Dünyanın, bölgenin ve ülkenin siyasal seyirlerinin görülebilir vadeler içinde nasıl olabileceğine dair veriler geçtiğimiz haftalarda yaşanan “zirve”ler yoğunlaşmasının sonuçları itibariyle az çok ortaya çıkmış durumdaydı. Uzun bir süre, bu döneme ilişkin referanslarla konuşmak zorunda kalacağımız o günden bu güne yaşanan gelişmelerden de anlaşılmaktadır.
Örneğin, NATO zirvesinde Biden’la da görüşen RTE, oradan dönüşte soluğu Azerbeycan’da aldı. Ardından AYM, HDP’nin kapatılma iddianamesini kabul etti ve bir faşist tetikçi İzmir’de polisin kontrolünde HDP binasına saldırarak Deniz Poyraz yoldaşımızı katletti. Bütün bunlar, RTE’nin Saray iktidarını ayakta tutabilmek için yapacağı öngörülen hamlelerin somut pratige dökülmesiydi.
Hamlenin birinci karakteri, Saray iktidarının ayakta kalabilmek için ABD-AB ve bir bütün olarak NATO’nun korumasını üzerine çekebilmek için emperyalizmin her türlü tetikçiliğini yapmaya hazır olduğunun yeniden altının çizilmesiydi. RTE ve Saray iktidarı kendini iktidara getiren uluslararası emperyalizmin ideolojik ve siyasal çizgisine zaten hiçbir zaman bir karşıtlık içinde bulunmamıştı. Bu gerici çizgi, İlim Yayma Cemiyeti gibi kendi tarihsel kökleri itibariyle her zaman emperyalizmin, özellikle de CIA ve Pentagon’un örgütlenme ve ilişkiler ağı içinde bulunmuştu.
Ancak bu iktidar yapısının kasaba sermayesi gibi geri bir sınıf karakterine sahip oluşu onu uluslararası finans kapitalizm karşısında kendi varlığını korumaya zorladığı koşullarda TC gibi orta büyüklükte ve jeostratejik değeri yüksek bir devletin iktidar olanaklarını kullanmaktan, bu avantajları ileri sürmekten de geri kalmamıştı. Ancak bu hamleler hiçbir zaman için yeni Osmanlıcılık, avrasyacılık gibi doktriner siyasal ayrışmalara dönüşmemiştir. Bütün bu etiketlemeler, bizim liberallerin ve düzen solunun RTE/AKP iktidarı karşısındaki teslimiyetçi çizgilerine meşruiyet sağlama çabalarının sonuçları olarak görülmelidir. Marx’ın belirttiği gibi ticaret burjuvazisinin kendini ayakta tutmanın ötesinde hiçbir ideolojik ve ahlaki kutsalı yoktur, olamaz. Şeyh’e,RTE/Saray iktidarına bu tarz doktriner, politik karakter yüklemelerin, kaçkın ve sinik liberal mürit üfürüklerinden öte pek bir içeriği bulunmamaktadır.
RTE’nin NATO-Biden buluşmalarından çıkar çıkmaz Azerbeycan’a uçması, Peker’in videolarında bahsedilen SOCAR’ın Türk Petrol’e ödemelerindeki aksamalar için değilse Azerbeycan’da TC askeri üsleri kurmakla ilişkili olduğu kesindir. Bu kesinliği, Lavrov’un konuyu cevap vermeye değer bir “spekülasyon” olarak ele almasından anlamak mümkündür. Eş zamanlı olarak TC’nin Ukrayna’ya yönelik askeri destekleri de, Lavrov tarafından, “Türk partnerlerimizle konuşulması gereken” bir konu olarak gündeme getirilmiştir.
Bilindiği gibi, Biden’la birlikte yeniden yapılandırılan Transatlantik ittifakın en önemli aracı olarak NATO zirvesi Rusya’yı düşman olarak tanımladı. Gorbaçov ihanetinin bir sonucu olarak NATO, örgütlenmesini eski Sovyet ülkelerinde ve Rusya sınırlarında genişletmeyi gündemine aldı. Ukrayna, Gürcistan ve Azerbeycan bu amaçlı emperyalist hedefler durumundadır. Rusya, Ukrayna’nın NATO üyeliğini bir savaş nedeni olarak ilan ettiğinden beri Avrupa burjuvazisi, doğrudan kendi coğrafyasının imhasını getirecek bu savaştan kaçınmak adına NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesini reddediyor ve engelliyor. Ancak kendi ada izolasyonu güvencesiyle ABD emperyalizmi uluslararası finans kapitalizm içinde kendi hegemonyasını Avrupa sermayesi üzerinde de sürdürebilmek için NATO literatüründe Bükreş 9’lusu adı verilen eski sovyetik doğu Avrupa ülkeleriyle bu süreci konvansiyonel zeminde zorlamayı sürdürüyor.
