Ülke siyasetinin yönünde bir değişiklik olup olmayacağı, olursa ne yöne doğru olacağına doğru soruların cevabının bulunacağı bir kavşak olarak Biden-Erdoğan görüşmesi görülüyordu. RTE, ülkede ve bölgede keyfince at koşturmayı Trump’ın politik kabulleri içinde az çok sorunsuz sürdürebilmişti. Biden ise yönetime geldikten uzun süre sonra RTE’yi telefonla arayıp Ermeni soykırımını deklere edeceğini bildirmesi, Türk ve Kürt liberalleri siyasal bir rahatlama konusunda beklentiye sokmuştu.
Dün bu görüşme yapıldı ve politik analizciler görüşme sonrasında öncesine kıyasla bir değişiklik işareti alınmadığı fikrinde birleşiyorlar.
Bu durumda, ülke siyasetine dair ileri sürdüğümüz saptamaların yeniden bir sağlamasını yapmak için güncel sürecin yeni gelişmelerini görüşme öncesinin verileriyle birlikte ele almak daha verimli olacaktır.
RTE-Biden görüşmesi öncesinde ülke gündemi faşist çete reisi Peker’in seri açıklamalarıyla kaynamaktaydı. Bu açıklamalarını düzen siyasetindeki etkisi o denli güçlü idi ki, çete reisi bu etkinin Biden görüşmelerine olumsuz yansımaması için açıklamalarına ara verme “hassasiyeti” gösterdi. Sanki açıklamalarının, bırakalım uluslararası istihbaratları, ülkede politikayla ilgilenen herhangi birinin bilmediği bir içeriği varmış gibi… Ama gene de, yüz milyona vardığı söylenen izlenme rekoru bu açıklamaların ülke siyasetinde oldukça önemli bir siyasal ağırlık oluşturduğunu göstermektedir. Kimilerine göre S. Peker çıkar çatışması temelinde ülkenin “gerçek muhalefet partisi”dir, kimilerine göre “neoliberal kontr gerilla krizinin bir yansıması”… Bu yaklaşımların konuyu kişiyle daraltan tarzı, Peker’in hareketlenmesinde, sunuş plan ve içeriğinde kendini gösteren profesyonellik itibariyle bile yetersiz kalmasını bir kenara bırakacak olsak bile ülkede ve hatta bölgede esmeye başlayan siyasal rüzgarı bir miktar gözden ırak tutmakta olduğu açıktır.
Muhalefetin yetersizliğiyle RTE’de kilitlenen siyasal alanın ülkede Peker’in videolarıyla harekete geçmesine koşut olarak İsrail’de de Netenyahu’nun kilitlediği hegemonya siyonist işgalci partiyle Filistin-Arap partisinin birlikte ortağı oldukları bir koalisyon üzerinden tek bir oy farkla yıkıldı. Buradaki tek bir oydaki üstünlük, kırılganlığı göstermesinden ziyade kilitlenmeyi kırmaktaki ısrarı göstermesi itibariyle ele alınmalıdır.
Türkiye ve İsrail, Amerikan emperyalizminin BOP konjonktüründeki iki temel dayanağı olarak öne çıkmıştır. AKP, doğrudan bir BOP aparatı olarak iktidar kılınırken, başlangıçtaki sessizliği 2006 Lübnan yenilgisiyle kırılan İsrail, ABD’nin bölge hakimiyetinde tökezlemeye başlamasıyla birlikte Obama döneminden başlayıp Trump döneminde iyice tırmandırdığı siyonist saldırganlığı Netanyahu kimliğiyle bütünleştirmiştir. Şimdi, Biden yönetimiyle yeniden yapılandırılan uluslararası emperyalizmin bölgesel egemenlik politikaları RTE ve Netanyahu gibi görece kontrol dışı aktörlerin yarattıkları sürtünmeler yerine daha doğrudan ve bölge halklarının az çok kabulünü önceleyen yeni bir politik trende yönelmektedir. Kısacası, bölgede BOP’la gelen ikinci neo liberal saldırıdan sonra post neo liberal döneme geçişin işaretleri görülmektedir. Uzun neo liberal dönemin toplumlarda yarattığı öfkenin ya da genel ifadeyle yabancılaşmanın, post neo liberal yapılanmada, bir şekilde egemen devlet yapılarına mecz edilmesi öngörülebildiği koşullarda, bugün Latin Amerika’da yeniden yükselen sol dalgayı da bu bağlamda ele alacak olursak Peker olayını, ortaya çıkmakta olan yeni konjonktürel dalganın Türkiyeli “kelebek etkisi” olarak değerlendirmek mümkün ve doğru olandır. Peker olayı, BOP konjoktüründen çıkışın yeni ve güçlü bir işareti olarak ele alınmalıdır.
