Ülkede bir taraftan salgın, diğer taraftan devlet zorbalığı günden güne derinleşirken gerçekleşen 1 Mayıs eylemliliği hem devrimci harekete hem de demokratik toplum muhalefetine moral aşılayacak kertede kararlı, enerjik, yaygın ve çoşkulu bir direngenlikle yaşandı.
Bu 1 Mayıs eylemliliğiyle, devrimci demokratik süreğen gündemler itibariyle içine girdiğimiz bir eylemlilik döneminin bir anlamda ilk çevrimi tamamlanmış oldu. Bu çevrimde bir taraftan Kızıldere üzerinden devrimde öncülük yoğunlaşmaları diğer yandan 8 Mart, Newroz ve 1 Mayıs üzerinden kitle ve sınıf eylemlilikleri öne çıktı. AKP-MHP faşizminin egemenlik krizi yaşadığı güncel koşullarda devrim ve demokrasi güçleri kendi örgüt ve mücadele yeterliklerini sınadılar. Şimdi önümüzde 6 Mayıs, 9 Mayıs, 18 Mayıs gibi gene devrimde öncülük bağlamında yoğunlaşacağımız ve ardından ‘70 Haziranı, Gezi Haziranı gibi iki tarihsel sınıf ve kitle çigisinin güncel izdüşümlerini kavrayacağımız ikinci bir çevrim bulunuyor. Bu çevrimin varlığı belki de bizler için, ilk çevrimde açığa çıkan kimi eksiklerimizi gidermek, giderme yollarını aramak gibi bir şans verdiği için önemli. Bu nedenle özellikle 1 Mayıs eylemliliğinin bize gösterdiklerini duru bir şekilde bilince çıkarmak gereklidir.
Eleştirel bir gözle baktığımızda, bu 1 Mayıs’ta kendini gösteren birinci özellik eylemliliğin, kararlılık ve yaygınlık karakteridir diyebiliriz. Elbette gene yasak koşullarında bundan daha yaygın ve en az bu kadar kararlılık düzeyi taşıyan başka 1 Mayıs’larımız olmuştu. Ancak bu 1 Mayıs eylemliliği, bu genel bağlamdan ziyade esas olarak içinde bulunduğumuz konjonktürün özellikleri üzerinden değerlendirilmelidir, çünkü sadece faşist devletin yasaklamaları altında değil, aynı zamanda bugünkü yasaklamaya mesnet teşkil edecek şekilde yaşanan salgının ideolojik, siyasal ve psikolojik varlığıyla şekillenen bir süreçte gerçekleşti.
Bu 1 Mayıs, salgın koşullarında kendi özgün gündemiyle gerçekleşen ikinci eylemlilik momenti idi. İlki, geçtiğimiz yıl, salgın dünyada olduğu gibi ülkede de başat konu olduğu bir koşulda gerçekleşmişti. 2020’de de 1 Mayıs gösterileri faşist devlet tarafından, aynı salgın gerekçesiyle yasaklanmıştı. O dönem, salgının emperyalist kapitalizmin krizinde nasıl bir yere oturduğunu idrak edemeyen düzen solu ve devrimci solun büyük bir kısmı da bu yasağı onaylayan ve zorlamayan bir tavır aldı. Kendileri sokağı zorlamadıkları gibi, halkın sağlık mücadelesi adına proletaryayı ve halkı oligarşinin talimatlarına uyar halde tutacak propaganda geliştirdiler. Evlerde kapalı kalmayı hoş kılacak dinleti ve seyirlik programlar önerdiler. Ama gazetemiz Umut’ta ifade edilen devrimci çizgi kapanmanın emperyalist burjuvazinin politikası olduğunu ısrarla açıklamaya yöneldi. Pratik cılız da olsa bu doğrultuda gelişti.
2020 1 Mayıs’ı ile 2021 1 Mayıs’ı arasındaki pratik farkı işte bu bir yıl içinde Umut’ta aktarılan ideolojik ve siyasal belirlemelerin hayatça inkar edilemez gerçekler halinde ortaya çıkması sonucunda bir yandan devrimci örgütlerin bu yaklaşımda netleşmeleriyle, diğer yandan da dün evde kalma güzellemesi yapan düzen solunun bile bu öncü çizgiye direnme koşullarının kalmamasıyla oluştu. Dün evde oturalım diyenler bugün kenar, köşe ya da merkezden devrimin öncü hattına takılmak zorunda kaldılar.
