Filistinli tutsakların İsrail’in yüksek güvenlikli hapishanesinden bir özgürlük eylemiyle kaçması, dünyanın farklı parçalarında kendi hissettirmeye başlayan yeni devrimci direniş dalgasının bileşenidir. Siyonist saldırganlığa karşı Mayıs ayında yükselen Filistin halk direnişi, bu özgürlük eylemiyle taçlanmıştır. Siyonist işgalci, hapishanelerde ve Filistin sokaklarında zulmü arttırarak eyleme yanıt vermeye çalıştı ancak ajanslara akan haberler Batı Şeria’da ve Kudüs’te işgal güçleriyle çatışan Filistinlilerin görüntüleriyle dolu.
Batı Şeria ve Kudüs’te birçok farklı noktada özgürlük eylemini selamlamak için sokakları dolduran Filistinliler İsrail askerleriyle çatışırken, bazı çatışmalarda göstericilerin İsrail askerlerine silahlarla karşılık verdiği görülüyordu. Bu görüntüler, Filistin halkının kararlılık düzeyinin bir göstergesi olduğu gibi, devrimci direniş eğiliminin aldığı biçimlerde yeni bir sıçramaya işaret ediyor. İşbirlikçi Filistin liderliğinin çürütücü etkisinden çıkış Filistin halkının kurtuluşunun önkoşuludur ve devrimci direniş eğiliminin güçlenmesi bunun gerçekleşmesinin koşullarının varlığını açık biçimde göstermiştir.
Amerika çekildi ve Taliban iktidarı karşısında kadınları buldu. Kadınlar Afganistan’da Taliban iktidarına boyun eğmeyeceklerini sokakta haykırıyor. Biden, Afganistan’dan çekilme kararını savunduğu konuşmasında, rakipleri Çin’le daha fazla meşgul olabilmek için bu tür yüklerden kurtulmaları gerektiği anlamına gelen sözler sarf etti. Afganistan pratiği, ABD’nin değişik bölgelerdeki müttefikleri üzerinde olumsuz bir etki yarattı. Bu nedenle, ABD Dışişleri Bakanı ve ABD Savunma Bakanı Avrupa’dan Ortadoğu’ya uzanan ziyaretler gerçekleştirdi. Hedefleri, tedirgin olan müttefiklerine güven tazelemekti.
ABD’nin Irak’tan çekilme programı belirsizliklerini korumaya devam ediyor. ABD olası bir çekilmede doğacak boşluğu doldurmak üzere İran karşıtı bir Ortadoğu NATO’su oluşturma yolunda girişimlerde bulunmuştu ancak bölgedeki müttefikleri arasında var olan çelişkiler bu oluşumun hızlı yol almasına izin vermedi. ABD’nin Çin’le meşguliyetini genişletmek için Ortadoğu NATO’sunu oluşturması bir zorunluluk. Hayatın akışı ise Çin’in toplam petrol ithalatının ciddi bir kısmını Ortadoğu NATO’sunun merkezi figürlerinden Suudi Arabistan’dan temin ettiğini gösteriyor. Almanya’nın Kuzey Akım’daki ısrarı ve ABD’yi kabul noktasına getirmesi ABD’nin müttefiklerini ikna için daha fazla “özendirici”ye gereksinim duyduğunu gözler önüne serdi.
Müttefikleri tedirgin eden bir başka gelişme, Lübnan’da yaşanan derin ekonomik bunalımda Hizbullah’ın aldığı inisiyatif karşısında ABD’nin ürettiği “çözüm” oldu. Hizbullah Lübnan’da finansal çöküş, yakıt kıtlığı ve buna bağlı olarak gelişen elektrik kesintilerine bir çare olarak, İran’dan Lübnan para birimiyle petrol satın alma yönünde bir hamle geliştirdi. Hizbullah tüm tehditlere rağmen sağlam bir duruş sergiledi ve Hasan Nasrallah, İran’dan gelen petrol tankerlerine yönelik herhangi bir saldırıya İsrail ekonomik hedeflerine yönelik bir saldırıyla hemen karşılık vereceklerini açıkladı. ABD’nin buna karşılık olarak Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması seçeneğine yatması, ABD’nin “ağır eli”nin harekete geçmesini bekleyen müttefiklerde tedirginliği arttırdı.