Cumhur ittifakının oyları anketlerde hızla erimektedir. Ülkenin ekonomik olarak göçük yapısı, iktidar organlarınca bile ancak %17’ye kadar indirilebiliyor. İktisadi analizciler bunu %25 olarak veriyorlar ve ekonominin %2.5 daraldığını öne sürüyorlar. MB’nın eksi bakiyesi her gün yükseliyor; iktisatçı M. Eğilmez eksi 60.6 milyar’lık bir büyüklükten bahsediyor. Yoksulluktan, işsizlikten ve çaresizlikten intiharlar, artık ülkede istatistiki bir kalem olmuş durumdadır. Rant ekonomisinin tarımda yol açtığı gerileme nedeniyle ekmeğin fiyatının önümüzdeki günlerde 4TL’ye çıkacağını yazıyor, gazeteler. Bütün bunların yanı sıra Peker, gerici Saray faşizminin soygun ve yağma suçları bir kenara, RTE ve ekibinin Suriye’deki savaşta uluslararası sistem tarafından da suçlu addedilen çetelerle doğrudan ilişkisini somut verilerle belirtti. Aynı günlerde Londra’da açılan bir davada Katar’ın nusra’ya mali yardım yaptığı sorgulanmakta ve konuya Türk bankaları da dahil edilmekteydi. Bunların Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin daha önce bölgede TC’nin de dahil olduğu kimi savaş suçlarına dair başlattığı soruşturmaya katılması açık ki bir politik tercih meselesidir ama zaten bu tercihler RTE’yi kuşatma doğrultusunda gelişmektedir.
RTE’nin bu kuşatmadan kurtulma yolu olarak TC’yi Afganistan’da NATO bekçiliğine aday olarak ileri sürmesinin ise, NATO ve ABD nezdinde hoşlukla karşılanan bir yaklaşım olduğu ortada olsa da bölge politikasında RTE’yi kurtarmaya pek yetmeyeceği, NATO zirvesi arifesinde TC’nin NATO’nun en güvenilmez ortağı olduğuna dair yapılan araştırma ve açıklamalarla ortaya çıkmış oldu. Uluslararası emperyalizmin özellikle Rusya ve İran merkezli doğu politikalarında 1 Mart ve 15 Temmuz gibi kriz momentlerine yeniden uğramamak için en başta gözettiği kriterin artık güvenlik meselesi olduğu Hillary Clinton’un dış işlerinden kaçış sürecinden beri ortaya çıkmış durumdadır. Biden’ın, aynı dönemde başkan yardımcısı olduğu hatırlanmalıdır.
TC’nin hem iç ilişkilerinde çetecil bir parçalanmaya uğraması hem de emperyalist ilişkilerde yarattığı sürtünmeler itibariyle artık yeniden RTE etrafında bir güven odağı yaratması mümkün değildir. Uluslararası sistemin RTE’den vazgeçme politikasındaki derinleşme süreci, bugüne kadar olduğu gibi, TC’nin jeostratejik konumlanmasının bölgesel politikadaki etkilerine, bölge dengelerine bağlı olarak gelişecektir. Bölge dengeleri denildiğinde ifade edilenin artık eskisi gibi dar anlamda Rusya-ABD ilişkilerinin ötesinde Rusya-Transatlantik ilişkileri olmaktadır. Bu ilişki düzeyinin güncel verileri Putin-Biden görüşmesinden önce ortaya çıkmış durumdadır. Her şeyden önce, NATO zirvesinde bütün Avrupalı emperyalistlerin Biden’ın Putin’den evvel kendileriyle görüşmüş olmasını özellikle takdir ettiklerini Biden Transatlantik bütünlük açısından büyük bir memnuniyetle açıkladı. Yani bugün Cenevre’de başlayan görüşme keza dar çerçevede bir Rusya-ABD görüşmesi değil, Rusya-NATO görüşmesi olarak anlaşılmalıdır.
