MGK tarafından hem içerde hem dışarda organize edilmektedir. Şi milisler, Wagner vb gibi cihatçı çeteler de artık AKP’nin değil, Türkiye Devleti’nin bölgesel paramiliter savaş gücüdür. Her ne kadar sermaye odaklarınca, gelecekte olası kırılmalar yaşanacağı görülerek çeşitli siyasal özneler hazırlanmakta ve sahaya çıkarılmaktaysa da, bir devlet planı olarak cihadist çeteleri kültürel ve siyasal argüman olarakta kullanma becerisi AKP iktidarınca mümkündür. Yani sermayenin bölgesel hedefleri açısından yönettiği çeteler bugünün ihtiyaçları açısından bakıldığında ne CHP, ne Deva eliyle yönetilemeyecek önemde ve düzeydedir. Ağır kriz koşullarında AKP-MHP koalisyonu hem bölgede hem ülkede bir geçiş döneminin inşası açısından halen en kullanışlı siyasal aktördür. Bunun bir boyutunu da faşizmi diğer diktatörlük biçiminden ayıran bir kitle tabanına dayanması prensibine uygun olarak, elinde tuttuğu tarikatlara-cemaatlere dayalı tabanı oluşturmaktadır. Toplumun bir kesimi açısından hiçbir meşruluğu kalmayan ve bir nefret objesine dönüşen iktidar kabaca geri kalan %30’unun hayatını sürdürebilmesinin kurtarıcısı olarak görülmektedir. Bu sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, ezilenlerin önemli bir kesimi açısından büyük öfke patlamalarını tetikleme potansiyeli taşıyan sömürünün vahşice sürdürülmeye devam edeceği günlerde, kapitalizmin bekası açısından göz ardı edilemeyecek üretimi sürdürmeye rıza gösteren bir emek gücü – kitle tabanı demektir. Uluslararası tekeller ve emperyalizmin Ortadoğu gerçekliği açısından da bir süre daha AKP tüm başkaca çelişkilere rağmen dengelenerek ayakta kalması tercih edilen bir siyasal pozisyona oturmaktadır.

