Amerika’nın Afganistan’dan kaçarcasına çekilmesi, mevcut işbirlikçi iktidarın kaçması ve İslamcı gerici bir hareket olan Taliban’ın bir anda neredeyse ülkenin tamamında egemenlik kurması bütün dünya gündemini oluşturdu.
Bundan önce, gene yakın tarih içinde Afganistan Sovyet birliklerinin işgali ve geri çekilmesiyle önemli bir dünya gündemi oluşturmuştu çünkü; 1989 yılında olan Sovyet çekilişinin hemen ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü gelmişti.
1979’da Sovyetler Birliği’nin kendisine destek veren hükümetler eliyle yaptığı müdahale, CIA’nın Pakistan’daki Peştun halkı içindeki örgütlenmesiyle, İslamcı bir ideoloji etrafında mücahit örgütlenmesine ve direnişine yol açmıştı. Aslında Sovyet müdahalesi, daha sonraki kimi röportajlarında açıkça ifade ettiği gibi, Amerikan başkanı Carter’a Brzezinski’nin önerdiği bir proje sonucunda gerçekleşmişti. Pakistan’daki Peştun, nüfus ve göçmenler arasında yapılan örgütlenme Sovyetlerin müdahalesine yol açacaktı ve öyle de oldu. Brzezinski, daha sonraki süreçte bu operasyonun dünyaya radikal bir gerici tehdit ürettiği yolunda yapılan eleştirileri saçma ve aptalca bulduğunu söyleyerek, kendi politikasından asla pişmanlık duymadığını aksine Sovyetlere bir “Vietnam Savaşı” hediye eden bu projenin “harika bir fikir” olduğunu şu sözlerle savunmuştu: “Dünya tarihi için çok önemli olan nedir? Taliban mı yoksa Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşü mü? Ortalığı karıştıran Müslümanlar mı yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaş’ın sonu mu?”
Çin de, o dönem uluslararası politik perspektif olarak savunduğu gerici üç dünya teorisi ile daha Başkan Mao zamanında Amerika’yla kurulan yakın ilişki ve ittifakı gereği, bu gerici örgütlenmeye önemli lojistik imkanlar sağlamaktaydı. Çin, Leninizme bulaşmış bir konfüçyanist bakışla kendisini tehdit ettiğini düşündüğü Sovyetler Birliği’ne karşı dünyanın her yerinde Amerikan ittifaklarına ve saldırı politikalarına destek vermekteydi. Örneğin; İspanya’da faşist Franco rejimine, Şili’de Pinochet darbesine de aynı perspektif itibariyle açık desteğini göstermişti.
Bununla birlikte, Sovyetlerin Afganistan yenilgisi sadece askeri yetersizliklerle açıklanamazdı. Aynı zamanda kentli modernist halka ve bu zemindeki yönetici sınıflara dayanan egemenlik projelerinin kapitalist olmayan yoldan kalkınma gibi ekonomik ve sosyal süreçlerle tahkim edilemeyeceği de görülmüştü. Sovyetlerin Afganistan’daki yenilgisi, Sovyet çöküşü sonrasındaki Rusya politikalarında oldukça belirleyici oldu. Birinci olarak duvar yıkıldıktan sonra bütün Orta Doğu’dan hızla geri çekilerek oradaki projelerin iflasını kabul etti ve sahayı büyük çapta emperyalizme terk etti. Ama ardından, emperyalist kuşatmanın kendi varlığını hedef aldığını gören nomenklatura denilen Rus devlet sınıfları ve onun zor araçları üzerindeki hakimiyetiyle özgün bir kolu olarak Sloviki’nin 90’ların sonundan itibaren gelişen müdahalesi geldi. Bugün özellikle Suriye’de yaşandığı haliyle Rusya’nın bütün yerel dengeleri esas alan ve askeri politikayı dar ve sabırlı bir süreçte geliştiren yönelimindeki başarısı Afganistan yenilgisinin kazandırmış olduğu bir deneyim olarak görülmelidir.
