Sosyal medyaya sızan gizli Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) belgeleri bir süredir dünya gündeminde baş sırada. Sızan belgelerin önemini gösteren yorumlardan biri Washington Post gazetesine ait. Belgeleri inceleyen Post’un yorumu şöyle: “Sızdırılan belgeler Washington’un savaşın durumuna ilişkin şüphelerini ortaya koyarken, Biden yönetiminin Ukrayna ordusunun canlılığına ilişkin kamuoyuna yaptığı açıklamalardan belirgin bir şekilde ayrılıyor.”
ABD yönetiminin savaşa dair açıklamalarıyla, sahadaki gerçek duruma ilişkin istihbarat bilgileri “belirgin bir şekilde ayrılıyor”muş. Post bu yorumuyla, savaşın başından beri kendisinin de etkin bir yürütücüsü olduğu NATO propaganda kampanyasının gerçek durumla alakalı olmadığını söylüyor. ABD yönetiminin gerçekleri gizlediğini ve sahte bilgiler yaydığını itiraf ediyor. Post, NATO propagandasının sürekli gündemde tuttuğu Ukrayna karşı taarruzu hakkında belgede yer alan şu ifadeleri alıntılıyor:
“Ukrayna’nın eğitim ve mühimmat tedarikindeki süregelen eksiklikleri muhtemelen ilerlemeyi zorlayacak ve taarruz sırasındaki kayıpları arttıracaktır.” Sadece bu kadar değil, belgede Rusya’nın güney Herson Bölgesi’ndeki sağlam savunma tesisleri ağına ve Kiev’in süregelen “kuvvet üretimi ve idame eksikliklerine” vurgu yapılıyor.
Sızdırılan belgelerden aynı bölümleri alıntılayan Guardian gazetesinin yorumu da benzer: “Sızıntılar, ABD’nin Ukrayna’nın bahar karşı saldırısında ‘çok yetersiz’ kalabileceğinden korktuğunu ortaya koyuyor. ‘Çok gizli’ belgede Kiev’in asker ve silah açığı olduğu konusunda uyarıldığı ve kazanımların mütevazı olacağı belirtiliyor.”
Bir yılı aşkın bir süredir, sürekli olarak Pentagon’un, NATO’nun propaganda metinlerini objektif haber ve yorum olarak sunan kendileri değilmiş gibi, şimdi sızdırılan belgelere başvurup bu yorumları yapıyorlar. Aslına bakılacak olursa, sızdırılan belgelerde çok şaşırtıcı şeyler yok. NATO propagandasına teslim olmayan ve süreci çok çeşitli bilgi kaynaklarından izleyenler için sızdırılan belgeler “malumun ilamından” ibaret.
ABD istihbarat örgütlerinin ABD’nin “yakın müttefikleri” Güney Kore, İsrail, Türkiye ve Ukrayna’nın üst düzey askeri ve siyasi kurum ve kişilerini sürekli olarak izlediği, dinlediği ve takip ettiği belgelerin gözler önüne serdiği bir başka gerçeklik. ABD istihbaratının Güney Kore’nin en üst düzey askeri ve istihbarat yetkililerinin toplantılarının tutanaklarına kolayca ulaştığı ve bunlar üzerinden değerlendirmeler yaptığı görülüyor. Bunlarda şaşırtıcı hiçbir şey yok, bu Amerikan emperyalizminin işlerini yürütüş tarzına son derece uygun. Haberlerde görüşlerine başvurulan bazı Batılı diplomat ve güvenlik yetkililerinin, “bu sızıntılar ABD ve müttefikleri arasında sıkıntı ve güvensizliklere yol açabilir” yolundaki ifadeleriyse tam bir palavra. Bunlar ne ilk kez oluyor, ne de müttefikler bunu yeni öğreniyor.