Son NATO zirvesinde, Almanya ve Fransa’nın dayatmasıyla Ukrayna’nın zirveye dahil edilmemesine karşın Rusya’yı kuşatma süreci Rusya’nın kara sınırları dibinde gerçekleştirilen Defender21, Karadeniz’de gerçekleştirilen Sea Breeze 2021 tatbikatları ve keza Karadeniz’de yaşanan İngiliz provokasyonlarından görüldüğü üzere cari bir zorlayıcılık taşıyor.
İşte bu babtan olarak, Rusya civarı ülkelerde doğrudan bir NATO karargahı kurulamıyorsa da TC’nin askeri üsleriyle bu ihtiyacın örgütlenmesi süreci, belli ki RTE/Saray iktidarına ve ötesi TC’ye verilmiş bir görev durumundadır.
Londra’da sokağa bırakılmış belgelerde açığa çıktığı haliyle Afganistan’daki çekilmesini İngilizlerin varlığı üzerinden kapatmaya çalışan ABD emperyalizminin, Ortadoğu’daki askeri varlığını da şimdiden 70 üs 30 bin asker hacmine ulaşmış TC varlığı üzerinden sürdürmeye niyetleneceği açıktır. Rojava’da ve Türkiye’de siyasal dayanaklarını Amerikan desteğine bağlamaya calışan liberal ve mandacı yaklaşımlarına karşı Kürt Özgürlük Hareketinin stratejik planda bu gelişmeler üzerinde yoğunlaşması kaçınılmazdır.
RTE’nin, uluslararası emperyalizmin tetikçiliğine böyle yüksek bir hevesle soyunması, zirvelerde kendi siyasal ikbali için gereken desteği görememiş olmasına bağlanabilir. RTE, ancak kendisine verilen yeni ev ödevlerini yapabildiği koşullarda özellikle dış finansman sağlayabileceğini daha net anlamış durumdadır. Bu nedenle NATO yayılmacılığına çalışmasının sonuçlarını, bir yandan, ülkeyi göçmen rezervasyonu haline getirmenin karşılığı olarak Almanya ve AB’nin takdirleriyle 1.6 milyar dolarlık, diğer yandan, IMF’nin küresel ekonomiyi desteklemesi bağlamında 6.4 milyar dolarlık fon aktarımlarını hak etmiş durumdadır. Ancak bütün bu aktarımların rezervleri eksi 50 milyar dolar civarındaki TC maliyesini döndürmeyeceği de açıktır. Bu nedenle de zirve dönüşünün hemen ertesinde RTE/Saray yönetiminin daha önceden “daha neler göreceksiniz” diye ilan ettiği “7 Haziran” saldırıları hızla devreye sokuldu. Zirveler sonrası RTE/Saray hamlesinin ikinci yönü bu oldu.
Bu çerçevede, seçim anketlerinde artık AKP ile CHP’nin bile arası iyice kapanıyorken belki bir kaç puan aşırabileceği umuduyla Kürt oylarını yüzer-gezer oy haline getirme amaçlı olarak HDP’nin kapatılma süreci yürürlüğe sokuldu. Diğer taraftan da terör iklimini yeniden yükseltmek için HDP İzmir binasına faşist saldırı düzenlendi. Artık çaresiz ve faşist bir ahmaklığın doruğundaki Bahçeli, Deniz Poyraz’ın katlini kendince meşrulaştırarak saldırıyı üstlendi.
Ancak Kürt halkı ve Türkiye devrimci demokratik kamuoyu 2015 deneyiminden çıkardıkları sonuçlarla bu saldırılar karşısında sinmeyi, geri çekilmeyi değil öne çıkmayı ve meydan okumayı esas alınca burjuva muhalif partiler de buna ayak uydurmak zorunda kaldılar. Görünen o dur ki, gerici faşist RTE/Saray rejimine şimdi düşen bu saldırı-terör atmosferini nasıl işlevli kılabileceğine dair bir muhasebeye oturmaktır, çünkü Kanal İstanbul açıklamalarından da artık görülmektedir ki, RTE artık kendisinin olmadığı bir sonranın maddi basıncı altındadır.