2020 1 Mayıs’ına kıyasla 2021 1 Mayıs’ında ortaya çıkan yüksek kararlılık ve yaygınlık düzeyi devrimci öncünün ideolojik ve politik doğruluk ve üstünlüğünün bir kanıtı olarak kayda geçmelidir.
Düzen solunun 1 Mayıs eylemliliğiyle ortaya çıkan bu ideolojik ve politik mahkumiyeti artık kendi yayınlarında da kendini açığa vurmazlık edemiyor. Hem kapanma deyip hem de nasıl sokağa çağrı yapmak zorunda kaldıklarını demagojik çaresizliklerle perdelemeye çalışıyorlar.
O halde önümüzdeki döneme ait, bu 1 Mayıs’tan çıkarılacak birinci görev salgının emperyalist kapitalizmin krizinde nasıl bir yere yerleştiğini iyice kavramak, buna karşı devrimci politikanın ajitasyon ve propagandasını iyice yükseltmektir, çünkü görülmüştür ki siyasal gerçeklerin rüzgarını yelkenine dolduran devrimci faaliyet bütün eksik ve zaaflarına karşın mücadelede ön almakta, öncü olmaktadır.
2020 ve 2021 1 Mayıs’ları arasındaki farkı yaratan nesnellik salgının dünyada ve ülkede açığa çıkan karakteri ise, öznellik bu sürece müdahale eden Birleşik Mücadele Güçleri’nin temsil ettiği devrimci örgüt ve mücadele taktikleri oldu. Geçtiğimiz Şubat’ta yoğun bir eylem sıcağında kuruluşunu ilan eden BMG, daha kuruluşunun ilk gününden bu yana bir eylemsel çevrim içinde özellikli gündemlere müdahalesindeki başarıyla bu dönemin başat bir siyasal aktörü olacağını kanıtladı. Bileşenlerinin geçmiş ve günceldeki devrimci kimlikleri bu kanıtın arızi olma ihtimalini ortadan kaldıran bir belge niteliğinde olduğu için de derhal devrimci demokrat kamuoyu tarafından benimsenmesine yol açtı. BMG, önceki eylemliliklerde olduğu gibi 1 Mayıs hazırlıklarında da kararlılığın temsili olan bir öncü olarak çalıştı ve sair düzen solunun kararsızlıklarını aşacak etkide bulundu.
Elbette, proleter devrimci siyasetin karşındaki bütün sınıf ve eğilimler bu durumdan rahatsız olmaktadırlar ve buna karşı örgütsel ve politik düzeyde proleter devrimci çizgiye karşı yeni mevzilenmeler ve yeni tavır alışlar geliştirmeye çalışmaktadırlar.
Örneğin,Tabibler Birliği burjuva demokrat kurumlar, DİSK-KESK yönetimleri gibi sendikal aristokrasi proletarya ve halk sınıflarını kapalı ve eylemsiz tutma çabalarını dün olduğu gibi bugünden sonra da daha da artarak sürdüreceklerdir. Ama bundan daha önemlisi, proletarya dışı sınıf ve eğilimler, devrimin öncü atılımına karşı geliştirdikleri bu tutumu siyasal düzeyde örgütleme ve devrime karşı mevzilendirme arayışındadırlar.
BMG’nin faşist devletin baskılarına karşı politik duruş ve eylem kararlılığıyla giderek öne çıkması burjuva demokratik muhalefette de bir hareketliliğe yol açtı. Önce liberal solun öncülüğünrdeki Demokrasi İçin Birlik platformu bir konferans çağrısı ve hatırlatmalarıyla Mayıs sürecinin içine dahil olmaya çalıştı. Ardından TİP’e katılan A. Şık, HDP ve CHP arasında bir siyasal alan tarifiyle düzen soluna BMG dışında örgütlenme adresi gösterdi. 1 Mayıs’ta kimi alanlarda görülen ittifak zeminlerinin bu çağrıya koşut şekillendiğini söylemek mümkündür.
