Umut Yazıları

Karıncaların intikamı başlıyor – Savaş Demirel

“Gerilla özgürlük gücüdür”

Ulaş Bayraktaroğlu

Özgürlük gücü, insanın ilk var oluş sürecinden itibaren içerisinde barındırdığı öz gücüdür. Bu öz güç, yıllar boyu süregelen haksızlıklara, zalimliklere, değerlerimizi karşı uygulanan “yabancılaştırma” ve yok etme politikalarına karşı insanlığın yarattığı ‘hakiki’ başkaldırıların temel çıkış noktasıdır. İnsanlar, “insanlıkta ısrar” güdüsüyle zalimlere karşı giriştiği savaşlarında içlerindeki özgürlük güçlerini açığa çıkararak tarihe yön vermişlerdir. Tekil tekil bireylerin açığa çıkardıkları “devrimciliklerinin” ortaklaşması ile oluşan “özgürlük güçleri”, tarih boyunca kendilerinden kat be kat daha gelişkin birçok düşmanı hezimete uğratmıştır. İçine girdiğimiz son yüzyılda ise bu “özgürlük güçleri”, düşman ne kadar gelişkin olursa olsun insanlığın yarattığı “özgürlük gücü” karşısında yenilgiye mahkum olduğunu bizlere bir kez daha kanıtlamıştır ve kanıtlamaya devam etmektedir. Bu yaşadığımız çağda da bu kanıtlama görevinin başarıyla yerine getirenler “gerilla birlikleri” olmuştur. Bugün gerilla deyince hemen hemen herkesin zihninde, elinde silahıyla düşmana karşı savaşan devrimci güçler canlanmaktadır. Bu yanlış bir tanımlama değildir fakat yeterli bir tanımlama da değildir. Gerilla en temelinde bir devrim savaşçısı, içindeki özgürlük gücünü ete kemiğe büründürendir. Ama devrim savaşçısı olmak artık sadece gerillaya özgü bir tanım olmaktan çıkmıştır.

Faşizme karşı yürüttüğümüz savaşın en yıkıcı ve en yoğun aşaması olan “zafer” yılında devrimci mücadele içerisinde yer alarak bu mücadeleyi sürdüren her birey artık birer “devrim savaşçısı” halini almıştır. Bugüne kadar geçen süreçte faşist rejim, sistemini devam ettirebilmek adına kendisine muhalefet eden ve devrimcilik iddiasında olan her kesime karşı bir savaş politikası yürütmüş ve bu savaşta “şiddetin” dozunu her geçen gün arttırmıştır. Artık kendisi için tam anlamıyla yolun sonunun görünmesiyle birlikte bu doz bir “varlık-yokluk” noktasına gelmiştir ve karşısındakini imhaya odaklanmıştır. Böylesi bir aşamada görmekteyiz ki, faşizmin gözünde elinde pankart olan bir insan dahi yok edilmesi gereken bir hedeftir. Artık faşizme karşı savaşımızın hangi noktasında olursak olalım içimizdeki “özgürlük gücünü” ete kemiğe büründürme vakti gelmiştir. Yani tarifini yaptığımız “gerilla” formuyla aramızdaki farklılıkları kaldırma vakti gelmiştir. Zihinlerimizdeki gerilla nitelendirmesini yaratan görüngü, biçimsel bir farklılık olarak devrimci öznenin düşmana karşı savaşında kullandığı materyali ve konumlandığı sahadır. Gerilla, içerisinde bulunduğu savaşın dayattığı zorunluluktan dolayı silah kullanır, esasında gerillanın en etkili silahı devrimci bilinci ve içinde taşıdığı “özgürlük gücüdür”. Belki de içinde bulunduğu savaşta, destansı direniş ve zaferleri yaratan en etkili silahıdır bile diyebiliriz içinde taşıdığı “özgürlük gücüne”. Fakat bu “silah” hiçbir gerillaya doğuştan bahşedilmediği gibi kendisine hazır olarak da sunulmamıştır. Bu silahı yaratmanın belli başlı ön zeminleri vardır. Birey kendisinde bazı yaşamsal yönleri yarattığı takdirde içindeki “özgürlük gücünü” bir silah haline dönüştürebilir. Bahsettiğimiz bu yaşamsal yönleri, öz disiplinli olmak, planlı olmak, cüretkar olmak, üretken olmak, verdiği mücadeleye inançlı, hedefe kitlenmiş olmak vb.leri gibi bir çok örnekle sıralayabiliriz. Bugün için kullandığımız “gerilla” tarifinde bunların hepsi mevcuttur, fakat bu nitelikler yukarıda belirtildiği gibi doğuştan gelmemekte aksine devrimci mücadeleye karşı duyulan içtenlik duygusu ve faşizmin sömürü sisteminden kendimizi arındırışımız ne kadar kuvvetliyse o ölçüde kazanılmaktadır. İçine girdiğimiz “zafer” yılında artık her bir devrimci öznenin bu nitelikleri donanarak, kuvvetlendirerek hedefine karşı hamle üretmesi sürecin en birincil görevi haline gelmiştir. Yani anlatmak istenilen, öz itibarıyla aynı kültürel ve manevi değerlere sahip, aynı hedef doğrultusunda mücadele veren ve aynı mücadeleye bağlı ama farklı isimlendirilmelere sahip öznelerin “aynılıklarından” aldıkları güçle içine girdiğimiz “zafer” yılını karşılamasıdır.