Batı basınında, Afganistan hakkındaki değerlendirmelerde öne çıkan ögelerden biri, Çin’in çevresinde oluşan “istikrarsızlık kaynağı devletler” idi. Afganistan, Mynmar ve Kuzey Kore’ye yapılan göndermelerle, Çin’in önümüzdeki dönem bu devletlere ciddi enerji harcaması gerekeceğinin altı çiziliyordu. ABD Genel Kurmay Başkanı, Afganistan’la ilgili bir soruya verdiği yanıtta bu değerlendirmelere paralel olarak, Afganistan’da bir iç savaş ve terörizm, bunlara bağlı olarak daha fazla ABD hava saldırısı beklediğini söyledi. Çin’i kuşatması umulan istikrarsızlık kaynakları bu sözlerle daha belirginleşti.
ABD’nin Çin’e yoğunlaşma arzusu, doğacak boşlukları doldurmayı hedefleyen aktörleri hareketlendiriyor. Fransa Devlet Başkanı Macron’un Irak ve Kürdistan ziyaretleri bu kapsamda gerçekleşti. Macron, ABD çekilse dahi kendilerinin Irak’ta kalacağını deklare etti. Macron’un ziyaretinden kısa bir süre sonra, Fransız enerji tekeli Total’in Irak hükümetiyle 35 milyar dolarlık bir petrol anlaşması imzaladığı duyuruldu. Finans-kapital devlet iç içe geçmişliğinin çarpıcı bir göstergesi olan bu anlaşma, Fransa devlet başkanlığının nerede başlayıp Total memurluğunun nerede bittiğinin artık bilinemez olduğuna işaret ediyordu. Sağcısı solcusu fark etmiyor, burjuva düzenin politikacıları esas olarak sadık finans-kapital hizmetkarları olarak var oluyor. Liberal Macron’dan önce aynı görevi yapan “solcu” Hollande’nin her Körfez ziyaretinden sonra Fransız silah tekellerinin yeni satış anlaşmaları imzalamış olması, ilişkinin sürekli ve kalıcı olduğunun göstergeleri.
Müttefiklerin tedirginlikleri kendini farklı biçimlerde ortaya koyuyor. 6 Eylül’de düzenlenen AB Savunma Bakanları toplantısında, AB’nin 5000 askerden oluşacak bir hızlı konuşlandırma gücü oluşturulması önerisi tartışıldı. Öneriye Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya destek verirken, ABD ile yakın ilişki geliştiren Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin mesafeli duruşu dikkat çekti. Alman Savunma Bakanı’nın toplantılar devam ederken paylaştığı mesajda, Avrupa’nın askeri kapasite eksikliğinden ötürü ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararı karşısında hemen hiçbir şey yapamadığını vurgulaması, hızlı konuşlandırma gücünün nasıl bir işleve sahip olacağına dair fikir veriyordu.
Toplantı öncesinde New York Times gazetesine hızlı konuşlandırma gücü hakkında bir yazı yazan AB Dış İşleri Komiseri Borrell, AB’nin daha güçlü savunma kapasiteleri inşa etmesinin önemine dikkat çekmiş, çalışmalarının bunu hedeflediğini ve hızlı konuşlandırma gücüyle birlikte AB’nin “kapasiteleri daha güçlü bir müttefik” olacağını belirtmişti. Borrell, ABD yönetimini daha güçlü bir müttefik haline gelmeye çalıştıklarına ikna etmeye çalışıyordu ancak Almanya Savunma Bakanı’nın mesajları farklı bir telden çalıyordu. AB’nin askeri kapasitelerini güçlendirmeye yönelik hamleleri genel gidişata uygun ancak bunun NATO ile uyum içinde mi yoksa daha otonom bir tarzda mı olacağı belirsizliğini koruyor.
Almanya yaklaşan seçimlere daimî olağanüstü hâl rejimi altında giderken, büyük sınıfsal saldırıya direniş eğilimi de gözleniyor. Geçtiğimiz haftalarda Alman Demiryolu çalışanları ve market-mağaza çalışanlarının grevinden sonra, yeni bir grev haberi sağlık çalışanlarından geldi. Salgın kullanılarak yerleştirilmeye çalışılan daimî olağanüstü hâl rejimlerine karşı muhalefet artıyor ve kitleler haftalardır sokaklarda hoşnutsuzluğunu dile getiriyor.
Kapitalist dünya ekonomisinin derin bunalımının açık göstergelerinden biri ABD’nin artan borçları. ABD Hazine Bakanı Janet Yellen 2 gün önce yaptığı açıklamada, ABD borç limiti kongre tarafından arttırılmazsa ABD’nin borç temerrüdüne düşebileceğini söyledi. Yellen, ABD’nin borç yükümlülüklerini yerine getirememesinin “ABD ekonomisine ve küresel finans piyasalarına onarılmaz zararlar verebileceği” uyarısında bulundu. Amerikan ekonomisi bu süreçte beklenen performansın altında kalırken borç stoku artmaya devam ediyor.