Yönetime gelişinin hemen ertesinde Putin’i bir katil olarak niteledikten sonra Rusya’yla ilk bağlantıyı gene kendisinin kurmak zorunda kalması Rusya’yla Transatlantik ilişkilerin daha reel politik bir geçerlik üzerinden yürüyeceği ortaya çıkmıştı. Cenevre zirvesinin örgütlenmesi sürecinde de Biden, Rusya’yla bütün gerilimlere karşın daha istikrarlı bir ilişki kurma arayışında olacağını keza Transatlantikçi bir düzey itibariyle ifade etmişti. Bu düzeydeki esneklik son NATO toplantısına Gürcistan ve Ukrayna’nın davet edilmemesinde de kendini gösterdi. Bilindiği gibi ABD, bu ülkeleri NATO’ya dahil etmekten yana iken Avrupa, özellikle Almanya küresel gerilimin gene Avrupa kıtasında yaşanmasına karşı direnciyle bu süreci engelleyici bir ağırlık koymaktaydı ve emperyalist yeniden yapılanmanın merkez momenti olarak görebileceğimiz şekilde birbirine eklenerek organize edilen G7, NATO ve ABD-AB zirveleri, Cenevre zirvesi öncesinde bu esnekliği Rusya’ya sunmuş oldu.
Ve bugün gerçekleştirilen zirve bu arka plan verilerinde hiç bir sürprize yer bırakmayacak bir çerçevede tamamlanmış görünmektedir.
Taraflar arasındaki kırılgan denge Putin’in “ilişkilerin düzelip düzelmeyeceğini söylemenin zor “olduğuna dair ifadelerinde açığa çıksa da zirvenin ortak bir bildiri ve başkentlerde diplomatik temsilin yenilenmesi gibi ciddi hamleleri onaylaması verili aşamadaki esnekliğin teyidi anlamına gelmektedir.
Batılı emperyalist dünyanın Navalny ve Belarus gerilimlerinin sonrasında Rusya’ya karşı geliştirdikleri bu hızlı esnekleşme o kadar dikkat çekiciydi ki, Çin’in, daha zirve öncesinde yaptığı politik değerlendirmelerde bir taraftan emperyalist taktik esnemenin Rus-Çin ilişkilerini bozamayacağına dair belirlemeler yer alırken diğer taraftan bu durumu çeşitli analizler çerçevesinde sorgulamayı sürdürüyor. Bununla birlikte , G7, NATO ve ABD-AB zirvelerinin Putin-Biden zirvesine süzülen sonuç itibariyle uluslararası emperyalizmin yeniden genişleme ve hegemonyal yayılım programının önümüzdeki yakın evredeki tezahürü, içinde bulunduğu bunalım döneminin bir sonucu olarak varlığını sürdüren mali, askeri ve politik zayıflıklar itibariyle bir taraftan Rusya’nın askeri, Çin’in ekonomik üstünlüğüne karşı hazırlık yapılırken bir diğer taraftan hegemonya alanlarını IMF ve NATO politikalarıyla tahkim etmek şeklinde olacaktır.
Ve elbette bu karakterdeki bir uluslararası sürecin ülkedeki siyasal gidişe dair kestirimler açısından önemi son derece büyüktür, çünkü sömürgeci faşist Saray rejiminin 2013’den bu yana bütün iktisadi ve politik çökkünlüğüne karşı ayakta kalabilmeyi başarmasının ağırlıkla Türkiye’nin jeostratejik pazarlanmasından kaynaklandığı, Rusya ve ABD arasındaki gerilimlerde kendine hayat alanı yarattığı genel kabul gören bir durumdur.