Özellikle bölgenin emperyalist güçlerle yeniden dizaynı çerçevesinde Türkiye – Irak -Suriye denkleminde ortaya çıkan Kürt gerçekliği PKK’den arındırılamadığı sürece sadece Türkiye açısından değil gerici ve işbirlikçi yerel yönetimlerin oluşmasında da emperyalizmi tedirgin eden biçimde, halklar lehine alternatif bir umut olarak, ideolojik meşruluğunu ve siyasal-askeri gücünü arttırmaktadır. PKK’nin ulaştığı boyut, gerilla mücadelesi açısından dünyanın bir çok yerinde iktidarlara karşı mücadeleye ilham ve deneyler taşımaktadır. PKK sadece Türk sömürgeciliği için değil, bölgedeki emperyal güçler içinde ideolojik ve askeri olarak en büyük tehlikelerden biridir. PKK, bugün Türkiye egemenleri açısından “tasfiye” edilemezse, yeni pazarlar için bırakın yayılmacı bir siyaseti yüzyıldır elinde tuttuğu Bakur parçasını da kaybetme riskini yakıcı hissettirmektedir. Bu bugünkü ittifakı yan yana tutan “çöktürme” konseptinde geniş bir mutabakatın temel harcını oluşturmaktadır. Kürtlerin PKK paradigması ile statü elde etmesi Türkiye’nin üzerine inşa olduğu sömürgeciliğin alt üst olması ve bir NATO devletinin bir gerilla hareketine yenilmesi demektir. Bu sadece Türkiye’yi alt üst etmekle kalmayarak bölge devrimleri için cinin lambadan çıkması ve sömürgecilikte yenilen bir devletin sömürü yanına karşı da büyük kalkışmalarla dağılmasına yol açacak muhtevadadır. Türkiye, 85 milyon nüfusu ve sınırları açısından uluslararası güçlerce de korunması gereken bir pazardır. Bu açıdan güncel polemiklerden azade meseleyi ele alırsak; Rojava’da, Bakur’ da, Başur’ da Türk Devleti’nin PKK’yi imha saldırıları doğrudan ABD – Avrupa derin stratejisine uygun NATO eliyle desteklenmekte ve yürütülmektedir. Hatta diyebiliriz ki; üç parçada yürütülen çöktürme operasyonu Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO operasyonlarıdır. Saha icrası TSK’da, teknik, istihbari ve diğer güçlerin sessizleştirilmesi NATO eliyle sürüdürülmektedir. PKK’nin imhası ve Kürtlerin statüsüzlüğü Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran başta CHP olmak üzere tüm iktidar güçlerinin uyması gereken “kırmızı kitap” stratejisidir. “Demokrasi” çağrıları yapan Almanya’nın açıkladığı silah ihracatının üçte birini Türkiye’ye yaptığı düşünüldüğünde içerde ve bölgede savaşan bir Türkiye’nin ve bunun yürütücüsü hükümetin “demokratik” bir ülkeden daha karlı ve son kertede işgalleriyle NATO’nun sınırlarını genişletmesi, esaslı çelişkiler yaşanmadığı sürece AKP iktidarından kısa sürede vazgeçmeyecekleri bir nitelik taşımaktadır. Zayıflayan yanlarını işgallerle ve Kürt hareketine saldırılarla güçlendirmeye çalışan, bu gerekçeyle (gemi metaforu gibi) birçok toplumsal kesimi kendisine yedekleyen bir iktidarın Haftenin’de, Rojava’da kaybetmesi demek aşmaya çalıştığı krizin daha da derinleşmesi ve ittifakın en temel harcının çökmesi ve ittifakda açığa çıkan başkaca çelişkilerle dağılması demektir. Bu sadece Kürt hareketi için değil faşizme karşı mücadele eden Türkiyeli devrimci, demokrasi güçlerinin üzerindeki baskı aygıtının da parçalanması demektir. O halde Türkiye’de faşizme güç taşıyan, Kürtlere yönelik bu savaşı başarısızlığa uğratmak, bölgede emperyalizmi ve krizini yayılmacılıkla aşmaya çalışan Türkiye’deki kapitalist sömürü çarkını başarısızlığa uğratmaktır. Bu yaralı bir boğaya iyileşme fırsat vermeden, kalbine ölümcül hançer sokmaktır. O nedenle ülkede kim kapitalizmden kurtulmak iddiasındaysa turnusol kağıdı olarak, iktidarı, bu savaşı yürütemeyecek düzeyde darbelemekten geçtiğini görmelidir. Bir savaş makinasına dönüşerek zayıflıklarını örten, güçlenen bir iktidar bu makinayı sadece Kürtlere karşı değil ordusuyla polisiyle, paramiliter çetelesinden, bekçisiyle, işçi ve emekçileri bastırmak üzere kullanmakta ve tarihte görüldüğü gibi kapitalizmi korumak adına namluyu eninde sonunda işçi sınıfına çevirmektedir. Bugün basit düzen içi “barışçıl eylem” yöneliminde olan muhalif kim varsa kendini ne kadar “yasal haklar” meşruluğu ile ifade etse de savaş iktidarının tokatını yemekte, “yasal” şiddetini tatmaktadır. Bir yapının düzen içi muhalefette kapitalizmi sosyalleştirmek için mi yoksa işçi sınıfı iktidarı için mi mücadele ettiğinin temel belirleyeni, Kürtlere yönelik imha savaşında kendi hükümetini başarısızlığa sürükleme adına metropollerde yürüttüğü eylemin niteliğidir. Bu temelde Kürt Özgürlük Hareketi ile yan yana durmak vicdani ya da enternasyonalist bir yaklaşımın ötesinde bölgede emperyalizmi geriletme, Türkiye’de devrim iddiasına yürümektir.