Susurluk sonrasında iktidar değişikliği için uluslararası ve yerli finans kapitalin şikayetlerinin tanıklığı, Peker açıklamaları sonrasında bir süredir bir boşluk olarak kendini gösteriyorken, geçtiğimiz hafta TÜSİAD konferansında yapılan açıklamalarla tablodaki bu boşluk da giderildi. TÜSİAD, sermaye ilişkilerinin netliği itibariyle siyasal ilişkilerin temizlenmesi gereğini belirtti.
AB, RTE’ye gösterilen töleransın istismara açık olmadığını, ilişkinin “aşamalı, orantılı ve geri dönebilir” niteliği üzerinden altını çizerken ABD, RTE’nin kaçak ve hilekar politikalarına şans tanımayacağını SBK’yı yakalatarak ve yüksek bir ihtimalle itirafçı olacağı davayı açarak gösterdi. SBK kodlu Sezgin Baran Korkmaz, RTE-AKP maliyesinin denge faktörü olarak büyüttüğü “nakıs noksan kalemi”ne ait her türlü kara para ticaretinin merkezinde ve örgütçüsüdür. SBK henüz bir itirafta bulunmamış olsa da ortaya çıkan veriler RTE’nin boynuna, Halk Bankası davasından sonra yeni bir uluslararası suçlu ilmeğini şimdiden takmış durumdadır. Artık yönü, o ilmeği istediği tarafa çekiştirecek olan uluslararası burjuvazinin kesin tayini altındadır. Ve 15 Temmuz 2016’dan itibaren uluslararası sermayenin RTE/Saray iktidarına karşı esas yöneliminin –şimdiden öngöremeyeceğimiz kimi taktik süreçler dışında- ne olduğu bellidir.
Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin bütün siyasal aktörlerini bir siyasal türbülans, özellikle bir seçim ihtimaline odaklanmaya yöneltmiş görünmektedir. RTE, vekillerle toplantılar düzenliyor. Kılıçdaroğlu, kendi adaylığını öne çıkartacak kertede birinci tekil şahıs üzerinden vaatlerde bulunuyor. CHP, beşli çete kamulaştırmasından sonra İmam Hatip’lerin Anadolu lisesine çevrileceği gibi tabu bir konuyu da gündeme getirecek cesaret ve özgüven içinde.
HDP ise sömürgeci Türk siyasetinin tutuklama, kapatma, terörle onun üzerinde yoğunlaşmasının verdiği bir haklılığa hapsolurken, karşılığında yönetimlerde liberallerin daha fazla yer bulmasıyla, önlerinin açılmasıyla karşı karşıyadır. Erol Katırcıoğlu’ nun, AKP faşizminden taşıdığı beklenti ve Erdoğan’ı, Deniz Poyraz katliamından aklama gayreti siyasal bulanıklığın ve çarpılmanın ifadesidir. Eşbaşkan Sancar, Kürt siyasetinde sıkça rastladığımız “eşsiz örneksiz”lik kompleksiyle olacak, içinde bulunulan durumu 2015 ötesi bir kaos olarak tanımlarken, insan bu saptamanın gereği olarak, HDP’nin ağır eleştiriler aldığı 2015’ten öte bir siyasal enerji ve siyasal varlık göstermesini bekliyor. Ancak liberal siyaset, Türk burjuvazisinin onay ve destek vereceği bir çerçevenin dışına çıkmaya yönelik hiç çaba göstermiyorlar. 2015’te AKP’yle çözüm arayışında, şimdi ise uluslararası sermayenin desteğiyle CHP’li iyileşmelere umut bağlayarak asgari demokratik faaliyet sınırlarını aşmamaya özen gösteriyorlar.
MSA’da varlık savaşıyla kuşatılan Kürt Özgürlük Hareketi; bu geriliği, “HDP iktidarı talep etsin” diye zorlamaya çalışmasına karşın Bakur ve Türkiye siyasetinde, siyasal alanının liberallerin etkisi altında olduğunu, örneğin 1 Mayıs eylemliliklerinde görülmeyişinden biliyoruz.