Bu gerilimlerin bir denge alanı yarattığı dönem 15 Temmuz arifesidir. TC’nin Rus uçağını düşürmesi sonrasında RTE’nin bölgesel gerilimi Rusya ve NATO arasında bir savaşa zorlaması karşısında, Suriye’ye henüz yerleşmekte olan Rusya kısmi bir geri çekilme yaparak sahayı Amerikan insiyatifine bırakmış ve ardından 15 Temmuz darbesi yaşanmıştır.
Bugün de, uluslararası emperyalist merkezlerin RTE’ye yönelik basınçları yanı sıra Rusya da turizm desteğini kısarak, Ukrayna ve Polonya’ya SİHA satışlarına kızarak, İdlib ve diğer işgal alanlarında TC güçlerine gizli açık saldırılar düzenleyerek RTE yönetiminin bölgesel bir denge ögesi olarak kullanmaktan kolayca vazgeçebileceğini göstermektedir.
Özetle bugünlerde TC’nin, RTE tarafından kendi “beka”sı için pazarladığı jeostratejik değeri bir düşme eğilimi göstermektedir. Bu ülkedeki politik gelişmelerin iç dinamiklerce daha çok belirlenebileceği bir siyasal dönemin verisi olarak görülmelidir.
Günün öne çıkan iç dinamiği itibariyle ise çeteleşmiş bir devlet yapılanmasının, hem uluslararası burjuvazi hem de yerel tekelci oligarşi tarafından sermayenin kendi yeniden üretimini istikrarsızlaştıracağı ve belirsizleştireceği için ağırlığı taşınamaz durumdadır.
Ülke yakın tarihindeki deneyimi itibariyle Susurluk süreci, salt çeteleşmedeki benzerlik itibariyle değil, özellikle bağlantılı politik sürecin seyri açısından ele alınmalıdır. Bilindiği gibi uluslararası emperyalizm duvarın yıkılmasını takiben bütün mali ve politik yönelmesini eski Sovyet alanına yönelttiği için Türkiye’nin mali yapısının Afganistan üzerinden yapılan uyuşturucu ticaretine endekslenmesini destekledi ve görmezden geldi. Peker’in açıklamaları sonrasında, Demirel’in uyuşturucu baronu Hüseyin Baybaşin bütün bu sürecin ilişkilerini geçtiğimiz günlerde yeniden anlatarak hafızaları tazelemiş oldu. Düşük yoğunluklu savaşın imkanları dahilinde uyuşturucu ticareti ve dişe dokunur sermaye varlıkları üzerine “çökme” faaliyeti o dönemde de, tıpkı bugün gibi kapitalizmin yeniden üretimi için kaçınılmaz olan merkezi devlet yapılanmasını çetelerin egemenliklerine bölmüştü. Bu gidişe tahammülü zorlanan uluslararası burjuvazi ve Türkiye tekelci sermayesi Susurluk’la birlikte, bir anda o güne kadar %2’den fazla oy alamayan Ecevit’i %17 oy oranına taşıyarak ülkeyi çok partili bir koalisyon içinde çetelerden arınma sürecine soktular. Ardından BOP’la birlikte bu geçici dönemi AKP’ye teslim ettiler.
Şimdi, özellikle 2016’dan itibaren dış kaynak aktarımında sorun yaşayan AKP-RTE iktidarı, 93 denemesinden çıkardığı sonuçlarla birlikte keza 93 çete kadrolarıyla, Ağar ve Çakıcı ile aynı mali kaynaklara ulaşma çabasına yöneldi ve Peker yeni dönemin Susurluk’u olarak ortaya çıktı.