Bu gelişmeler, devrimde proleterci zorlamaların burjuva ve küçük burjuva kesimlerdeki karşılığıdır. Toplumsal muhalefet üzerinde iki sınıf arasındaki öncülük ve hegemonya mücadelesidir. Devrim güçleri toplumda proleter bir dönüşümü, burjuvazi ise proletaryayı da arkasına takacak bir düzen islahatını, reformunu hedefliyor.
Bu mücadelede, toplamda liberal sol ve burjuva/küçük burjuva sosyalizminin oluşturduğu reformizmin başarısını koşullayacak yegane veri birleşik devrimin ve birleşik mücadelenin başarısızlığı olacaktır. Hegemonyasının iyiden iyiye sallandığı bugünkü koşullarda AKP-MHP faşizminin özgür Kürt alanlarına yaptığı sömürgeci saldırının ön görülebilir hezimeti ya da şimdiden bilemeyeceğimiz bir başka gelişme bu sallantının bir siyasal alt üstlüğe dönüşebilme ihtimalini bizlere vermektedir. Yani devrim ve reformizm arasındaki, yani proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadele yeni bir boyuta geçmek üzeredir. Bu aşamada liberal, küçükburjuva sol, sosyalist çizgilerdeki gelişmelere yönelik duyarlığımızı ve önlemlerimizi artırmak gereklidir.
Bu gereklilik itibariyle önümüzdeki ikinci görev birleşik devrimin ve birleşik mücadelenin açığa çıkan kimi zaaf ve eksiklerini hızla tesbit edip gidermektir.
Burada görev, birleşik yapının kurmaylarına olduğu kadar sahadaki militana da düşmektedir. Devrimci siyaset dahil bütün bileşenlerimizin bu süreçte gösterdiği eksiklikler hiç bir şekilde moral bozucu ve aşılamaz değildir. Bildik ifadelerle, sorun varsa çözümü de vardır ve gücün kendisi ancak denemeyle tanınır, kapasitesi sınamayla ölçülür. Arkamızda bıraktığımız dönem bize bu verileri sağlamıştır. BMG, kısacık geçmişinde, bütün bu sorunları aşacak enerji, çoşku ve iradi netliğe sahip olduğunu kanıtlamıştır.
Bununla birlikte, yukarıda ifade ettiğimiz gibi sınıf mücadelesinin hemen yarından itibaren başlayacak devrim ve reformizm; proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelesi itibariyle bu 1 Mayıs çok önemli bir yetersizliğimizi; taktik politik hedeflerdeki boşluğumuzu ve zaaflarımızı önümüze sermiş durumdadır.
Bundan önceki editoryal değerlendirmede önümüzdeki dönemde pratik eyleyiş kadar politik yönelişin de stratejik değerde olduğunu ifade etmiştik. Bu konuda endişeyle saptamamız gereklidir ki, gazetemizdeki bir çok değerlendirmeyle tahkim edilen süreç perspektifimiz, sahaya yansıtılamadı; devrimci 1 Mayıs eylemselliği reformist taleplerin ötesine geçemedi. Bu konudaki temel sorunun dönemin devrimci görevlerini doğru algılamamak olduğu açıktır. Liberallerin dönem talepleriyle 1 Mayıs Platformu’nun deklarasyonu arasında hiç bir içerik farkı olmadığı kolayca gözlenebilir bir durumdu. Bazı yoldaşlar geniş kapsayıcılık için devrimin taleplerini reformizmin taleplerine doğru esnetmeyi öne çıkarmış olabilirler ama küçükburjuvazinin kaçkınlığı karşısında bizim esas yöneleceğimiz kesimlerin proletarya ve halk sınıfları olduğu artık iyice kavranmalıdır. Genişlik sağlasın diye reformist temelde oluşturulan 1 Mayıs Platformu eylem sahasında yoktu. Ve diğer yandan, uluslararası proletaryanın eylem gününde neredeyse BMG pankartı dışında Kürtçe bir slogan yoktu. Kaldı ki devrimci öncüler faşist devletin yasaklarını aşarak devrimci tavrı yığınlara gösterdiği sırada aynı sömürgeci faşist TC Kürdistan’a sefer halindeydi. Kürt devrimi bu savaşı, etkilerini Türkiye metropol devrimine taşıyacağı politik bir duyarlılık ve bilinçle yönetiyordu.