Konu Afganistan’da yaşanan Amerikan çekilmesiyken Sovyet deneyimi üzerine bir miktar hatırlatma yapmak, aslında askeri süreçler ötesinde emperyalizmin doğulu geri halkları kendi merkezi pazarına eklemleme sorunlarının bir başka tezahürü olması nedeniyledir.
Emperyalizm, geri toplumsal formasyonları kendi kanserleşmiş tekelci yeniden üretim süreçlerine sadece yukarıdan askeri zorla, bir tür sömürgecilik üzerinden eklemleyebileceği için bütün bu ilişkiler içinde halkların antiemperyalizmini kışkırtan bir dirençle karşılaşmaktan kaçınamamaktadır. Sovyetlerin Afganistan yenilgisi de keza eklemlenmeyi askeri bir süreç olarak ele almaktan kaynaklı oldu. Geçtiğimiz bir kaç gün içinde Merkel’in Rusya’yı ziyareti nedeniyle yapılan basın açıklamasında Putin, doğrudan Afganistan konusu üzerinden çıkartılan bu sonuçları bir basın konferansının taşıyabileceği içerikte böylece aktarıyordu.
Sovyetlerin Afganistan hezimeti, çıkartılan sonuç itibariyle bugün Suriye’de kendileri açısından bir başarıya yol vermekteyse de Amerika, örneğin Vietnam yenilgisini bir fotokopi gibi yaşamaktan alıkoyamamıştır, çünkü finans kapitalizmin, hele ki günümüzdeki gibi derin bunalım koşullarında geri ekonomik yapılar ve toplumsal formasyonlar üzerinde askeri zoru esas almayan bir egemenlik koşulu mümkün değildir. Bu nedenle ABD emperyalizmi, bugün Irak’tan aynı basınçla dışarı püskürtülmektedir ve keza aynı süreç artık Suriye’de de yaşanmaya başlamış görünmektedir.
Amerikan emperyalizminin ikinci bir Vietnam’ı olarak yaşanan Afganistan savaşında mücahit direnişi, Sovyet geri çekilişinin ardından 1994 yılında Taliban örgütlenmesine dönüştü. 96 yılında Kabil, Taliban’ın kontrolüne girdi. Bush iktidarıyla BOP projesinin “genişletilmiş” versiyonu içinde uygulanmaya başlaması, 11 Eylül 2001’de New York’taki “ikiz kuleler”in imhasıyla yeniden gündeme geldi. Amerikan güçleri çekilene kadar 20 yıllık bir dönem içinde Afganistan’da doğrudan bir Amerikan işgali mevcuttu.
Amerikan emperyalizminin bütün siyasal ve lojistik ağırlıklarını terk ederek Afganistan’dan çekilmesi özellikle emperyalist egemenlikli “tarihin sonu” felsefesine kendilerini inandırmış olan liberaller ve sol liberaller arasında da büyük bir şaşkınlık yarattı. Genel olarak yaygın anlayış Amerika’nın Taliban tarafından ülkeden püskürtüldüğü üzerineyken, Amerika’ya böyle bir sonu yakıştıramayan liberaller ve liberal solcular gelişmelerin bir Amerikan taktiği olduğunu ileri sürüyorlardı.
Oysa Amerika’nın böyle bir darboğaza girdiği, zaten Trump’ı iktidara getiren temel propagandalardan biriydi. Çökmekte olan Amerika’yı yeniden “muhteşem” yapmak için bir geri çekilmeye ihtiyacı olduğunu Trump, bitmeyen savaşları bitirmek söylemiyle dile getirerek iktidara gelmişti. İktidarı döneminde neocon basınç gereği bu konuda esasa yönelik bir gelişme sağlayamadıysa da konuyu diplomatik süreçlerde hep canlı tuttu. Afganistan’daki Amerikan çekilmesi de, Biden’dan önce Trump’ın, Katar Doha’da Taliban yöneticileriyle yaptığı bir anlaşma ile zaten karar bağlanmıştı. 2020 Şubatı’nda yapılan bu anlaşmaya göre Amerika Mayıs 2021’e kadar Afganistan’dan çekilecekti.