Bu gözlemler itibariyle bugünün Türkiye’sinin içinde bulunduğu siyasal sürecin taşıdığı potansiyeller itibariyle de tanımını şöyle yapmak mümkündür: Türkiye bölgesel ve küresel dış dengeler itibariyle 15 Temmuz öncesi, iç gerilimler itibariyle ise Susurluk sonrası bir dönem içindedir. Yani egemen burjuva yapılanmada yeni bir hegemonya zorlamasının koşulları hızla güçlenmektedir. Bu zorlama, dar çerçevede bir ordu darbesi olarak anlaşılmamalıdır. Bu yöntem, her şeyden önce, Türkiyeli işbirlikçi siyasal islamı önümüzdeki süreçte de kendine ittifak olarak korumak isteyen uluslararası burjuvazinin işine gelmemektedir. Onlar, gerici siyasal islamın kendince hegemonyal özerklik dayatmalarından düşerek kayıtsız koşulsuz uluslararası finans kapitalizmin arkasına yedeklenmesini tercih etmektedirler. Bu nedenle RTE-Saray iktidarının sönümlenerek etkisizleşmesini tercih etmektedirler. Kılıçdaroğlu’nun her durumda sokağa ve iktidar değişikliğinin fiili tarzlarına karşı kendini siper etmesi uluslararası emperyalizmin bu taktik yönelimi itibariyledir. Bu durumda gündemdeki siyasal türbülans Saray’ı belki bir erken seçime mecbur edecek şekilde, örneğin yeni ifşaatlarla ya da AKP merkezinden blok kopuşlarla ya da BOP öncesinde olduğu gibi gene MHP/Bahçeli’nin çanak tutmasıyla mümkün olabilecektir.
RTE/Saray iktidarının bu tarz bir gidişe karşı direnmesinin fazla bir koşulu kalmamıştır. Uluslararası emperyalizmi bölgesel savaş zorlamalarıyla kendine mahkum etmesinin periyodu geçmiştir. Karapara üzerinden ekonomiyi ayakta tutma koşulu kalmamıştır. Emrindeki silahlı güçleri bir iç savaş tehdidiyle yönlendirmesi için gereken otoriteden giderek yoksun kalmaktadır. Peker videolarının etkisinin yanı sıra, 25 günde 15 vaka gibi emniyet kadrolarındaki intihar yoğunlaşmaları RTE’nin çete gücündeki aşınmanın belirtileridir.
Bütün bu döküm önümüzdeki yakın zamanda ülkede hegemonya değişikliği potansiyeli taşıyan bir politik türbülans ihtimalini oldukça geçerli kılmaktadır.
Bunlar sürecin burjuvazi tarafında olan hengamesidir. Ancak diğer taraftan, örneğin IMF politikalarına tabi olarak ülkenin içinde bulunduğu finansal darboğaza az çok bir ferahlama getirilmesi koşullarında bile, gerici faşist Saray rejiminin ekmeğin 4 lira olmasını, işsizlik ve pahalılılğın her geçen gün büyümesini engellemesinin koşulları asla yoktur.
Çalışan yığınların, ezilen halkların hoşnutsuzluğunun giderek isyana dönme potansiyelinin çok kristalize olacağı bu koşullarda Saray faşizminin iktidarını sürdürebilmesinin yegane güvencesi RTE’nin sakıncasızca dile getirdiği gibi, “daha nelerin görüleceği” sömürgeci faşist egemenliğin tırmandığı 7 Haziran süreci olacaktır.
Ancak açıktır ki, Türkiyeli proletarya ve ezilen halklar, hem geçmiş deneyimleri hem de örgütlenme ve mücadele insiyatiflerideki verili gelişmeler itibariyle yeni bir 7 Haziran-1 Kasım sürecini liberallerin teslimiyetçi ve gevşek çizgilerine emanet etmeyeceklerdir. İster burjuvazinin iktidar değişikliği biçimiyle, ister Saray faşizminin daha da azgınlaşması biçimiyle yaşanacak yakın dönemin siyasal türbülansını, birleşik devrim güçleri ve proletarya devrimci durum taktikleriyle ele alacaktır.