Yine Demokrasi için Birlik Platformu adı altında bazı devrimci kurumlarında imzacısı olduğu ancak vitrini ve öncülüğünü liberal solcuların örgütlediği demokrasi konferansı, verili düzenin düzen içi eleştirisinin siyasal değerini gösterecek şekilde bir sabun köpüğü olmaktan öte sonuç üretemedi. Solcularının grup terapisi olarak kayda geçti.
TİP’ten, EMEP’e, Sol Parti ve TKP’ye kadar bir dizi burjuva-küçükburjuva sosyalist sol parti gruplaşmasının parlatılması uzun süredir dikkat çektiğimiz bir gelişme idi. Şimdi bu gelişmede yeni bir özellik, özellikle TİP’in parlatılmasında görülmektedir. CHP, daha önce İyi Parti, Saadet gibi partilere yaptığı serum desteğini şimdi TİP’e yaparak onu canlandırmak istiyor. CHP İstanbul milletvekili Sera Kadıgil Sütlü, TİP’e gidişini Kılıçdaroğlu’na bütün bağlılığıyla gerekçelendirmiştir. Burada amaçlananın, sol-sosyalist siyasal ortamın, devrimci bir kanala kaymasına set çekmek üzere TİP’in yedeklenmesi olduğu anlaşılır bir durumdur.
Hele ki daha önce Kürt Özgürlük Hareketinin, siyasal alan üzerinde ki iradesine tahammülsüzlüğünü gerekçe göstererek HDP’den ayrılıp TİP’e geçen ve mücadelenin yakın geçmişinde İsmail Saymaz ve Gökhan Hacır gibi iki devlet gazetecisiyle birlikte oluşturdukları liberal sol propaganda havuzundan tanıdığımız Ahmet Şık’ın burjuvazinin ifşaat rüzgarında yağma karargahı villalarda, Soysuz bakanla ve adına üzüldüğü soysuz basın tüccarlarıyla açığa çıkan ilişkilerine baktığımızda burjuvazinin TİP’e nasıl kontrollü bir yığınak yapmaya çalıştığı kolayca görülebilmektedir.
Bütün bunlar, burjuvazinin bütün çabalarına karşın yaklaşmakta olan siyasal türbülansta açığa çıkacak kitle enerjisini kontrol etmekte ne kadar büyük bir endişe içinde olduğunu bize gösteriyor. Madonna’nın “niçin bu kadar polis var?” sorusuna Can Dündar’ın “korkudan…” cevabı, Saray iktidarı itibariyle ne kadar doğruysa, düzen muhalefetinin devrimci sol önderliğin önünü kesmek üzere burjuva sosyalizmini şişirerek kendine yedeklemeye çalışması da o kadar aynı korkunun dışa vurumudur. Hem burjuva Saray iktidarı hem de onun burjuva düzen muhalefetinin, yani bir bütün olarak egemen burjuva düzenin korkusu bir ve aynı kaynaklıdır. Halk sınıflarının devrimci enerjisinin açığa çıkması ve bu enerjinin devrimci savaş önderliğince yönetilmesi…
Türkiye devrimci hareketinin halk sınıflarındaki bu devrimci birikişe hala inanamaması ve onu görmezden gelmesi ne kadar anlaşılır değilse, tersinden, burjuvazinin bu devrimci birikimden korkusu o kadar anlaşılır bir durumdur. Burjuvazi bu gerçeği kendi saha analizlerinde somutça görebilmektedir. Seçim anketlerinde giderek büyüyen bir sütun olarak “boykot” kalemi artık bir süredir pek görülemiyor. Olmadığından değil, anket firmalarının göstermek istememesinden. Yerine kararsızların dağıtıldığı oranları görüyoruz. Toplumun düzen dışı eğilimini görmemizi, görülmesini istemiyorlar. Ancak burjuvazinin eskisi gibi yönetemez oluşunun önemli göstergelerinden biri olarak ortaya çıkan ifşaat rüzgarıyla bu gerçeklerin bir şekilde önümüze gelmesine de engel olamıyorlar.
En son, bir Soros çalışanı olan Bekir Ağırdır’ın verdiği veriler Türkiye’deki devrimci birikimin geldiği yüksek düzeyi göstermektedir. Ağırdır’a göre 18-24 yaş arası nüfusun %57’si, 25-/30 yaş arası nüfusun %46’sı seçimlerden hiç bir değişiklik beklememektedir. Türkiye nüfusunun yaş ortalaması 28,9’dur. Yani nüfusun yarısının yarısı düzende hiçbir değişim ihtimali görememektedir. Bu yüzden en yandaş muhalif olarak Kılıçdaroğlu’nun “altı ayda değişim” vaadinde bulunması bu çerçevede okunmalıdır.