Bu sızıntıların asıl önemi, yaşanılanın bir Rusya Ukrayna savaşı değil, Rusya’ya karşı Ukraynalıların üzerinden yürütülen bir NATO savaşı olduğuna birinci elden kanıtlar sunmasıdır. Ukrayna büyük ölçüde NATO ülkelerinden gelen silahları kullanmaktadır. Rusya ordusu hedeflerini içeren uydu ve istihbarat bilgileri Ukrayna ordusuna NATO tarafından sağlanmaktadır. Belgelerden birinde belirtildiği gibi, NATO üyeleri Fransa, Amerika, İngiltere ve Letonya’dan Özel Harekat askerleri savaşın başlangıcından beri fiilen sahada bulunmaktadır. Genel olarak eski NATO askerlerinin “gönüllü” statüsünde savaşa katıldığı bilinirken, bu belgelerle NATO ordularından Özel Hareket askerlerinin de sahada bulunduğu kesinlik kazanmıştır. Bu savaşı Rusya’nın Ukrayna’ya karşı bir saldırganlık eylemi olarak kabul edenlerin bu belgelerde bulunan bilgilere bakıp bir kez daha düşünmesi yararlı olacaktır.
Savaş yalanlar üzerine inşa edilmiştir, öyle ki, gıda maddesi sıkıntısı çeken halkları olası bir “kıtlıktan” korumak için imzalandığı gürültüyle dünyaya duyurulan Tahıl Anlaşmasının gerçek işleyişini ortaya çıkaran eylemler gerçekle algı arasındaki kırılmayı bir kez daha gözler önüne serdi. Rusya altında imzası bulunan Tahıl Anlaşmasına iki noktadan itiraz ediyordu. İlki, anlaşmayla Ukrayna tahılının dünya pazarlarına açılmasına olanak sağlanmasına rağmen Batılı sigorta ve taşımacılık şirketlerinin yaptırımları gerekçe göstererek geri durması nedeniyle Rus tahılının dünyaya açılamamasıydı. İkincisi, Ukrayna tahılının gerçek ihtiyaç sahibi Afrika’nın yoksul ülkelerine değil Avrupa’ya taşınmasıydı. Doğal olarak bu iddialar Batı kamuoyuna Putin’in yalanları olarak sunuldu.
Polonya’da son birkaç haftada çiftçiler sokaktaydı. Ucuz Ukrayna tahılının ülkedeki bolluğunun kendi ürünlerinin fiyatını düşürdüğünü iddia ediyor ve çeşitli protestolar gerçekleştiriyordu. Polonya’daki çiftçileri bu kez Romanya çiftçileri takip etti. Onlar da aynı şeyi ifade ediyordu. Ucuz Ukrayna tahılı onlara zarar veriyordu. Polonya Tarım Bakanı protestoların yoğunlaşması üzerine geçen hafta istifa etti. Polonya Ukrayna’dan tahıl ihracatını geçici olarak durdurdu. Ukrayna Gıda Üreticileri Sendikası başkanı yaptığı açıklamada, Polonya ve Romanya’daki protestoların siyasi olduğunu belirtti, bu ülkelere satılan tahılın fiyatlar üzerinde etkisi olmadığını söyledi. Polonyalı ve Romanyalı çiftçiler Putin’in yalanlarını yineliyor demek istiyordu sendika başkanı. Ukrayna tahılının gerçek ihtiyaç sahibi ülkelere değil Avrupa’ya aktığı biliniyor. Bu akışın Avrupa’da yükselen gıda maddeleri fiyatları üzerinde dengeleyici bir etki yarattığı da bilinen bir gerçek ancak Avrupa’nın “yeni normali”, olan hemen her şeyi “Rus dezenformasyonu” ya da “Putin yalanı” olarak damgalamak.