İçinde bulunduğumuz dönemde , artık alışıldık politik tarz ve biçimlerin yerine, devrimci bir durumun gereksindiği hazırlığın örgüt ve taktik eksikliklerini ele alma ve tamamlanma görevlerine yoğunlaşmamız devrimci bir zorunluluktur.
Ne var ki, mücadelenin ihtiyaçları bu gerekçelerle ve bu koşullarla belirleniyorken birleşik devrim çizgisi oldukça yetersiz bir seyir içindedir. Oysa, 1 Mayıs sürecinde öncü-kitle bağlamında ortaya çıkan eksikliklerin Mayıs şehitleri ve 15-16 Haziran kampanyaları döneminde giderilmesi gereği üzerine gene bu satırlarda devrimci militanların dikkati çekilmişti.
Yoğun ve militan 1 Mayıs sürecinin bütün yorgunluğuna karşın yeni kampanya dönemi de büyük bir atılganlık ve çabayla yürütüldü. Birleşik mücadele güçleri her gün bir kentte sömürücü-sömürgeci düşman burjuvaziye meydan okuyarak proletaryaya ve çalışan halklara devrimci mesajlarını iletmeye çalıştılar. Ancak gene de faaliyet birleşik devrimci güçlerin dar çerçevesini aşacak bir siyasal itilim yaratamadı. İleri siyasal kadrolarla sınırlı kaldı.
Durum çok açıktır; fedakarlık ve militanlık Türkiye devrimci hareketinin en zengin özelliklerindendir. Ancak bu zenginlik, proletarya ve ezilen halkların içlerinde bastırdıkları öfkeyle birleşemeyince 12 Eylül’de olduğu gibi en güçlü olduğumuz anda bile yenilmemizin önüne geçememektedir. Elbette, devrimci öncü kendi örgütlenmesini tamamladıkça mücadelesini işçileştirecek, halklaştıracaktır ancak aynı şekilde ortada olan bir diğer gerçek de şudur ki, devrimci öncü aynı zamanda işçileşip halklaşamadıkça kendi örgütlenmesini asla tamamlayamaz.
Bu nedenle egemen oligarşik diktatörlük, bugüne kadar ki bütün biçim ve tarzlarıyla devrimin kitleleşememesine daima özel bir önem vermiştir.
Sömürgeci faşist diktatörlüğün Gare’den sonra Metina, Zap ve Avaşin bölgelerinde Kürt özgürlük hareketine yönelik saldırısına bu çerçevede de bakılmalıdır. Saldırı salt ülkede siyasal hegemonyayı güçlendirme amaçlı gündelik bir taktik çerçevede görülmemelidir. Sömürgeci TC’nin işbirlikçi KDP ittifakıyla PKK/HPG’ye yönelmesi olası bir siyasal alt üstlük eşiğindeki metropol siyasetini Kürt devriminin devrimci zorlamasından yalıtma işlevini de görmektedir.
Yakın gelecekte yaşanma ihtimali yüksek olan siyasal geçiş ya da kargaşa sürecinde devrimin bir alternatif olamaması için Kürt halkının devrimci öncüsünün tasfiye ve kuşatılması amaçlı bu operasyonun doğrudan NATO destekli olduğu çoktan açığa çıkmış ve Kürt devriminin yetkili organ ve öncülerince ifade edilmiş bulunmaktadır.
Mevcut savaş koşullarında metropol Kürt siyasetinde liberallerin ağırlığı daha da artmış, Mayıs ve sonrasında ki birleşik mücadele süreçlerinde Kürt katılımı neredeyse olmamıştır. Türkiye emekçi sınıflarının biat ve tevekkül kültürü sokaktaki devrimci militanı devlet karşısında yalnız bırakırken anti sömürgeci özgürlük bilinci Kürt halk dinamiğini daha canlı kılmaktadır. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde bir taraftan liberal yönlendirme, diğer taraftan Kürt devriminin Kürt halkını MSA merkezli bir direniş çizgisine çağırması Bakur ve özellikle metropol Kürt halkını birleşik devrimin gündeminden uzak tutmaktadır. Oysa açıktır ki Kürt devriminin MSA’daki kuşatmasının yırtılması için stratejik planda gereken, sömürgeci TC’nin metropollerindeki devrimci atmosferin yükselmesidir. Birleşik mücadelenin ve birleşik devrimin Mayıs’tan beri gelen öncü-kitle bağlamındaki eksikliğinin önümüzdeki taktik dönem itibariyle giderilmesinde, bu aşılması gereken bir durum olarak karşımızda durmaktadır.