Yaşadığımız bu dönemi “zafer yılı” olarak adlandırmamızdaki en somut kaynak, AKP-RTE faşist iktidarının artık hangi yolu seçerse seçsin ömrünün bitmiş olmasıdır. Bunu yaşadığımız son 1 yıllık Covid-19 salgın sürecinde, gerek uluslararası emperyalist arenada düştüğü durumlardan gerekse de ülke içinde yaşanan gelişmelerden görebilmekteyiz. Covid-19 virüsüyle uluslararası piyasada Çin’in etkisizleştirilmesi hamlesi ABD için bir noktada işe yaramıştır. Fakat bir süredir kendisinin de yaşadığı hegemonya kaybından faydalanan uluslararası sermaye, Avrupa merkezli bir ittifaka giderek Asya bloğu ile anlaşmalar yapmaya başlamıştır. Kurulmaya başlanan Alman merkezli Avrupa ittifakı güçlenmeye başlarken, ABD’de Biden’in başkanlığa gelişiyle birlikte gidilen politika değişiklikleri uluslararası arenada eski perdeyi kapatmış ve yeni sahneyi başlatan olay olmuştur. Eski hegemonyasını kaybetmesiyle yeni kurulan daha çok Alman merkezli olan Avrupa ittifakına göz yuman ABD, alttan alta bu ittifak içerisindeki emperyalist güçlerin Doğu ülkeleriyle tam bir ayrışmaya gitmesine dönük politikalarıyla eski konumunu kazanmaya yönelik planlarını başlatmıştır. Alman-Rus ilişkilerinin bozulması ve de Rusya’nın batı ile ilişkilerini tamamen koparma noktasına getirilmesi, Nükleer anlaşmalarla Avrupa ile ilişkilerini geliştiren İran’ın üzerine gidilmesi ve Ortadoğu’da tekrar bir paylaşım hegemonyası talebiyle emperyalist devletlerin kurmaya çalıştığı ittifaklar gibi gelişmelerle birlikte artık dünya emperyalist siyaseti tam olarak ikiye bölünmüştür.