Bütün bu tariflemeler içerisinde nasıl ki emperyalizm ne kadar çürürse çürüsün onu yıkacak bir güç açığa çıkmadan dünyayı cehenneme çevirme pahasına iktidarı terk etmeyecekse benzer kaide Türkiye’deki iktidar gücü açısından da geçerlidir. AKP-MHP faşizmi emperyalizmin genel krizi içerisinde Türkiye burjuvazisinin yönelimini ve krizin tetikleyeceği olası ayaklanmaları önlemede bir misyon taşımaktadır. Bu misyon günün dengeleri içerisinde sermaye açısından henüz miadını doldurmamıştır. Türkiye Devleti bir geçiş süreci ve bitmemiş bir inşa yaşamaktadır. Bir halk tabiri ile “dere geçilirken at değiştirilmez” tanımlaması sermaye açısından da geçerlidir. Erdoğan’ın “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye….” tarifi boyunu aşan bir iddia gibi görülse de, bir gerçekliği ifade ediyor. Bu dere geçilmeden sermayenin ve uluslararası güçlerin at değiştirmeyeceği bir dönem yaşanıyor. MHP’nin hükümete ortak olması, CHP’nin her düzlemde “iktidarın oyununa gelmemek” adına pasif muhalefet sürdürmesi iktidarın taşıdığı misyonu dikensiz hale getirmektir. Tek oyun bozucu Kürt Hareketi’nin ve devrimci güçlerin tasfiyesi süreci, becerilirse bu iktidar eliyle gerçekleştirilecektir. Becerilmezse tıpkı Alman faşizminin yenilmeye başlaması gibi onu iktidara taşıyan onlarca gücün en hızlı anti faşist olması gibi bir dönemi lanetleyecek yedek siyasal figürler hazırlanmaktadır. Yine iktidarın erken seçim ihtiyacı onun karşısında hükümet olmaya aday ve niceliğe ulaşmış bir muhalefetin mevcut hükümeti işlemez hale getirdiği, yasama ve yürütme icrasını sürdüremez kıldığı dönemlerde bir ara yol olarak sandıkla meşruluk arayışı için yapılır. Ya da sokağa dayalı bir muhalefetin yükselmesi ile üretimi engelleyecek niteliğe ulaşması sonucu, kitlelerin sistem dışına yönelmesini engellemek adına sandıkla rıza üretimi gerçekleştirilir. Son olarak ise egemenler arası çıkar ilişkilerinin ayrışması ve farklılaşması sonucu burjuvazi arasındaki klik kavgasında bir kesim sermayenin güvenliğini ve kârlılığını tehditte görmesi sonucu yaptığı karşı hamle olarak erken seçim gündeme getirilir. Yukarıda tarif ettiğimiz nedenlere dayalı olarak devletin bugün ihtiyacı bir erken seçim değil, bu ittifaka rengini veren maddelerin sonuç alıcı koşullara ulaştıracak yapılandırmasını gerçekleştirmesidir. Yani sınıf ve halk hareketlerine dayalı birleşik devrimci bir mücadele engelleyemediği sürece içeride bugünkü saldırılarını kat be kat arttıran, yeni işgal planlarının masada olduğu bir devlet aygıtı ile keskin bir mücadele yaşanacaktır. Devrimci siyaset her faaliyetini buna hazırlanarak, hesabını buna göre yaparak varlık gösterebilir, öncüleşebilir.

Bütün bu fırtına içerisinde “medeniyetler savaşı, dinler çatışması, mezhep kavgaları” gibi her türlü sapma emek-sermaye çatışması altında tarihin çöplüğünü boyladı. Bir kez daha sayısı milyarları bulan mülksüzlerin insanca yaşayacağı ve doğanın özgürce üreyebileceği tek toplumsal yapı olan ve komünizmden önce daha ilerisi icat edilmemiş “sosyalizm” bir umut olarak yeniden kendini gündemleştirdi. Bütün üretim ilişkileri içerisinde kapitalizmden kurtulacak ve kurtaracak olan, işçi sınıfı öncülük rolünü nicel ve nitel olarak ortaya koymaktadır. “Özgürlükler, hukuk, adalet, sosyal devlet” gibi popülist söylemlerin dışında sermayenin bekası reformlarla rıza üretemeyecek, şiddet, baskı ve savaş üzerinden ayakta durabilecek bir sınıra ulaşmıştır. Bunları tüketen kapitalizm kendisi ile birlikte sosyal demokrasi, sol liberalizm ve sol reformizi de yüzüne bakılamayacak düzeyde çöpleştirmiştir. Türkiye’de bugün sosyalizm sancağı altına bu sapmaları cilalayarak sokmaya çalışanlar, devrimciliği ya parlamentarizme ya mahalle dayanışmacılığına ya da kendi sağına yedekleyerek tasfiye olmaya mahkûm olacaklardır. Zordan ve iktidar olma iddiasından arındırılmış her mücadele anlayışı ertelediği o güne hiç varmadan tüm biriktirdiğini, bir sabah devletin savaş makinasının dişlileri içerisinde ezileceğini görmelidir. Gelecek emperyalist haydutlukla, iktidar hedefi taşıyan işçi sınıfı partileri arasındaki savaşın şiddetine göre şekillenecektir.