Geçtiğimiz hafta bir “Putin yalanı” bu kez Fransa Devlet Başkanı Macron tarafından dile getirildi ve Avrupa’nın yönetici seçkinlerini çok kızdırdı. Üç günlük Çin ziyareti dönüşünde uçakta ABD ve Avrupa basınına konuşan Macron, Avrupa’nın “ABD’den daha bağımsız bir konuma gelmesi”, “kendisinin olmayan çatışmalarda bağımsız bir tutum geliştirmesi” gerektiğini söylemişti. Macron’un vurguladığı bazı noktalar özel önem taşıyordu. Avrupa’nın ABD’den bağımsızlığını sağlaması gereken konuları sıralarken enerji ve güvenlik konularına vurgu yapmıştı. İşaret ettiği bir başka nokta, Dolar bağımlılığından kurtulmak gerekliliğiydi.
Macron’un bu konuşmasına Atlantik’in iki yakasından da tepkiler gelmekte gecikmedi. Amerikalı politikacılar Macron’un bu sözlerine çok kızmıştı. Macron “Biz Avrupalıların Tayvan konusunu ateşlendirmekten bir çıkarı var mı?” sorusunu sormuş ve yanıtlamıştı: “Bu Avrupa için bir tuzak.” Bu sözler yeterliydi. Avrupa’ya bir tuzak kuruluyordu ve herkes için açık olduğu gibi, bu tuzağı kuran müttefik ABD’ydi. Macron Avrupa’nın “stratejik bir otonomi” kazanması gerektiğini söylemişti. Bu sözler, Atlantik’in iki yakasındaki Amerikancılar için kabul edilemezdi. Kabul edilmez sözler bunlardan ibaret değildi, Macron adeta Putin ağzıyla konuşuyordu:
“Rusya, Çin, İran ve diğer ülkeler son yıllarda ABD’nin dolar cinsinden hakim küresel finans sistemine erişimi engellemeye dayanan yaptırımlarına maruz kaldılar. Avrupa’da bazıları, Avrupalı şirketleri iş yapmaktan vazgeçmeye ve üçüncü ülkelerle bağlarını kesmeye zorlayan ya da sakatlayıcı ikincil yaptırımlarla karşı karşıya bırakan Washington tarafından doların ‘silah haline getirilmesinden’ şikayetçi.”
Macron’un bu açıklamalarına en sert tepkilerden biri Alman Yeşiller Partisi Milletvekili Reinhard Butiköfer’den geldi. Avrupa Parlamentosu Çin Delegasyonu Başkanı Butiköfer, Macron’un Çin ziyaretini “tam bir felaket” olarak nitelendirdi. Alman Yeşiller Milletvekili, Macron’un AB’nin stratejik özerkliği yaklaşımını “boş bir hayal” olarak değerlendirdi. Butiköfer Çin ziyaretinde Macron’a eşlik eden Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in “daha iyi bir alternatif” gösterdiğini söyledi. Alman Yeşiller Partisi’nin adeta bir ABD uydusu haline geldiği Ukrayna savaşı sürecinde açık biçimde görülmeye başlanmıştı ancak Macron’un açıklamaları karşısında geliştirilen bu tutum Yeşiller’in ABD bağımlılığının derinliğine ışık tuttu. Bu kadarla kalmadı, duruma Yeşiller Partisinden Alman Dışişleri Bakanı Baerbockmüdahale ettti ve Çin’e uçtu. Macron’un Putin ağzıyla söylediklerini düzeltmek gerekiyordu.
Kuşkusuz ki Macron bu açıklamaları gelen bir vahiy sonucu yapmadı. Aylardır Fransa’yı kaplamış olan emekçi halk direnişinin boyutları ve uygulanan tüm şiddete rağmen geriletilememesi Macron’u bu tarz konuşmalar yapmaya iten asıl dinamikti. Fransa’da sokakları zaptetmiş kitlelerin kulağına hoş gelecek bu sözlerin seçilmesi Macron nezdinde Fransız egemenlerinin duyduğu korkunun önemli göstergelerindendir. Emekçi halk direnişinin zemini tüm Avrupa’da güçlenmektedir. Almanya ve İngiltere’de onlarca yıldır görülmemiş grev ve direnişlerin yaygınlığı gelişen eğilime işaret etmektedir.