Dünya bu yeni sahneye hazırlanırken, Türkiye’nin hem jeopolitik hem de jeo stratejik açıdan konumu bir kez daha önem kazanmış ve bu doğrultuda “elde tutulması” gerekliliği artmıştır. Fakat karakteristik özelliği olarak, “düştüğü denizlerde bulduğu her yılana sarılan” AKP-RTE faşist iktidarının işi bu yeni sahne ile daha çok çıkmaza girmiştir. Rusya’nın, AKP-RTE iktidarını anlaşması kolay bir müttefik olarak görüp bu süreçte ilişkiler geliştirme çabalarından rahatsız olan AB ittifakı, AKP-RTE faşist iktidarına uyarısını uluslararası sermayenin yerli temsilcileri üzerinden yapmakta gecikmeyerek, sermaye alanı üzerinden mecburi bir kutuplaşmayı dayattığı görülmektedir. TÜSİAD ’ın memnuniyetsizliği AKP-RTE faşist iktidarının Merkez Bankası başkanına mal olurken, memnuniyeti kazanma adına attığı adımlar da halkı artık dayanılamayacak noktalara getirmiş ve potansiyel bir ayaklanma imkanını daha yüksek seviyelere çıkarmıştır. Uluslararası sermayenin kendisine dayattıkları karşısında iyice çaresiz kalan AKP-RTE faşist iktidarı, her zaman olduğu gibi ülke içerisinde kaybettiği hegemonyayı sağlamak adına savaş hamleleri kozuna gitmiştir. Hem ülke içi hegemonyası için hem de uluslararası arenada kızdırdığı “patronlarının” bir nebze gönlüne alabilmek için, hiç düşünmeden Gare işgal hamlesini başlatmıştır. Fakat gerillanın muhteşem direnişi karşısında bir kez daha yenilmiş ve artık “işe yaramazlığını” emperyalist devletlere de göstermiştir. Bu yenilgiyle birlikte artık AKP-RTE faşist iktidarı devrilmesi an meselesi olan bir korkuluğa dönüşmüştür. Tam da böylesi bir atmosferde başlayan Boğaziçi direnişi, toplumun birçok kesimince destek görmüş ve aldığı destekler ile kampüslerden sokaklara taşmıştır. Ülke gündeminde edindiği yer ve aldığı destekler ile sokaklara taşmasıyla bu direniş, “Gezi direnişini” ve faşist iktidarın altının boş olduğunu bir kez daha hafızalara getirmiştir.

Kabuslarını tekrar görmeye başlayan faşist iktidar ise son savaşı olan “yok et ya da yok ol” savaşını başlatmış ve bu savaştaki hedefi her zaman olduğu gibi gene Kürt Özgürlük Hareketi, kadınlar, LGBTİ+ ve devrimci güçler olmuştur. Başlattığı bu savaşta hız kesmeden ilk hamlelerini geliştiren faşist iktidar, HDP ’ye kapatma davası açmış ve de uykularının kaçtığı bir gece de İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmiştir. Bu hamleleri her zamanki direngenliği ile karşılayan “Kürt halk iradesi” ve kadınlar, daha güçlü ve daha sert karşı cevaplar üreterek bu savaştaki kararlılığımızı düşmana bir kez daha göstermiştir. Bugüne kadarki geçen sürede faşist iktidara ve onun “besleme” şaklabanlarına sayısız darbeler vurulmuş ve faşizmin yok oluş kabusları arttırılmıştır. Fakat içine girdiğimiz bu son “savaş” sürecinde, faşizmin tüm imkanlarını seferber edeceği gibi devrimci güçlerin de bir bütün olarak bu son sahneye hazırlanma görevi önümüze çıkmaktadır. İçine girdiğimiz “zafer” yılıyla birlikte, önümüze çıkan bu görev bizlere birçok konuda daha fazla yoğunlaşmayı dayatmaktadır. Artık “ortada” kalmanın faşizme fayda sağladığına şüphe yoktur. Bu noktada tarafımızı keskin bir şekilde belirleyerek zihinlerimizde bir savaş konseptine geçiş yapmanın vakti gelmiştir. Bu konseptin en açık ifadesi ise zihinlerimizde “gerillalaşarak”, faşizmin beslendiği damarları kesecek hamleler üretmek ve onun işleyemez hale gelmiş sistemini yıkacak politikalar yaratmaktır.