Afganistan, her ne kadar Amerikan emperyalizminin doğrudan askeri varlığı üzerinden konuşula geldiyse de aslında bir NATO operasyonuydu. Bu nedenle Biden’ın iktidara gelmekte olduğu süreçte Avrupa finanskapitalizmi özellikle Almanya, Afganistan’dan çekilmenin yanlış olacağını, oradaki statünün güçlendirilmesi için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ediyordu.
Almanya’nın Afganistan ısrarı elbette, Avrasya pazarlarındaki rekabet açısından bölgenin merkezinde konumlanan bir jeopolitik avantajı kullanmak isteğinden kaynaklanmaktaydı. Afganistan egemenliği, tıpkı Ukrayna gibi Rusya’yı, ama Avrupa’ya uzak bir yerden sıkıştırmanın imkanını sağlayacaktı. Ayrıca, dünya kapitalizminin en büyük rekabet gücü Çin üretiminin doğrudan denize inmesini, Kemer-Yol projesini geliştirmesinin önünü kesecekti. Ve elbette, bir de yüksek teknolojik üretimin temel hammaddesi olan nadir toprak elementlerinde Çin’in doğal kaynaklar üzerinden sahip olduğu tekeli de kırmak mümkün olabilecekti. Bugün itibariyle Çin, küresel nadir toprak elementlerinin %36’sına sahip. Amerika’da ise %1.2’lik bir potansiyel var. Bu doğal imkandan dolayı dünya pazarındaki nadir toprak elementleri üretiminin %80’i Çin tarafından gerçekleştiriliyor. Nadir toprak metalleri itibariyle zengin Çin coğrafyası Afganistan’a uzanıyor. Afganistan’ın bugün 1-3 trilyon dolar arası bir rezerve sahip olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla gelecek dönemin üretiminde hakimiyeti Taliban’la paylaşmak zorunda kalmak ve doğu pazarları üzerindeki pozisyon kaybı Avrupa burjuvazisinin hiç de hoş karşıladığı bir gelişme olmadı. Merkel huzursuzca “sorumluluğun Amerika’ya ait olduğu”nu ve uluslararası emperyalizmin ihtiyaçları itibariyle değil, “iç siyasal nedenler”le bu kararı aldığını söyledi. Ardından Bush’un finosu Blair, Afganistan’dan çekilmenin gereği olmadığını, 18 aydır NATO askerinin ölmediğini söyledi.
Yani, Amerikan başkan yardımcısı Kamala Harris’in, tam da Vietnam yenilgisiyle analojiler kurulduğu bir anda Vietnam’ı ziyarete kalkması imparatorluğun yenilgisini perdelemeye yetmiyor. Amerikan emperyalizminin çekilmesinde bir “taktik” gerekçe aranacaksa, bu gerekçe ancak uluslararası emperyalizmin kendi iç çelişkilerinde ve Amerika’nın kendi iç gerilimlerinde bulunabilecektir. Trump’ın yeniden sesini yükseltmeye başlaması, Biden’a desteğin %50’lerin altına düşmüş olması bu gerilimlerin artarak süreceğinin işareti olarak kabul edilmelidir.
Amerika’nın Afganistan çekilmesi sırasında ortaya çıkan görüntülerle 1975’teki Vietnam yenilgisiyle neredeyse aynı fotoğraf karelerini oluşturması, daha yakın zamana kadar İmparatorluk edebiyatı yapılan Amerikan emperyalizminin içinde bulunduğu çöküş sürecine dair tartışmaları iyice güçlendirdi.
Her ne kadar Amerika’nın BOP’la uygulamaya soktuğu taktik hamle, içinde bulunduğu çöküş sürecini, Doğu pazarlarına doğru genişleme ve kontrol kurma yoluyla bir yeniden yapılanmaya dönüştürmek olsa da bu süreç büyük bir başarısızlıkla neticelendi.