Peki, ülkede değişimin ancak devrimle mümkün olduğunu bilen devrimci güçler, devrimci örgüt ve odaklar ne yapıyorlar? Nesneye bütünü görüş alanı dışında bırakan şekilde yaklaştıkça tarif ve algı zorlaşır. Türkiye siyasal süreci devrime yaklaştıkça Türkiye devrimcileri devrimi daha göremez oluyorlar, gündelik faaliyetlerle işin seyri itibariyla ortaya çıkan politik imkanların en kolaylarını derlemeye bakıyorlar. Oldukça hantal ve ağır bir çalışma ve çatışma temposu içindeyiz.
Birleşik mücadele güçlerimiz hala bir sınıf hattı oluşturabilmiş değil. Burjuva muhalefet hergün bir seçim vaadiyle gündeme gelirken gerçek değişimin, devrimin programı hala fabrikalara, mahallelere, tarlalara, okullara, ezilen halk kesimlerine indirilebilmiş değil. Henüz hazırlıkları bile ortada görülmüyor. İçinde bulunduğumuz yaz ayları bütün bu çalışmalar açısından olağandışı bir verimlilikle değerlendirilmelidir.
Sonbahardan itibaren salgının dördüncü dalgasını yaşayacağımız sanki şimdiden belirlenmiş gibi. Sağlık konusunda emperyalist burjuvazinin borazanlığından başka bir şey yapmayan TTB, önceki aylarda dünyada kilitlenmenin salgına karşı bir fayda sağlamadığına dair onlarca veri ve tartışma varken hazırladığı raporlarda bunları hiç tartışmadan RTE/Saray rejiminin kilitlenme politikalarına ortam hazırladı. Şimdi de salgının aşılanmayla aşılacağını vaz ediyor. Çin’de, Vietnam’da, Demokratik Kore’de, Küba’da, İran’da görüldüğü üzere salgının üstesinden ancak toplumcu bir kontrolle ve bu kontrolü sağlayabilecek bir iktidar yapısıyla gelinebileceğini, yani Türkiye’de salgından kurtuluşun tek çaresinin halk devrimi-halk iktidarı olacağı gerçeğinin gizlemek adına salgınla mücadeleyi aşılamaya bağlıyor. Aşı üzerinden yaratılan umudun yeni bir dalgayla nasıl bir toplumsal çöküşe neden olacağını belki bunun propagandasını yapan TTB bilmiyordur ama salgını uluslararası sınıf mücadelesinin bir konusu olarak ele alanlar çok iyi biliyor ve ona göre yönetiyorlar.
İşte İsrail örneği… İsrail nüfusunun %55’i iki doz aşıyı da olmuş durumda ve son günlerde vaka artışları tırmanış göstermekte. Tam aşılı öğretmen ve subaylar arasında giderek artan sayıda vakaların görülmekte olduğu basında yer alıyor ve İsrail’de kısıtlamalara yeniden dönülüyor. BNT milyarderi Şahin, bizleri sonbaharda yaşanacak dördüncü dalgaya karşı şimdiden uyarıyor. Ve bir başka uyarı da Münih Güvenlik Konferansı’nın Rus muadili Moskova Güvenlik Konferansı’nda Rusya Güvenlik Konsey Sekreteri’nden geliyor. Patruşev, dünyada biyolojik silah kullanma eğiliminin yükselmekte olduğunu belirtiyor.
Özetle, salgına ek olarak, Donbass-Basra arasında kurulu kalkan duvarının tam ortasında yer alan Türkiye’nin sonbahardan, özellikle Almanya ve Rusya’daki seçimlerden sonra ciddi ve sert siyasal ve toplumsal kırılmalara uğraması ihtimal dahilindedir.