“Zafer” yılı olarak adlandırdığımız bu dönemeçte zihinlerimizde “özgürlük güçlerini doğrulturken” merkezimize almamız gereken nokta, faşizmin çarkının dönmesinde büyük bir pay sahibi olan Batı metropollerinde onu bir savaşın içerisine sokarak kendisi için bir nebze daha “güvenli” olarak adlandırdığı bu alanlarda ona karşı cepheler kurabilmek olmalıdır. Devrimci kitle mücadelesinin, böylesi zihinsel bir merkezleşmede önemi şüphesiz ki daha fazladır. “Teşhir” ve “mağdur” tadında seyreden kitle mücadelesini artık daha farklı noktalara taşımanın gerekliliği kendisini dayatmaktadır. Bu “gereklilik”, yaşamın içerisinde faşizmin saldırısı altında olan alanların savunulup arındırılması, kitlelerde cesaret ve hareket iradesi uyandıracak “hesap soruşlar” yaratılması ve hakim olan genel “direnme” çizgisinin “zafer” çizgisine dönüştürülmesidir. Bu “gerekliliğin” kavranmasıyla birlikte kendi varlığımızı faşizmin yıkılışı üzerinden tarifleyerek, içimizde bulunan “özgürlük gücünü” uyandırıp zihinlerimizde “gerillalaşma” sürecimizi başlatmalıyız. Ancak böylesi bir sürecin başlatılmasıyla farkına varabileceğimiz “aynılıklarımızı” mücadele içerisinde bir tarz haline getirerek elde bulunan kısıtlı imkan, olanak, güç vb.leri ile düşmana karşı etkili ve stratejik hamleler geliştirerek savaşın inisiyatifini elimize almalıyız. Sistemin beklemediği tarzlarda ve ummadığı zamanlarda yapılacak taarruzlar ile “yıpratma” savaşını başlatarak, faşizmin “yok oluş” uçurumuna olan yolculuğunu hızlandırmalıyız. Bu savaşta bizleri zafere taşıyacağına inandığımız hareket tarzımızı, 3 evre şeklinde somutlayarak daha kapsamlı bir çerçeve haline getirebiliriz.