Dünyanın en büyük emeklilik fonu olan Japon GPIF’ın son bir yılda portföyündeki ABD devlet tahvilleri ve bonolarını yüzde 47’den yüzde 35’e düşürmesinin, Çin’in portföyündeki ABD hazine tahvillerini aylardır düzenli olarak azaltmasının, ABD’nin borç yükünün derin bir krize yol açması durumunda doğacak sarsıntılara karşı korunma girişimleri olduğu düşünülüyor.
Plütokrasi zenginler iktidarı anlamına geliyorsa, günümüzde dünyanın toplam GSYİH’in (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) yarısına yakın bir değer kitlesini yöneten yatırım fonları BlackRock, Vanguard ve State Street Global Advisor’a bakmak gerekiyor. Dünya çapında ana sektörlerin iri firmalarının neredeyse yüzde 90’ında hissedar olan bu yatırım fonları finans-kapital içindeki hiyerarşinin tepesinde bulunuyor ve BlackRock’un ABD hazinesinin salgında uygulamaya soktuğu 3,5 trilyon dolarlık yardım paketini doğrudan yönetmesi örneğinde olduğu gibi adeta “devlet içre devlet” konumuna yükseliyor.
Salgının başlangıç döneminde, “bu büyük kriz” karşısında finans-kapitalden “neo-Keynesçi” açılımlar bekleyenler vardı; ancak görüldü ki plütokrasi artık doğrudan kamusal kaynakların dağıtımı işini organize ediyor, “devlet içre devlet” alanını giderek daha fazla genişletiyor. Büyük sınıf saldırısı dünya çağında yüz milyona yakın işsiz ve derinleşen yoksulluk sonuçlarını doğururken, aynı dönemde milyarderlerin servetine 1,9 trilyon dolar ekleniyor. Bu gerçeklik sınıf mücadelesinin yükseliş zeminini dünya çapında besliyor.
Salgın öncesine artık geri dönülemeyeceği ve yeni normalin dünyayı biçimlendireceği finans-kapital sözcülerinin iki yıldır sürekli vurguladıkları bir unsur. Yeni dünyadan ne anlamak gerektiği üzerine düşünürken kimi girişimlere dikkat çekmek gerekiyor. Amerikalı milyarder Marc Lore, ülkesinde 5 milyon nüfuslu yeni bir kenti yaratmak için kolları sıvamış. “Ütopik kent” projesi için 400 milyar dolar bütçe ayırmış ve kenti inşa etmek için dünyaca ünlü ekoloji dostu Danimarkalı mimar Bjarke Ingels’le anlaşmış.
Çok muhtemeldir ki, “ekoloji dostu ütopik kentler” zaman içinde biçimlendirilecek “yeni normalin” önemli parçaları, ayrıcalıklı azınlığın yaşam mekanları olacak. Sınıfsal kutuplaşmaya paralel olarak ilerleyen bu girişimlerin hayata geçirilebilmesinin temel koşulu, daimî olağanüstü hâl rejimlerinin kurumsallaştırılmasıdır. Bu çerçevede, uluslararası proletarya ve tüm dünya halklarının köleleştirilme girişimlerine karşı ayağa kalkması artık yaşamsal bir zorunluluk haline gelmiştir. Dayatılan yeni kölelik koşullarının engellenmesinin yegâne yolu proletaryanın devrimci eylemidir. Bu noktada en önemli görev bu eylemi örgütleyecek proletarya sosyalistlerine düşmektedir.
Gerileyen AKP-MHP iktidarı ve ilerleyemeyen halk muhalefeti
AKP-MHP faşizmi her geçen gün geriliyor, sahip olduğu destek ağları dağılıyor. AKP-MHP iktidarının çözülüşü birleşmiş etkin bir muhalefetin varlığından değil, ekonomik ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesinden besleniyor. AKP’nin senelerdir oy aldığı emekçi katmanlar yoksulluğu, sömürüyü ve işsizliği derinleştiren salgın koşullarında yüzlerini başka yerlere dönüyor. İktidar kadrolarının talancılığı, soygunculuğu daha görünür hale geliyor. İçerideki dayanaklarını yitirmeye başlayan AKP-MHP iktidarı yüzüne dışarıya dönüyor, dış dayanaklarını pekiştirmek ya da yeni dış dayanaklar bulmaya çalışıyor. Afganistan’da yaşanan ABD çekilmesinden kendine yollar açmak istiyor.