Bu coğrafyada stratejik konumlanması ve yüksek devrimci düzeyiyle Kürt Özgürlük Hareketinin bölge halkları ve proletaryaları açısından çok önde gelen bir öge olduğunu biliyoruz. Ne var ki, KÖH bugün ve NATO programları gereği görülebilir bir gelecekte de hala NATO destekli Türk sömürgeciliğinin ve Kürt işbirlikçiliğinin saldırıları altında bulunmaktadır, bulunacaktır. Bu durum Kürt devrim kurmaylığını, bütün bölge ve özellikle Türkiye siyasetini kendi özgün durumu itibariyle değerlendirmeye ve çözümlemeye zorlamaktadır. Metropol devrimine yönelik politik ve taktiksel bir daralmanın yaşandığı herkesce malumdur. Haziran kararları ve Devrimci Halk Savaşı belirlemelerine karşın siyasal alanlarda liberallerin “Ankara siyaseti” daha egemen bir etki gücü kazanmış durumdadır.
Bu konuda Umut’ta bir çevirisi yayınlanan Filistinli yazar Ramzy Baroud’un “Filistin, İsrail üzerine yanıltıcı dille hesaplaşma zamanı” başlıklı değerlendirmesi sadece Filistin devriminin verili süreçlerini anlamak açısından değil, ülkedeki birleşik devrimin ihtiyaçlarını kavramak açısından da devrimci militanlar tarafından çıkarsamalar yapılarak okunmalıdır.
Kürt Özgürlük Hareketinin dışardan sömürgecilikle, içerden Kürt işbirlikçileri ve liberallerle kuşatılması, daraltılması egemen ulus devrimcilerince elbette görmezden gelinemez. Bugün bu kuşatmayı kıracak metropollerde yeterli güç biriktirdiğimiz, gücü örgütleyebildiğimiz elbette söylenemez. Ama geçtiğimiz Şubat’a kıyasla bu gücü ve onun taktik çizgisini de ortaya çıkarmış durumdayız. Şimdi bu örgüt ve mücadele hattını hızla maddi bir güce dönüştürmekle yükümlüyüz.
Üzerine konuştuğumuz görülebilir gelecek itibariyle birleşik devrimin Kürt bileşkesi içinde bulunduğu varlık savaşı ve liberallerin siyasal etkisi nedeniyle bize, birleşik devrimin tekil hedefi olan TC egemenliğini alaşağı etme hazırlıklarında ve metropol devrimi faaliyetlerinde gereken ve kendilerinden beklenen katılımı en azından daha bir süre gösteremeyebilir. Birleşik devrimin metropol güçleri, bütün faaliyetleri itibariyle Newroz’lara 1 Mayıs katılımını sağlamakta sonuna kadar yükümlüyken 1 Mayıs’larda Newroz katılımının eksikliğini anlayış ve sabırla karşılayan bir planlama içinde olmalıdırlar. Örgütlenmenin bu öznelliklerini mücadelenin nesnellikleriyle harman eden programatik belirlemelere, metodik alan örgütlenmelerine, etkin propaganda araç ve yöntemlerine, belki katılımı ve kolektiviteyi güçlendiren konferanslarla hızla ulaşmanın yolları aranmalıdır.
Emperyalizm ve oligarşinin gündemlerimizi dolduran zirveleri, unutulmamalıdır ki, bize karşı, devrime, proletarya ve halklara karşı yeni saldırı hazırlıkları içindir. Bunlara karşı sadece ahkam kesmek yetmez. Olan bitenden anladığımızı karşı örgüt ve mücadele hatlarına çevirmeyi bilebilmeliyiz.
Görebildiğimiz kadarıyla oportunist düzen solcuları işin kolayını kendilerinde olmayanı ortama tavsiye etmekte buluyor; mücadele güçlerine cesaret öneriyorlar. Bu öneri karşısında onların korkaklıklarını yüzlerine vurmak için insan çok cesaretleniyor, doğrusu. Cesaret, bundan önceki değerlendirmemizde değindiğimiz gibi dışa vurumunu fedakarlık ve militanlıkta gösterdiği haliyle Türkiye devrimci hareketinin en tükenmez zenginliklerindendir. Devrimci hareket bütün tarihi boyunca en gözü pek atılganlıkları hayata geçirmekte hiç geri kalmadı. Bu yüzden belki çok ağır bedeller ödedi, ama asla cürette yetersiz kalmadı,korkuya teslim olmadı. Bugün de, Türkiye devrimci hareketinin siyasal sicilleriyle belgelenmiş haliyle en cüretkar yapılarının oluşturduğu Birleşik Devrim ve Mücadele Güçleri, düşmanın yıldırıcı hava saldırıları ve zorlu mücadele koşulları altında MSA’da, çetelerin zalimliği karşısında Rojava’da, işkence ve baskılara karşı zindanlarda, polis terörüne rağmen sokaklarda cesaretin maddi timsali olmaya devam ediyorlar. Ya oportunist düzen sürüngenleri?