Aynılıkların “gücünü” birleştirebilmek

Bu başlık ilk evremizi oluşturmaktadır. Bu aşamada “hakikilik” önem arz etmektedir. Faşizm, toplumsal düzeyde hegemonyasını korumak için sistemli olarak yaşamın her alanına saldırılar düzenlemektedir. Erkek egemenliğin yükseltilmesi, okullarda faşist ideolojinin “müfredat” adı altında sunulması, kendi yarattıkları suni yoz değerleri popüler kültür hale getirerek yeni nesli kontrol altında tutma çabaları, LGBTİ+ ‘ların toplumsal yaşamda yok sayılması ve bunu toplumsallaştırma çabaları gibi birçok örneklendirmeler ile bu saldırıları kısaca özetleyebiliriz. Toplumsal alanlarda yaşanan bu tarz saldırılara karşı yaklaşırken, bu saldırıların temelinde yatan amacı iyi analiz etmeli ve yaşanan “saldırıların” sorumlusunu faşist iktidar olarak “tek bir çatı” altında birleştirmeliyiz. Bu saldırıların toplumun her kesimine karşı uygulanıyor olmasına karşın çözüm yolunun, tekil olarak alansal mücadeleler ile değil aksine bir bütün olarak faşizme karşı mücadele ile olduğunun propagandası yükseltilerek toplumu faşizme karşı mücadeleye sevk edecek bir yaklaşım esas alınmalıdır. Böylesi bir yaklaşım ile alanların içerisinde farklılıklar arz eden her kesimi ortak bir mücadele hedefinde buluşturarak faşizme karşı savaşımızda cephesel konumlanışımızın ilk adımı atılmış olacaktır. Böylelikle “farklılıkları” tek bir mücadele hedefinde “aynılaştırarak” propaganda yelpazemizi genişletip, toplumsal alanlarda faşizmin temsilciliğini yapan kurumları tespit etme oranımızı artırmış oluruz. Sağlayacağımız bu artış ile daha kapsamlı ve can alıcı taarruzlar planlayarak faşizmin toplumsal düzeydeki hegamonik etkisini daha da azaltabiliriz. Yani bu evrenin genel amacını küçük bir örneklendirme ile somutlayacak olursak, newroz alanında Kürt halk iradesinin, kadınların iradesinin, LGBTİ+ ’ların iradesinin tek bir slogan olarak “faşizme karşı omuz omuza” sloganı altında birleşmesiyle ortaya çıkan ruhu toplumsal yaşamın içerisinde daha da yaygınlaştırmalıyız. Böylelikle aşamadaki hedefimizi, faşizme karşı olan savaşımızda toplumsal yaşamın farklı farklı alanları içerisinde aynı hedef doğrultusunda mücadele veren cepheler oluşturmak olarak belirleyebiliriz. Bir savaşta cephesel artışların önemi çok büyüktür. Sahip olduğumuz bütün cephelerden taarruz haline geçmemiz durumunda düşman kuvvetlerini savunma pozisyonuna kitlenmeye mecbur bırakmış oluruz. Üzerine gelen “hakiki” taarruzlar karşısında kendisini “yapay” değerler üzerinden var etmiş olan faşist iktidarın bir kontrolsüzlük haline sürüklenerek paramparça olması muhtemeldir.

Toplumu savunmak, faşizme karşı “saldırı” ile mümkündür.