“Bu savaşta şimdiden görünen zafer devrimciliğinin hazırlanmasında, günümüzde Sinan Dersim’le temsil edilen ölümsüz öncülüklerin rolü kuşkusuz mutlaktır. Onun şahsında içersine girdiğimiz Mayıs ayında sosyalizm yolunda ölümsüzleşen devrimin önderlerini saygıyla selamlıyoruz.“
Ve eylemin genişleme arayışları içinde kaybolan sadece Kürt devriminin metropol sokaklarına taşınması değildi, aynı zamanda devrimci taktik sloganlarıydı.
Burada bu tür genişleme arayışlarının reformizmle iç içe geçmesi bir tesadüf olarak görülmemelidir. Bu yaklaşım, siyasal demokrasi arayışlarını önceleyen, dönemin devrim gündemli taktik faaliyetler gerektirdiğini algılayamayan bir siyasal bilincin ifadesidir. Bir bileşen yazarımızın, “aslolan sokağa çıkmaktır” diye ifade ettiği, aslında faşizmin yasaklarına karşı bir siyasal demokrasi eylemi ve talebidir. Aynı ifadeyi liberal Rıza Türmen’den de duyduk. Faşist devletin baskıları karşısında politik eylemin daraldığı koşullarda bu burjuva demokratik talebin dile gelişi elbette anlaşılır bir durumdur ancak bir devrim nesnelliğinin günden güne koyulaştığı koşullarda devrim öznelliği adına bir eksiklik ve zaaf halidir. Bizim eylemlerimiz, ideolojik planda Bernstein bir kenara, bu 1 Mayıs’ta sokaklarımızda görme kısmetine de kavuştuğumuz anarşistlerdeki gibi kendi başına amaç oluşturamaz. Bizim eylemlerimiz proletaryaya dışardan bilinç taşımanın bir aracıdır, aynı zamanda. Dolayısıyla her düzeyden eylemin sadece devlete meydan okuyan değil aynı zamanda proletarya ve halk sınıflarına devrimin ajit+prop’unu götüren bir değeri de olmak zorundadır.
Bizim gibi siyasal profili düşük toplumsallıklarda, halk sınıfları siyasal mücadeleyi devlet ve devrimciler arasında bir çelişki-çatışma parantezinde algılamaktadırlar. Bu bağlamda elbette hiç kuşkusuz devrimin haklılığından yanadırlar ancak bu gözlemci tutumdan sürecin doğrudan aktörlüğüne yönelmeleri sürecin tarihsel bağlamlarına katkı sağlayacak şekilde ajit+prop’un doğrudan kendilerine seslenmesiyle mümkündür. Bu itibarla hükümetin istifasını, RTE’nin tasfiyesini, halkın meclis iktidarını talep etmeyen bir eylem dizgesi devrimcilerin kararlı varlığını halk sınıflarına bir kez daha göstermekten öteye gidememiştir.
Birleşik devrim ve birleşik mücadele proletarya ve halk sınıflarına yönelik taktik politik sloganlarını belirlemekte hiç zaman kaybetmemelidir. Bu da 1 Mayıs eylemliliğimizden çıkan üçüncü görev olarak militanların bilincine kaydedilmelidir.
xxx
Buraya kadar özetlenen dönem sonuçlarını belki daha kalıcı bir şekilde bilincimize yerleştirmek üzere ülkede devrimin giderek artan nesnelliği üzerinde bir miktar daha yoğunlaşmakta yarar olabilir.
Bildiğimiz gibi AKP-MHP faşist iktidarı içinde bulunduğu mali ve siyasal krizi artık salgın demagojileri vb’yle idare edemez durumdadır. Aşı ve tıbbi destek yetersizliği üzerinden önlem alınamayan salgın, halkın geçim ve yaşam ihtiyaçlarının karşılanamaması itibariyle daha da azgınlaşıyor. Salgın’dan burjuva ölçekte korunmanın bile ancak bu hükümetin alaşağı edilmesine bağlı olduğu artık iyice açığa çıkmış durumda.