Amerikan çöküşü, 2008, 2020 krizlerinde, Kongre binası baskınında son derece net olarak görüldü. Amerikan yüzyılı yaratmak için girilen savaş konjonktürünün sonuçları da son derece somut bir şekilde ortada. 2000 yılında Amerikan borcu 4 trilyon dolarken, bu borç 2008’de 8 trilyona, 2016’da 17 trilyona, 2019’da 21 trilyona yükseldi. Salgın sonrası genişletilmiş para politikaları itibariyle bu borcun 28 trilyon olduğu hesaplanıyor. Bütün dünya ekonomisi doların bu gidişinin bir çöküşle neticeleneceği konusundaki kanaati ülkeleri dedolarizasyona, rezervlerindeki dolar miktarını azaltmaya yönlendiriyor. Örneğin Rusya, henüz Biden’la görüşme yapılmadan, dolar rezervlerini sıfırlayacaklarını Maliye Bakanı Siluanov’un ağzından açıkladı. 119 milyar dolar karşılığındaki mevcut rezervin yaklaşık üçte birini (41.5 milyar) bulan doların sıfırlanması sonrasında %40 euro,%30 yuan, % 20 altın, %10 yen, sterlin vb’ye transfer edilecek, Rusya’da. Bloomberg (31 Mart 2021), küresel rezerv olarak doların hala %59 gibi çok büyük bir değer oluşturmasına karşın 1995’ten bu yana en düşük miktara gerilediğini, yerine euro, %20.5’ ten 21.2’ye ve yuan’ın 290 milyar dolarlık bir hacimle, %2.1’den 2.3’e yükseldiğini yazdı. Çin geçtiğimiz yıl 88 milyar dolar azalttığı dolar cinsi rezervini, bu yılın ocak ayında 5 milyar dolar daha azalttığı basında yer aldı. Çin, bir taraftan yuan’ı uluslararası rezerv haline getirirken diğer taraftan yüksek miktarda altın alımını sürdürüyor.
Ve bütün bu mali gerilemelere karşın uluslararası finans kapitalizmin, 2008 kriziyle başlayan ve salgın nedeniyle katlayarak ilerleyen genişleyen para politikası (QE, quantitative easing), diğer finans kapitalizm odakları tarafından, örneğin Almanya tarafından eleştirilmesine rağmen değiştirilmiyor. Amerikan merkez bankası FED, Temmuz snobu planlamasında faizi gene düşük (0.00-0.25) tuttu. Bu yaklaşım, reel sermaye değeri üzerinden küresel ekonomide bir denge arayışında olan uluslararası finans kapitale büyük bir yük bindirmesine karşın iç ekonomiyi ayakta tutmak için Amerikan finans kapitalinin başka şansının kalmadığını gösteriyor. Amerika’nın, yukarıda aktardığımız 28 trilyon dolarlık borçlanma trendine bağlı olarak 2001’den bu yana savaşa 7 trilyon dolar harcadığı biliniyor. Bu miktara, savaş harcaması nedeniyle vergiden muaf tutulan ticari kalemlerin getirisi olabilecek 15 trilyon dolar eklendiğinde Amerikan dış borcuna neredeyse denk 22 trilyonluk bir miktar ortaya çıkıyor. Bütün bu harcama içinde Afganistan’ın 2 trilyonluk bir harcamaya yol açtığı yazılıyor, basında.
Sonuç; Afganistan’da beklenti ve verilen vaatlere karşın Amerikan varlığının sürdürülememesi Amerikan emperyalizminin içinde bulunduğu krizle alakalıdır. Bunun “taktik” kısmı, sadece bu zararı hafifletecek kimi önlemlerden öteye gitmemektedir. Örneğin; Taliban’ın Afgan emiri yapmaya hazırlandığı molla Abdülgani Baradar’ın, gene Trump’ın çabasıyla tutuklu bulunduğu Pakistan’da serbest bırakılması böyle bir gelişmeye yönelik bir tedbir olduğu açıktır. Keza, örneğin salt dünyadaki en büyük askeri üslerden biri olan Bagram üssünde bırakılan silah ve lojistiğin 20 kadar gerici örgütün Rusya, İran ve Çin’e karşı saldırılarında kullanılması için bırakılmış olduğu da kolayca görülebilmektedir. Ancak bütün bunlar çekilmenin kaçınılmazlığının arkasındaki gerçekleri perdeleyemez. Biden’ın, “Amerika geri dönüyor” diye müttefiklerine güven vererek hegemonyal statüyü sürdürme kararlılığı resmi olarak kabul edilmiş en az 20 bin sivil ölümüyle birlikte 170 bin ölü ve 10 milyon göçle Afganistan’da bir hezimete dönmüş durumdadır.