Düzen muhalefeti Tayyip Erdoğan’ın olmadığı bir AKP ile iktidarı paylaşmaya hazır olduğunu en fazla ve en açık muhalefet etme tarzıyla ortaya koyuyor. Düzenin korunması için sivriliklerin temizlenmesi temel yönelişleri olduğu için kendi hatlarında başarılılar. Ülkede öylesine koşullar oluşmuş durumdadır ki, küçük bir kıvılcım her yeri yakacak bir ateşe dönüşme potansiyeli taşıyor. Çok iyi biliyorlar ki bu koşullar altında yangın bir kez başladı mı, nerede duracağını artık kimse bilemez. Siyasal alan tüm dünyada büyük sınıf saldırısının yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya gelecektir. Türkiye bundan muaf değildir.
Almanya’da istikrar ve güvenin kaynağı olarak senelerdir iktidarda olan Merkel’in partisinin yaşadığı gerileme sözünü ettiğimiz karşı karşıya gelişin önemli bir örneğini sunmaktadır. Almanya’da hazırlanmakta olan “sol koalisyon” iktidarı seçeneği düzen açısından yürütmekte olduğu büyük sınıf saldırısının yıkıcı sonuçlarından “kazasız belasız” kurtulma anlamını taşımaktadır. Ülkenin siyasi ve toplumsal koşullarının özgül yanlarına bağlı olarak benzer seçeneklerin başka yerlerde de inşası egemenlerin gündemindedir.
Kuşkusuz ki AKP-MHP iktidarı bu gerçeğin farkındadır ve siyasi ömrünü uzatmak için hamleler tasarlamaktadır. Ülke içinde kaba zor dışında kullanacak araç üretemeyen AKP-MHP iktidarı Güney Kürdistan’dan Rojava’ya saldırılarını arttırarak, ülke içinde düzen dışı muhalefetin en dinamik kesimini baskılamayı, savaş atmosferini büyüterek kendi tabanını tahkim etmeyi hedefliyor.
HDP binasında gerçekleşen saldırıdan linç girişimlerine tüm hadiseler bu hedef doğrultusunda örgütleniyor. Savaş atmosferinin büyümesinin düzen muhalefeti üzerinde yaratacağı etkiler, geliştirilen bu politikanın bir başka hedef noktasını oluşturuyor. Halk arasında etkisini giderek daha fazla hissettiren derin hoşnutsuzluk karşımıza çevre direnişinde, kadınların direnişinde, fabrika önünde işçi direnişlerinde, Diyarbakır sokaklarında adalet arayışında, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin eyleminde çıkıyor. Tüm bu direniş dinamikleri ilerleyen bir halk hareketine dönüşemiyor.
Ülkenin çoğul direniş dinamiklerinin güçlü bir halk hareketine dönüşememesi, egemenlerin AKP-MHP iktidarından “kazasız belasız” kurtulma, yeni bir makyaj operasyonuyla yüklerin bir kısmını atarak siyasal düzeyde rahatlama tehlikesinin artmasına yol açıyor. Direniş dinamiklerinin bir halk hareketine dönüşmesi, esas olarak devrimci öncünün tüm bu direnişlerin merkezinde var olmasını, onlarla etkileşmesini, değişmesini ve değiştirmesini, tüm bu dinamikleri birleştirecek ana siyasi hattı çizerek eylemiyle bu hattı göstermesini gerektiriyor.
Bu kompleks görevi yerine getirmenin temel koşulu, devrimci öncülük iddiasının taşıyıcısı birleşik mücadele güçlerinin örgütsel ve siyasal tahkimatı hızla gerçekleştirmesidir. Bu tahkimat ancak direniş dinamiklerinin gerçek hareketinin içinde var olacak ve aynı zamanda direniş dinamiklerinin dışında birleşik mücadele güçlerinin kendi özel eylem süreçleri içinde şekillenecektir. Her iki öge karşılıklı olarak birbirini besleyecek ve güçlendirecektir.
Sonbaharla birlikte siyasal alanının oldukça ısınacağı bir döneme girildi. Girilen dönem, birleşik devrim güçleri açısından önemli imkanları ve ciddi tehlikeleri barındırıyor. Birim enerjinin çok daha etkili ve sonuç alıcı devrimci çıktılar üreteceği bir dönemin kapıları açılmış durumda. Açılan bu kapıdan geçmek bütünüyle devrimci öncünün yetenek, birikim ve cüretine bağlı ve birleşik devrim güçleri bu potansiyellere sahip. Potansiyelin gerçek harekete dönüşmesi için vakit kaybetmeden sağlam adımlar atılmalıdır.