Sadece salgını değil, Saray yönetimi kendi yandaşlarını beslemek için maliye ve para politikalarını askıya alması nedeniyle artık enflasyonu da kontrol altına alamaz durumdadır. Enflasyon emekçi halk sınıfları için daha fazla yoksulluk, daha fazla açlık demektir. Bu sonrucu en çok artan intiharlarda görmek mümkündür.
Emekçi yığınlar kendini tüketirken Saray iktidarı var gücüyle yağmayla uğraşmaktadır. Son günlerdeki gelişmeler devlet yapısının, tıpkı Susurluk arifesinde olduğu gibi mafya çeteleri arasında paylaşıldığını ama dış finansman kaynaklarının kapandığı koşullarda küçülen pasta itibariyle çetelerin birbirlerine girmekte olduğunu gösteriyor. Liberal burjuvazinin büyük bir korkuyla ifade ettiği gibi “devlet çökmüş” durumdadır. İnsan kaçakçılığı artık devlet ve iktidar kurumları üzerinden yapılıyor, vb…
Saray iktidarının bu çöküş içinde kendini ayakta tutmasının yolunu herkes biliyor: büyük bir savaş ya da askeri başarı ile ülke üzerinde siyasal hegemonya sağlamak… AKP-RTE faşizmi bu arayışında bir başarı sağlasa hemen meşruiyetini ve hegemonyasını yenilemek üzere belki bir baskın seçime gidebilecek, ancak koşullar hiç de umduğu gibi gelişmiyor.
ABD ve Rusya arasında içine AB’yi de alan Ukrayna krizi RTE’yi çok umutlandırdı. Ancak artık allah da RTE’den elini çekmiş olmalı ki bu krizden ona hiç bir lütuf düşmedi.
ABD’nin Biden’la birlikte Transatlantik ittifakındaki eski konumunu yenileme hamleleri bir süredir Almanya tarafından dikkatlice paralize ediliyor. Özellikle KuzeyAkım2 projesini durdurmakla sonuçlanacak Ukrayna krizi, Almanya bu projenin arkasında durunca giderek soğutulmak zorunda kalındı. Amerika projeye yönelik gündeme getirdiği yeni yaptırımları erteledi, Karadeniz’e gemilerini göndermekten vazgeçti, Merkel ve Macron Putin’le görüştü, Zelensky görüşmeye çalıştı, vb.. Bu arada Belarus’taki Amerikancı darbe girişiminin deşifre edilmesi, Biden’ın “katil” diye nitelendirmesi sonrasında Putin’i aramak zorunda kalmasıyla sonuçlandı ve ikili görüşme üzerine Amerika tarafından geliştirilmek istenen spekülasyon Putin’in deklarasyonuyla dondu kaldı, sürdürülemedi. Putin, Amerikancı projeye Amerika’yı da zorlayacak tonda asılan Polonya ve Baltık üçlüsüyle, Avrupa devletlerini hedef alacak tarzda yaptığı bir konuşmada: “Rusya’yı eleştirmek Batı ülkeleri için bir spor halini aldı. Bizle doğru ilişkilenmek kırmızı çizgilerimize saygı ile olur. Bu çizgileri biz çizeriz. Bunları aşmak isteyenler şimdiye kadar olmadıkları derecede pişman olurlar” şeklinde sert bir ifadeyle Ukrayna krizinin derinleşmesini, en azından şimdilik durdurmuş oldu. Kendi güç yığınağını geri çekti. Bölgedeki NATO tatbikatı ise bu sıralar başarısız bir tekrarı uygulamakla meşgul.
Ukrayna süreci bu gerilimleri yaşarken AKP-RTE iktidarı politik tavır alışı ve SİHA satışlarıyla nemalanma arzusunu, tartışılmaz NATO’cu karakteriyle, ısrarla görmezden gelmeye çalışan kimilerine de yararlı olacak şekilde öne çıkarmaya yeltendi. Rusya, turizm ambargosuyla “pişman etme” parantezine Türkiye’yi de dahil etmiş olduğunu gösterdi.