İlk aşamamızda mücadele yürüttüğümüz alanlara dönük yapılan saldırılarda baş sorumlu olarak hedef tahtasına faşizmi koyduktan sonra artık sistemin alanlarımızda temsilini yapan ve onu işletmeye çalışan kurumları tespit ederek, gerçekleştireceğimiz taarruzlar için hedef ve yöntem üretimi oranımızı artırmış oluyoruz. Yürüttüğümüz savaşta alanlarımızı düşmana karşı cepheleştirdikten sonra geçeceğimiz diğer aşamada, inisiyatifi ele alarak “zafer” yürüyüşümüzü sürdürmek için hedef tahtasına koyduğumuz faşizme ve alanlarımızda onun temsiliyetini gerçekleştiren kurumlarına karşı hamleler geliştirmeliyiz. Fakat buradaki önemli kıstasımız, gerçekleştireceğimiz hamlelerin düşmanda bir “ezber bozumu” yaratarak onu kontrolsüzlüğe sürüklemesidir. İktidarın ömrünün iyice tükendiği böylesi bir süreci “zafer” yılı haline dönüştürebilmemiz için artık yeni bir mücadele tarzına ihtiyacımızın olduğunu yazının girişinde ortaya koymuştuk. Bu “yeni” ihtiyacı giderebilmenin yolu ise düşünme ve eyleme anlayışlarımızda değişimler yaratmaktan yani ezber hafızalarımızı alt üst etmekten geçmektedir. İşte tam da bu ihtiyacı giderebilme yolunun hayata geçirilebilmesi niyetiyle geliştirilen “zihinlerimizde gerillalaşma” yorumunun ana damarını oluşturan kısma geliyoruz. Karşımızdaki sistemin işleyebilmesi için sömüreceği bir topluma ve de bu toplumun sömürüsünü gerçekleştiren küçük küçük çarklar bütününe ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Faşist sistem, ana damarlarını özel önemlerle korurken aslında kendisinin yeniden üretiminde büyük katkı sahibi olan yan damarlar toplamının hepsini koruyamamaktadır. Esasında bu “yan damarlar” olarak adlandırdığımız kesim, toplumun sömürüsünü gerçekleştiren küçük çarkların kendisidir. Dolayısıyla alanlarımızda tespitlerini gerçekleştireceğimiz kurumlar büyük oranda bu “yan damarlardan” ibaret olacaktır. Taktiksel açıdan hedef belirlemelerimizi bu şekilde ortaya koyduktan sonra gerilla savaş tarzını düşünmeye başlayabiliriz. Bu savaş tarzının genel mantığı “vur-kaç” taktiğidir yani kısıtlı imkan ve olanak ile düşmanın stratejik ve görece daha açık yanlarına saldırılar düzenleyerek düşmanı yıpratmaktır. Örnek olarak, yoksul semtlerde halka karşı “devlet” adıyla şiddet uygulayan zabıta kurumuna karşı semtlerimizi savunmanı yolu, gerçekleştireceğimiz eylemsellikler ile bu kurumu ve bu kurum şahsında faşizmi semtlerimizden defetmektir. Veya öğrenci gençliğin iradesini yok sayan kayyum rektörlere karşı kampüslerimizi ve irademizi savunmanın yolu, kampüslerimizde işgal ettiği odasından evinin bulunduğu mahalleye kadar hayatın her alanında ondan hesap sorarak, o ve onun şahsında faşist iktidarın alanlarımıza rahatça girememesini sağlamaktır. Yani bu tarz ile esas hedeflediğimiz durum, gerçekleştireceğimiz eylemsellikler birlikte toplumun üzerine çöken faşist karanlığı dağıtarak sömürü sistemini deformasyona zorlamak ve akabinde sistemin yapısını bozmaktır. Bütün bunların ardından yürüteceğimiz propaganda faaliyeti ise yalın, sade ve açık olmalıdır. Amacımız bir noktasıyla da taarruz gerçekleştireceğimiz hedeflerin, toplumda uyandırdığı algı bakımından kendi propagandasını yapabilmesidir. Sadelik bu noktada ayrı bir anlam daha ifade etmektedir. Cepheleştireceğimiz alanın özneleri bizlere ve ürettiğimiz hamlelere baktığında, aslında kendilerine zifiri görünen faşist karanlığın vurdukça dağılmaya başladığını ve ardından parıldayacak olan aydınlığın “çekiciliğini” anlamalıdırlar. Tıpkı ülkelerini sömüren karanlığa karşı gerçekleştirdiği her başarılı hamle ile o karanlığı iyice dağıtan gerillaların, yöre halkının 7’sinden 70’ine kadar her insanında filizlendirdiği “özgürlük iradesi” gibi…