Burada bu sonuç itibariyle Taliban’a anti emperyalist bir niteleme yapmanın anlamsızlığına da kısaca değinebiliriz. Anti emperyalizm, arkasındaki sınıfsal-sosyal varlığa denk düşen bir ideolojik-politik tutumdur. Kuruluşundan itibaren bilinmektedir ki Taliban’ın hiçbir koşulda böyle bir şekillenmesi yoktur. Emperyalist kapitalizmin ilk neoliberal saldırı dönemi liderlerinden Reagan, sonradan Taliban’a kadar evrilecek sürecin resmi açılışını ta 1983 yılında Oval ofiste “Afgan halkıyla buluşma” etiketiyle yapmıştır. Taliban, geri ülkelerdeki bütün köylü isyanlarında olduğu gibi Orta çağ köylülüğünün anarşistçe içinde bulunduğu çelişkilere başkaldırışına yaslanmaktadır. Ancak bu başkaldırışın ideolojik ve siyasal içeriği ve elbette lojistiği emperyalizm tarafından karşılandığında buna tavır alacak hiç bir siyasal ve ideolojik arka plana sahip değildi. Afgan köylülüğü kendi sosyal varlığını korumak gibi geri bir siyasal yönelimi ancak gerici bir ideolojik yapı altında sürdürebilirdi ve yaşanan da budur, zaten. Benzer durumlarda halk hareketinin daha devrimci yönelimlere girebildiğini biliyoruz, ama Afganistan örneği bu olumlu parantezde ne yazık ki yer almıyor. Ancak açıktır ki; önümüzdeki süreçte Afganistan’daki gerici siyasallığın kendi ülkelerine yansımaması için İran, Rusya ve Çin’in alacağı sınır tedbirleri ve bir şekilde sürdürülebilecek “komşuluk” ilişkileri dahilinde bu sürecin daha sosyal kurtuluşçu kimi siyasal akımlara da yer vermesi söz konusu olabilecektir. Şimdiki ılımlı görünme çabasının tutmayacağı Şii katliamları, ev ev sürek avının kovalanmasından bellidir. Bu durumun içerideki çatışmayı ve 79’dan beri sürdürülen modernleşme arayışlarını canlandırması mümkün olabilir.
Amerika’nın Afganistan başarısızlığının bölge ve dünya politikalarında da elbette yansımaları olacaktır. Örneğin; Rojava’daki Amerikan varlığında hala güvence arama fikri, bazı mandacılar dışında artık geçerliğini yitirmeye başlamış görünmektedir. Esad’ın yerel yönetim söylemi üzerine rejim ve Rusya’yla ilişkiler belli bir çözüme doğru yönlenmeye başlamış görünmektedir. Keza Afrin’de işgalci Türk çetelerine yönelik ciddi darbelerin rejim ve özerk yönetim güçlerinin ortak çalışması eseri olduğu yerel kaynaklarca ifade edilebilmektedir.