Ukrayna krizinden beklediği soluklanmayı yaşayamazken Saray diktatörlüğüne bir başka hamle ABD’nin Ermeni soykırımını tanımasıyla geldi. Bugüne kadar karşıtlarına sert sözlerle hitap eden RTE, bu kuşatmalar sonrasında Kılıçdaroğlu tarafından “kedi gibi miyavlamak”la, Akşener tarafından “minnoş”lukla nitelenecek kertede sinik bir pozisyona düştü. Bu arada anketler AKP ve RTE oylarında haftalık %3-5 arası erime kaydediyordu. Bir kez daha sömürgecilikle konumunu toparlamayı düşündü ve Karayılan’ın deyimiyle MSA’ya yönelik yeni bir “tavuk ayağı” operasyonuna girişti. 24 Nisan’dan bu yana süren sömürgeci işgal saldırısı, resmi verilerle bile günlük 2-3 ölüm haberi, Savunma bakanı Akar’ın “helikopterlerin güvenli iniş bile yapamadığı” değerlendirmesiyle kayıtlara geçiyor. Gelişmeler, TSK’nın yakında, tıpkı 2008 Zap operasyonunda olduğu gibi “onurlu bir çekilme”ye mahkum kalacağını şimdiden göstermektedir.
Bu durumda,Kürt devrim sözcülerinin ifade ettiği gibi, 128 milyar dolarlık hırsızlık ve salgın politikalarındaki başarısızlığa ek olarak bir de askeri hezimet siyasal iktidarı büyük bir türbulansın içine sokabilecektir.
Birleşik devrim ve birleşik mücadele güçleri güncel sürece bu ihtimali göz önünde bulundurarak yönelmelidirler.
Artık sadece anketler değil, günlük artan intihar vakaları da halk sınıflarının böyle bir yönetimi taşımak istemediğini bizlere göstermektedir. O halde halkın yıkıcı gücünü çaresizlik içinde kendine yöneltmesini engelleyerek bunu bir devrimsel kanala akıtmak devrimci öncünün görevi olmaktadır.
Bütün kesimleriyle Türk burjuvazisinin bu gidişe bir alternatif üretme gücü yoktur.Uluslararası emperyalizmin de böyle bir ihtimali rahatlıkla ortaya çıkaracak gücünün kalmadığı görülmektedir. ABD’nin Afganistan çekilmesine paralel olarak Irak’tan da çekilmek zorunda kaldığı anlaşılıyor. Amerikan centcom komutanı Mc Kenzie Irak başbakanıyla çekilme konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladıktan sonra Irak’ın da Amerika’nın çekilmesini istemediğini söylüyor. ABD sözcülerinin Biden döneminde de tıpkı Trump döneminde olduğu gibi her gün başka konuşmasının, küçük burjuva züppe analizlerde vurgulana geldiği gibi Trump’ın kişilik sorunuyla değil, emperyalizmin bölgedeki çaresizliğiyle ilişkili olduğu artık daha somut görülebiliyor. Bağdat’ta ve Erbil’de Amerikan üslerine yapılan saldırılar sürekli artarken aynı saldırılardan Erbil’de üslenmiş Mossad biriminin de nasibini aldığı basına sızabiliyor. Amerikan güçlerine karşı artık Irak’ta sıradanlaşmış saldırılar son on gündür aynı yoğunlukta Suriye’de de görülmeye başlandı.
Amerikan askeri işgalinin içinde bulunduğu bu zaaf uluslararası emperyalizmin bölge politikalarında da kendini gösteriyor. İran’la nükleer anlaşma konusunda yaptırımlar üzerinden sürtünme çıkaran ABD, Viyana görüşmelerinde giderek bir uzlaşma çizgisine doğru sürükleniyor. İran’la uzlaşma politikası İsrail’in bölge saldırganlığına karşı alınan tavırlarla koşut yürüyor. Elbette siyonizm, bu yaklaşımlara karşıtlığını İran’ı ve nükleer anlaşma zeminini tehdit ederek gösteriyor. İran’la İsrail arasında şileplere yönelik saldırılar, İsrail’in Natanz nükleer reaktörüne sabotajıyla stratejik bir düzey kazandı. İran’ın buna cevabı sert oldu ama gelişmeler bugüne kadar ki pratikler itibariyle beklenenden daha ileri düzeyde gelişti.