Devrimin başlangıcı; komün karargahları


İlk iki evrede gerçekleştireceğimiz “toplumsal alanlarda cepheleşme” ve “huzur bozan saldırılardan” sonra artık zafere en yakınlaşacağımız evre olan, alanlarımızı devrimin somutlaştığı birer “komün karargahına” dönüştürme evresine geçiyoruz. Bu evre için “zafer” serüvenimizdeki son evremizdir de diyebiliriz. Bu evre de “devrimi” belirgin tonlarda somutlaştıracağımızdan dolayı bu kısım bizim için ayrı bir önem arz etmektedir. Esas olarak bu “karargahlaşma” nitelendirmesiyle anlatılmak istenen, faşist sistemin kendi kurumları üzerinden alanlarımız ile kurmaya çalıştığı bütün bağları keserek yerine bireylerin kendi iradeleriyle dizayn edebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir “komünal” yaşam tarzını hayata geçirmektir. Böylelikle alanlarımızı komünal yaşamın hayata geçirildiği birer devrim prototiplerine dönüştürerek faşizmin sömürücü sisteminin devamlılığını sağlayan “küçük” damarları ebedi olarak yok etmiş oluruz. Zihinlerimizde “gerillalaşma” yorumunun önemini bir önceki evremizde düşmana karşı taarruzlarımızın ana kaynağı olarak belirtmiştik. Bu yorumun bir diğer önemli noktası ise bu evrededir. Gerilla, sadece düşmanla savaşmaz aynı zamanda yaşadığı alanda komünal yaşamı hakim kılarak bunu hem kendisinde hem de çevresinde hayata geçirir. Bulunduğu kamplarda yaşamsal düzenin kolektif bir şekilde yaşanmasına katkı sunmasıyla, yoldaşlarıyla kurduğu ilişkileriyle, imkan ve olanakların kullanımına karşı yaklaşımıyla, halkla buluştuğunda halka karşı yaklaşımıyla veya bir evde kalması gerektiğinde o evde ki yaşama katılıp oradaki yaşamı da kolektif bir yaşama dönüştürüşüyle zihninde örgütlediği yaşam tarzını bulunduğu her yerde kurmaya çalışır. Ve gerillalar düşmana karşı yaptığı taarruzlar kadar yaşamın kuruluşuna da verdiği önemle halk arasında kökler salarak “yenilmezler ordusuna” dönüşürler. Bu evreye kadar toplumsal alanları cepheleştirerek bu cephelerden faşizme huzur bozan taarruzlar gerçekleştiren özneler, bu evrede de “zihinlerinde gerillalaşarak” alanlara kök salmak, bireylere kolektif komün yaşamı gösterebilmek ve bunu o bireylerde hayata geçirebilmek yani bir bütün olarak kolektif komün yaşamın yaşandığı devrimin “komün karargahını” kurmak göreviyle karşı karşıyadır. Kısa bir örnek ile bu evreyi de somutlaştırarak yavaş yavaş son kısmına doğru geçmeye başlayalım. Bu evredeki amacımızı daha iyi anlatabilmek için örneklendirecek olursak, yukarıda “devleti temsil ettiği” bilinciyle mahallelerimizde dolanan zabıtaları defetme örneğinden hareketle bu zabıta kurumu gibi semtlerimizde “faşizmi temsil ettiği” bilinciyle yer almaya çalışan diğer kurumları da defettikten sonra artık mahallelerimizde meclisler, konseyler ve komünler ile her eve ve her bireye temas edip oralarda kolektif komün yaşamını hayata geçirebileceğimiz bir düzen inşa ederek faşizmin o mahalle ile tüm temasını kesmek ve o mahalleyi devrimin bir prototipinin yaşandığı bir “komün karargahı” haline dönüştürmektir.

“Devrimin zaferine inananlar mutlaka kazanacaktır” (Ulaş Bayraktaroğlu)

Her gün yaşanan gelişmelerle bu yılın “zafer yılı” olacağına dair inançlarımız biraz daha artmaktadır. Sokaklar “faşizmin sonunun yaklaştığını” haykıran direniş iradeleriyle dolup taşarken, devrimin zaferinin ışıltısı iktidarı daha fazla korkutmaya başlamıştır. Zaferin kilometre taşlarının her gün biraz daha fazla döşendiği böylesi bir atmosferde devrimin zaferine her zamankinden biraz daha fazla inanmaktan, ölümsüz yoldaşlarımıza olan sözümüzü her gece yinelemekten ve içimizde “özgürlük gücüyle” bütünleşmekten başka yolumuz kalmamıştır. Artık devrimin zaferine olan inancımızı arttırmak için ”bir şeyleri beklemenin” vakti geçmiştir, “özgürlük” sokağa inmiştir ve bizlere neler yapmamız gerektiğini anlatmaktadır. Sular çekilmeye başlamıştır ve balıkların saltanatı bitmektedir, haydi karıncalar bugüne kadar “sizleri yiyen” balıklardan hesap sormanın vakti artık gelmiştir !

(Bu yazı Savaş Demirel tarafından “taktik üretkenliğe” dair önermeler ve “sesli düşünmeler” üzerine kaleme alındığı belirtilerek gazetemize gönderilmştir.)

Paylaşın