Devrimci siyaset hiçbir tereddüte yer bırakmadan devrim ve sosyalizmin bayrağını taşımaya, çağrısını sosyalizme, örgütlenmesini devrimin kurallarına göre yapmalıdır. Propaganda sadece bu dünyanın teşhiri ile değil, sosyalist toplumsal düzenin nasıl şekilleneceğini kitlelere taşımakla, sosyalizmin hangi maddi gerçeklere dayanarak sürdürülebilir olduğunu programıyla ortaya koymayı hedeflemelidir. Çağrısı sosyalizm olanın örgütlenmesi, devrime hazırlıktır. Mao’nun ifadesi ile “Devrim yapmak, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya, ya da nakış işlemeye benzemez. O kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı, uysal, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.” Bu temelde yasal – izinli ayaklanmalar olmaz, ayaklanmalar doğası gereği, yasadışıdır. Devrimci siyaset bu genel ilkeye bağlı kalarak siyasal ve örgütlenme çalışmalarını düzenlemelidir. İşçi sınıfı içerisinde örgütlenme, sınıfın düzenle kopuşunu esas alan muhtevada bir bilinç taşımayı gerekli kıldığı kadar, patronların, sendika ağalarının işçiye saldırı cesaretini kırmayı ve karşı zoru da içermek zorundadır. Kadınlara yönelik yaşamsal ve kazanılmış yasal haklara dair saldırıların bu denli yükseldiği, erkek egemenliğin bizzat iktidar tarafından beslendiği bu koşullarda; kadın kurtuluş mücadelesi kadına yönelik suçları, patriyarkal saldırıları militan bir hat eksenli, cezalandırmaları, kapsayıcı bir örgütlenmeyi içererek erkek devletin sınırlarını aşacak düzeye sıçrayabilir. Mahalle örgütlenmesinin bir adım sonrası “ikili” yönetimler hedefi taşıyorsa ve bunlar merkezileşiyorsa bir devrimci savaşa hazırlık yapıldığı söylenilebilir. Devrimci siyasetin ve birleşik devrimci güçlerin bugünkü gücü doğru konumlanmayla bunun üstesinden gelecek azımsanmayacak niteliktedir.

Bugün büyük çoğunluğa ulaşmış biriken kitlesel öfkeye, sosyalizmi bir umut olarak kapı kapı taşıyan irade, tüm ablukaya karşı cüreti yükseltmeye, öncüleşmeye aday olduğunu ortaya koymaktadır. Mücadeleyi yeni bir niteliğe sıçratmak için güç toplamak, kitleler içinde yuvalanmak yakıcı ihtiyaçtır. Devrimci savaşa yüksek yeni bir boyut kazandırmak, sınıf içinde ve yoksul emekçi mahallerde yuvalanmayı zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle devrimci siyaset buralara çevirdiği yönünü ısrarla sürdürmelidir. Örgütlenme için kesintisiz siyasal çalışmalar sürdürmek ve her devrimci öznenin bu çalışmalara dahil olarak, yeni güçler kazanmak sorumluluğu ile yaklaşması gerekmektedir.

Devrimci siyasetin dünü ve bugünü tarihsel dönemeçlerde takındığı kararlı çıkışlar ile şekillenmiştir. Bugün hala bu zeminde duran herkesin bir ölçüde bu değerlerde emeği vardır ve bu iradenin taşıyıcılarıdır. Kazandıracak olan içinden geçtiğimiz yeni dönemeçte, Marks’ın tarifi ile “göğü fethe çıkan komünarların” ayak izlerinden kendi coğrafyamızda sarsıcı depremler yaratmaktır.

Paylaşın