İsrail’in roket imal tesislerindeki büyük bir patlamayı takiben İsrail hava kuvvetlerinin Suriye’ye saldırısı ve aynı sırada Suriye’den atılan roketlerin İsrail’in nükleer reaktörlerinin hemen yakınını vurması bütün bölgesel gündemi kilitledi. Bir roketin İsrail’in Demir Kubbe savunma hattını aşarak böyle stratejik bir alana ulaşması kullanılan roketin niteliğini tartışma konusu yaptı. İsrail bunun “yolunu şaşırmış” bir füze olduğunu söylese de Suriye’den gelen roketin bugüne kadar kullanılan SAM5’ten farklı olarak İran standartlı güdümlü bir füze olduğunda askeri analizciler büyük çapta fikir birliğinde oldular.
Yani artık Rus askeri teknolojisindeki gelişmeyle ABD emperyalizminin saldırganlığa dayalı konjonktürel hegemonyası giderek daralırken bunun bir tezahürü olarak Donbass-Körfez ekseninde taktik nükleer savaşları da içerecek tarzda yerel savaşların şiddetlenmesi ihtimalinin, İsrail’in de ağır şekilde vurulabilecek olması nedeniyle daha konvansiyonel düzeylere doğru çekilmesini salayabilir. Bu denge bölgesel dengelerde başka kaymalara da yol açabilecektir. Bu kaymaların özellikle Filistin ve Lübnan sahasında ortaya çıkması mümkün görünmektedir.
Bölgede İsrail politikalarına mesafe koyarak siyonist yerleşim yayılmacılığını işgal olarak niteleyip uluslararası ceza mahkemesi üzerinden İsrail’in savaş politikalarını denetlemeye aldıktan sonra Amerika Filistin meselesinde yeniden konum güçzlendirme çabalarına yöneldi. Bu gelişme, kendini bu ayın sonunda olması planlanan Filistin seçim sürecinde gösterdi. Filistin halkının artık Mahmut Abbas gibi işbirlikçi yöneticilerin kontrolü altında tutma imkanının iyice zayıflamış olduğu bu seçim sürecinin çalışmalarında ortaya çıktı.
Abbas’a karşı direnişçi tutsak Mervan Barguti’nin muhalefeti El Fetih hegemonyasını zayıflatınca Filistin yönetiminde Hamas’ın daha ağırlık kazanma ihtimali belirdi. Bunun üzerine Abbas Kudüs’te İsrail’in seçimlere imkan tanımamasını gerekçe göstererek seçimleri iptal etti. Daha enbaşından, sürecin bu yönlü gelişiminin ABD tarafından “anlayışla karşılanacağı” dışişlerince açıklanmıştı bile. Abbas ve Filistin halkı üzerindeki işbirlikçi tasallut bu sayede ömrünü uzatmış olsa da artık Filistin halkının emperyalizme ve siyonizme karşı yeni bir arayışta olduğu açığa çıkmış durumdadır.
Özetle Amerikan emperyalizminin küresel çapta geri çekilmesinin bölgedeki bir yansıması olarak ülkede de karşı devrimci blok oldukça zayıflamış durumdadır. Türkiye ve Kürdistan devrimlerindeki yükselme hamlelerine karşın liberal politikaların bile giderek daha sola meyletmek zorunda kaldığı bugünkü koşullarda 1 Mayıs eylemliliğinden alınan güçle bu konumlanmayı daha da derinleştirmek birleşik devrimin ve birleşik mücadele güçlerinin görevidir.
Geride bıraktığımız dönemin motivasyonu itibariyle önümüzdeki devrimci görevleri yerine getirebilmemiz için temel ihtiyaçlarımız mücadelenin devrimsel hedeflerinde netleşmek ve örgütsel yapılarımızı bu hedeflere göre daha da güçlendirmektir.