Ve elbette proletaryanın devrimci tutum alışı… Üzerinden yarım asırı aşkın bir süre geçmesine karşın 15-16 Haziran eylemciliği hala olayca aşılamamış bir düzey oluşturuyorsa bu proleter devrimcilerin Türkiyeli proletaryanın sosyal ve siyasal süreçlerini kavramaktan hala çok uzak olduklarının işaretidir. Bu konunun gerektirdiği derinlikte bir tartışmayı burada yürütmeyi bir kenara bıraksak bile, proletaryasız proleter devrimcilik hallerimize yönelik bir müdahalenin eksikliği son aylardaki mücadele ve faaliyet dönemimizde yeniden açığa çıkmış durumdadır. Birleşik mücadele bu bir kaç aylık faaliyet sonrasında Mayıs’ta olmadıysa 16 Haziran’da bir birleşik işçi meclisiyle karşılayabilmeliydi. Ele aldığımız gündem itibariyle bu eksikliğin olabildiğince hızla tamamlanması sürecin ve faaliyetin stratejik karakteri itibariyledir. Ve bütün birleşik devrim militanları asla unutmamalıdır ki birleşik mücadelenin genişlemesi sol siyasal örgüt eklemlemeleriyle değil asıl olarak devrimci öncünün doğrudan sınıfla ve onun yerel, işkolu ya da genel gündemlerine dahil ve müdahil olabilmesiyle gerçek siyasal değerine sahip olacaktır.
Derinlemesine ve kalıcı mevzilenmeler elde edebilmek bu siyasal değerin ülkenin özgün mücadelesine içkinleştirmekle mümkündür. Ancak bu kendiliğinden ya da olduğunca geliştirilen bir siyasal insiyatifle yürütülecek bir süreç değildir. Süreç içkin olduğu tarihsellikle tanımlıdır ve görülmektedir ki uluslararası emperyalist burjuvazinin 2030 kodlu planlamaları itibariyle özgün ülke mücadelemiz aynı zamanda zamana karşı bir yarış telaşı da içermek zorundadır.
2030, uluslararası emperyalist burjuvazinin içinde bulunduğu krizden çıkmak için kendi önüne koyduğu hareket ve devinim takvimidir. Emperyalizm bunalım yönetimini salgın üzerinden kurumlaştırdıktan sonra şimdi bunu askeri ve politik olarak bir saldırı düzeyine çıkarma çabasındadır. Artık C19’un laboratuarda yapılıp yapılmadığı değil hangi laboratuarda yapıldığı tartışılıyor. Dünya insanlığı aşı ve salgın kuşatması altında tutulmaya devam edilirken; NATO 2030, emperyalist militarizmin siber teknoloji, hibrid savaş tarzları gibi alanlarda özellikle Rusya karşısında kaldığı geri düzeyden çıkma planlamasıdır. UN 2030, Büyük Sıfırlama kapsamının Birleşmiş Milletler çerçevesinde hegemonyal bir gelişkinliğe kavuşturulması planlamasıdır. 2030’a doğru geçen her gün emperyal tahakküme karşı mücadelemizi, mevzilenmemizi ve devrimci taarruzumuzu yükseltmek önümüzdeki stratejik görevdir.
AKP-RTE iktidarı sürecinde açığa çıktığı üzere Türkiye emperyalist hegemonyanın en zayıf halkasıdır. Verili koşullar itibariyle emperyalist yeniden yapılanmanın da en zayıf halkası bu ülkedir. Bir dönem IRA direnişçilerinin söylediği gibi artık “bizim günlerimiz” gelmektedir.