Cesaret önermelerinde biraz samimi olsalar siyasal cesaretin, fedakarlık ve militanlığın adresi olarak Birleşik Mücadele’yi göstermeleri, onunla olabildiği kadarıyla hizaya girmeleri gerekmez mi? Onlar sadece öneriyorlar. Kime? Elbette düzen muhalefetine; CHP’ye… Bunlar biraz daha muhalif meşruiyeti genişletseler de oportunist düzen solu biraz daha soluklanma ve teslimiyeti örgütleme imkanı bulsa. Önerinin ederi budur. Ama hep söyledik; bunların zaten asli görevi halkın öfkesini zapturapt altında tutmaktır. Ölü gözünden yaş mı beklenir?! Bizim ise cesaret önermeye ihtiyacımız yok. Bizim bayraklarımız, sloganlarımız ve eylemimiz cesaret söylemidir. Bizim ihtiyacımız, geçtiğimiz günlerde Doğu Kudüs halkının siyonist işgale karşı yıllar sonrasında ayaklanmasından öğreneceğimiz gibi organik sınıf-kitle bağlarını geliştirmek ve devrimci zoru tırmandırmaktır. Oportunist üfürükçülerle değil, doğrudan devrim güçleriyle çoğalabilmek için gerçek yönelimlerle sahici politikalar üretmektir.
Emperyalizm ve oligarşi, merkezinde olduğumuz Donbass-Basra hattını hızla yeni taktikler ve yönelimlerle tahkim etmeye çalışırken bölge halklarının direnci bizlere önemli imkanlar da yaratacaktır. Emperyalist BOP sürecinin yasal çerçevesini belirleyen 2002 yetki kanunu geçctiğimiz günlerde Amerikan senatosunca kaldırıldı. Yani dar anlamıyla BOP sürecinden çıkış artık resmen belgelenmiş durumdadır.Bu, bölgesel güç dizilimi ve mevzilenmelerde ülkeyi doğrudan etkileyecek gelişmeler demektir. İzliyoruz; ülkenin bütün çevresinde emperyalizmi geriye püskürten gelişmeler yaşıyor.
Emperyalizmin Irak’taki güçlerinden sonra Suriye’deki güçleri de artık Direniş ekseninin ateşi altında. Emperyalist güçler Irak’tan kaçarken Suriye’ye tutulmakla kalmadılar, durumu kurtarmak üzere Biden’ın emriyle Haşd Şabi’ye yapılan saldırı ters tepti; ABD ile uyumlu çalışan ve Süleymani cinayetine dahili olduğu iddia edilen Kazımi yönetimiyle Irak’ta kurdukları denge de hızla tersine dönüyor. İşbirlikçi Hewler yönetimi tabiki Amerikan saldırısını destekliyor.
İran’da seçimler, küresel blokaja karşın, belki de bundan ötürü rejimin devrimci kanadının egemenliğiyle sonuçlandı. Gelecekte Hamaney’in yerini alması beklenen İbrahim Reisi cumhurbaşkanı seçildi. Seçimlere katılımın %49 civarında olması emperyalist medya tarafından seçimlerin geçersizliğine gerekçe kılınmaya çalışılsa da ülkede herhangi bir muhalif gösterinin olmayışı bunun tayin edici bir sonuç olduğunu gösteriyor. Politik analizciler, seçimlere katılımdaki düşüklüğü, Ruhani ve Zarifi tarafından temsil edilen batıcı, ılımlı muhalif kanadın zaten seçimlerin öncesinde etkisiz kılınmasına bağlıyorlar. İran’da seçimler nükleer anlaşmanın yenilenmesi açısından önem taşımakta. AB, anlaşmanın İbrahim Reisi’nin görevi devr almadan yapılması için süreci zorluyor ancak ABD, İsrail’in baskısıyla bu süreci ilerletemiyor ve bu arada İran’ın uranyum zenginleştirmesi kesintisiz devam ediyor. İran’la yapılan ilk anlaşma uranyumun %3.67 zenginleştirilmesine imkan tanırken İran yakınlarda uranyumu %60 oranında zenginleştirdiğini duyurdu.