Keza, küresel bağlamda da benzer etkiler görülebilir durumdadır. Örneğin; Almanya’da, Eylül ayında yapılacak seçimlerde, bugüne kadar hiçbir siyasal ağırlık gösteremeyen sosyal demokratların birden bire başbakanlıkta ve parlamento ağırlığında öne fırlamaları olasıdır ki salt Alman kamuoyunun değil Alman büyük burjuvazisinin de Amerika’ya karşı güvensizliğini yansıtmaktadır. Önümüzdeki ay yapılacak Almaya seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti’nin, Merkel’in iktidar partisiyle oylarını %22’de eşitlediğini son kamuoyu yoklamaları söylüyor. Daha öte, sosyal demokrat başbakan adayı Scholz (%36) desteğini artırırken CDU adayı Lachet (%20) ve Yeşiller adayı ve Amerikan muhibbi Baerbock (%16) hızla oy kaybetmeye devam ediyorlar. Eğer bu durum seçimlerde de böyle sonuçlanırsa Alman-Rus politikaları başta olmak üzere küresel politik dengelerde önemli kaymaların yaşanacağı da tahmin edilebilir. Kimi analizciler, Merkel’in son Rusya ziyaretindeki eleştirilerine karşın Navalny öncesi dengelere doğru bir yoklamanın varlığından söz ediyorlar. İzleyerek göreceğiz ama şurası bir somutluktur ki uluslararası emperyalizm “büyük sıfırlama” vb. gibi yönelimlerle yeni çıkış aranırken Amerikan finans kapitalizmini ayakta tutabilmek için oldukça zorlandığının farkında ve bu nedenle dünyanın gelişen pazarları olarak Doğu pazarlarına doğru doğrudan kendi ilişkilerini yenilemeye yöneliyor. Örneğin; bütün Amerikan basıncına ve yaptırım tehdidine karşı Kuzey Akımı 2 doğal gaz hattı neredeyse bitmek üzere. Kasım ayında işlerlik kazanacağı ifade ediliyor.
Afganistan süreci bütün çevre, bölge ve küresel etkilerinin yanı sıra elbette doğrudan Türkiye’nin de gündemi oldu. Amerika başta olmak üzere tüm NATO gücünün ülkeden çekilme süreci konuşulmaya başladığında siyasal hayatını ancak emperyalistlere en derin hizmeti sunarak uzatabileceğini bilen RTE, derhal Kabil havaalanının güvenliği görevine aday olmuştu. Ancak Taliban’ın tepkisi ve Amerika’nın apar topar kaçma ihtiyacı konunun sistematik şekilde ele alınışını engelledi. Bildiğimiz gelişmelerin tamamlanmasından sonra Alman Dışişleri Bakanı Maas, aynı konuyu yeniden ısıtmaya yöneldi. Tahliye amaçlı çizilen çerçevede Taliban, ABD ve TC ile görüşmekte olduklarını açıkladı. Maas’ın Afganistan konusunda NATO’yu ve uluslararası emperyalizmi merkezine koyarak “yanlış değerlendirdik” diye bir özeleştirel yaklaşım içine girmesini yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere uluslararası emperyalizmin, Afganistan’daki varlık gerekçelerini bir araya getirdiğimizde konunun sadece tahliyelerle sınırlı kalması biraz zor görünmektedir. Keza Türkiye’ye mülteci kimliğinde gelen Afganların sivil vatandaş gözündeki “askeri” tarzı, Türkiye’nin çete eğitimi için bir tür Ürdün sınırındaki El Tanf kampı işlevine aday olabileceği hissedilir bir durumdur. Bu çete güçleriyle doğrudan İran’a müdahale imkanı emperyalizmin İran politikası gereği son derece mümkün görünmektedir.
Böyle bir planlamanın, İran’dan önce Kürt özgürlük güçlerinin dağ yapısını hedef alacağı da oldukça açıktır. Bir ihtimal olarak uzun zamandır gündemde olan ve Kürt özgürlük hareketinin siyasal esasını liberallere doğru kaydıran, KDP işbirliği ile tahkim edilen bir politik çerçeve, önümüzdeki dönemde daha da pratik olarak devreye sokulabilir. Kürt özgürlük hareketi, İran meselesindeki açıklamalarıyla bu konuda oldukça duyarlı olduğunu ifade ediyor olsa bile bu duyarlığı doğrudan TC iktidarını hedef alan, metropolleri de kapsayan bir devrimci savaş haline ilerletemediği sürece gündemin kuşatmalarıyla oldukça hırpalanacaktır. Son günlerde kamuya sunulan anketler, Kürt halkının liberal politikalardan daha ileri politikalara yönelik ciddi bir mesafe içinde olduğunu göstermektedir. Kürt halkının %22 civarında İslami çözüme bile yatkın olduğunu saptayan Metropol anketinin bulgusu sadece kendine ait değildir. Bundan önceki başka saha çalışmalarında RTE’nin cumhurbaşkanlığını olumlayan oldukça yüksek bir kitle tabanının varlığı da ortaya konulmuştu. Kürt özgürleşmesinin ideolojik ve siyasal esnekliği net bir ulusal ve sosyal kurtuluş çizgisi gösteremediği sürece küresel çelişkilerin sahaya yansımasına ister istemez boş alanlar bırakmaktadır. Önümüzdeki yakın dönemde bu tür gelişmelere şahit olmamız mümkündür.
Oysa Türkiye bütün ekonomik ve siyasal düzeylerde günden güne derinleşen bir krizin içinde yuvarlanmaktadır. Gazeteler ülkedeki gıda enflasyonunun en az %25 olduğunu yazıyor. Ekmeğin önümüzdeki günlerde fiyatının 4 liraya kadar çıkacağını daha önceki değerlendirmelerimizde de işlemiştik. Bu değerlendirmelerde sonbahar kısmen ileri bir tarih olarak ifade ediliyordu ama işte artık sonbahara girmek üzeriyiz ve ülkenin kısa vadeli borcu Merkez Bankası’nın bütün hileli hesaplarına karşın 120 milyar dolardan aşağıya çekilemiyor. Kimi analizciler bunu 174 milyar olarak ifade ediyorlar.
Saray iktidarının paraya aşırı düzeyde sıkışmış olduğunu RTE’nin Afganistan meselesiyle ilgili olarak çalmadık hiç bir kapı bırakmamasından anlaşılmaktadır. İngiliz dışişleri, Türkiye’nin mülteci merkezi olacağını açıkladı bile. Ve muhtemeldir ki, kuyruğu nakit paraya sıkışınca, bu parayı alabilme ihtimali RTE ve Saray rejimini yeni bir S400 ticaretine daha kapı açmaya mecbur bırakmakta olduğu yönündeki haberler ortada gezinmeye başladı. Ancak ne Kabil havaalanı bekçiliği, ne mülteci simsarlığı RTE önderlikli faşist bloku rahat ettirmeye yetmez. Asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı ve 15 milyon işçinin yarısının açlık sınırı altında yaşadığı, yangınların sellerin öfkeyi iyice yükselttiği bir toplumda, ne herhangi bir iktidar ne de hakim bir sınıf kendini halkın devrim tehdidinden uzakta hissedemez. Emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu çözümsüz kriz itibariyle Afganistan’da olduğu üzere en geri emperyalist ittifaklar dahi emperyalizmin ömrünü kısaltan çelişki ve çatışmayı üretirken, proletaryanın ve emekçi halkların öfkesini bir şekilde açığa çıkartacak bir ajit-prop örgütlenme hattının hala kendini öne çıkaramamış olması devrimci inisiyatif açısından olumsuz bir veri olarak ele alınmalıdır.
Ve bütün bunların yanı sıra artık salgın ve aşı gerçekleri üstü örtülemeyecek şekilde düzenin itibarlı kurumları tarafından, örneğin Oxford Üniversitesi laboratuvarlarından yapılan açıklamalarla ortaya dökülürken Saray rejiminin okulları istediğince açıp kapatmasına yol verecek kertede salgını devrimci bir gerekçe haline getirememek keza devrimci ideoloji ve siyaset açısından olumsuz bir veri olarak ele alınmalıdır.
Uygun birleşik devrim model ve stratejilerini uygun devrim koşullarında devrime doğru geliştirip yöneltemeyen öncü, 13 Eylül sabahı Türkiye devrimci hareketinin ya da öz yönetim direnişleri sırasında ve sonrasında Kürt devriminin yaşadığı gibi halkın devrimci eleştirisinin muhatabı olmaktan kurtulamaz.