Filistin’de ise işbirlikçi Filistin yönetimi ve Mahmut Abbas yoğun kitle eylemleriyle istifaya çağrılıyor. İsrail’in desteğiyle Filistin seçimlerini gene iptal eden Abbas 2005’den bu yana anglo siyonist işbirlikçilikle yönetime el koymuş durumdaydı. Mayıs ayında Filistin halkının İsrail’e karşı elde ettiği “Kudüs Kılıcı” zaferi Abbas’ın da sonunu getiriyor. “Kudüs Kılıcı” savaşında, İsrail topraklarının roketlerle etkin bir şekilde vurulması Doğu Kudüs halkının da siyonist işgale karşı ayaklanmasına yol açmış ve gelişmeler karşısında Netanyahu koşulsuz ateşkes yapmak zorunda kalmıştı. Bu devrimci hava karşısında Abbas yönetimi muhalefeti geniş tutuklamalarla baskılarken en son muhalif bir gazeteciyi evinde gözaltına alırken işkenceyle katletti. Şimdi Filistin halkı daha da fazla Abbas’ın tasfiyesi için eylemde ve basın Abbas’ın son Fetih yönetimine katılmadığını yazıyor.
Kalkan Duvarı’nın güney ucu böyleyken kuzey ucunda, Karadeniz’de ise 14’ü; Brezilya, Japonya, Körfez ülkeleri gibi NATO dışından, 32 ülkenin katılımı ve Ukrayna’nın ev sahipliğinde bir NATO tatbikatı düzenleniyor. Rusya da karşıt olarak füze denemeleri yapacak. Bu tatbikat, geçtiğimiz NATO zirvesinin sonuç bildirgesinde Rusya’nın düşman olarak 63 kez anılmasına bağlı olarak doğrudan resmi olarak Rusya’ya karşı yapılıyor.
Bununla birlikte bu tatbikatın Transatlantik ittifakın Amerikan kanadına ait bir örgütlenme olduğunu, tatbikat öncesinde Macron ve Merkel’in AB ile Rusya arasında bir zirve önerisinde bulunmasından ve bu önerinin özellikle Amerikan vassalı durumundaki Baltık ülkelerinin zorlamasıyla AB zirvesinde reddedilmesinden anlayabiliyoruz.
Daha ötesi, keza tatbikat öncesinde bir İngiliz fırkateyninin Rus karasuları içine girerek Rusya’yı provokasyona zorlamasının tasarlanmış bir plan olduğu Londra’da bir otobüs durağına bırakılan ıslak imzalı bir dosyayla açığa çıkmış durumda. Bojo; tam da bir köpeğe yakışacak bu isim, Blair’in Bush’un finosu ilan edilmesinden sonra Amerikan sadakati itibariyle Boris Johnson için kullanılıyor ve Bojo ve İngiliz hükümeti, Skripal tiyatrosundan sonra bir kez daha kendi tuzağına kendisi düşüyor. Dolayısıyla, tatbikat öncesinde Rus dışişlerince benzer durumlara karşı yapılan “vururuz” uyarısı artık daha da tehdit edici bir nitelik kazanmış durumda. Dolayısıyla tatbikatın emperyalist yayılmacılık açısından sinir bozuculuğu bir yana askeri olarak tehdit ediciliğinin üstü önemli ölçüde çizilmiş sayılabilir.
Ancak daha önemlisi, NATO Karadeniz’de bu gövde gösterisine yekinirken, Çin Komünist Partisi’ne bağlı bir alt organ olarak çalışan Global Times’ın 29 Haziran tarihli haberine göre Xi ve Putin, Rusya ve Çin arasında daha önce 2001 yılında imzalanmış olan “iyi komşuluk ve dostça işbirliği anlaşması”nı bir kez daha uzattılar. Xi anlaşmayı, “Çin ve Rusya, dünya bir çalkantı dönemine girerken ve insani gelişim çoklu krizlerle karşı karşıyayken uluslararası topluma pozitif bir enerji enjekte etti ve yakın işbirlikleri üzerinden uluslararası ilişkilerin yeni bir örneğini oluşturdular” sözleriyle duyururken, bu enjeksiyon emperyalist batıda dondurucu bir şok etkisi yaratmış olmalı ki gelişme hala ana akım medya tarafından neredeyse görülmemiş durumda.
Ve Çin Komünist Partisi 100’üncü yaşında!..
29 Haziran 2021