Avrupa’da bu eğilim gelişecektir çünkü ABD emperyalizmi Ukrayna’dan sonra faaliyetlerini Tayvan üzerinde yoğunlaştırmıştır. ABD esas olarak Asya’daki müttefiklerinin yanı sıra Avrupa’yı da Çin’le çatışır bir pozisyona iterek kendi stratejik hedefleri doğrultusunda ilerlemek istemektedir. Ukrayna savaşı Avrupa’ya daha sıkı bir Amerikan boyunduruğu getirdi. Macron’un da vurguladığı “stratejik otonomi” bütünüyle yok oldu. Çin’le çatışma yönelimli bir Avrupa hem çok önemli pazar olanaklarını kaybedecek hem de Amerikan boyunduruğu daha da sıkılaşacaktır. ABD’nin vassalı konumuna düşmüş Avrupa egemenlerinin iradesi kırılmıştır. Avrupa bu boyunduruğu ancak emekçi halk direnişinin daha örgütlü bir biçim kazanmasıyla kırabilecektir. Emekçi halk direnişinin yaratacağı basınç Avrupa egemenlerinin “stratejik otonomi” kazanma yönünde adım atabilmesinin de önkoşuludur.
Latin Amerika ve ABD
Amerikan emperyalizmi Ukrayna savaşının ardından Tayvan üzerinden Çin’i sıkıştırma yönünde hamlelerini yoğunlaştırmıştır. ABD emperyalizmi bu hamleleriyle bir dünya savaşını zorlamaktadır. Bunun temel nedeni aşınan hegemonik konumudur. Bu durumu en iyi görebileceğimiz coğrafyalardan biri ABD’nin uzun zamandır “arka bahçe” olarak kabul ettiği Latin Amerika’dır.
ABD açısından işler “arka bahçesi” olarak kabul ettiği Latin Amerika coğrafyasında da iyi gitmemektedir. Çin’in Latin Amerika’yla ticareti 2002 yılında 18 milyar dolardı. Bu rakam 2021 yılında 450 milyar dolara yükseldi. Bir üretim merkezi olarak Çin’in zengin bir hammadde kaynakları alanı olarak Latin Amerika’yla ilişkilerini geliştirmesi bir zorunluluktu ve geliştirdi. Bilinen lityum yataklarının %85’i, bakırın %43’ü, nikelin %40’ı ve boksitin %30’u Latin Amerika topraklarındadır.
Yaşanan bu ekonomik yoğunlaşmanın sonucu olarak Çin, Arjantin, Brezilya, Şili, Peru ve Uruguay’ın en büyük ticaret ortağı konumuna gelmiştir. Meksika ve Kolombiya’nın ise ikinci sırada en büyük ticaret ortağıdır. Çin’in son yirmi yılda Latin Amerika’da oluşturduğu bu güçlü ekonomik alanın en önemli araçlarından biri Kuşak ve Yol projesidir. Bu gelişmenin anlamı ABD’nin “arka bahçesi” olarak kabul ettiği bir coğrafyada tüm karşı hamlelerine rağmen ekonomik olarak ciddi bir gerileme yaşamasıdır. İki hafta önce basına düşen haberlere göre, Çin ve Brezilya karşılıklı para birimleriyle ticaret konusunda yeni bir anlaşma imzaladı ve ayrıca gıda ve mineraller konusunda işbirliğini genişletmeyi planlıyor. Çin Halk Bankası (PBOC) yaptığı açıklamada, bu tür düzenlemelerin ikili ticaret ve yatırımı daha da kolaylaştıracağını belirtti. Brezilya Ekonomi Bakan Yardımcısı Tatiana Rosino 25 ülkenin Çin’le ticareti Yuan cinsinden yapmak için görüşmeler yürüttüğü bilgisini paylaştı.
ABD ekonomik gerilemeyi askeri gücünü harekete geçirerek geri çevirmeye çalışmaktadır. Latin Amerika’da Güney Komutanlığı, IV Filo ve Kolombiya’daki üslerdeki devasa askeri varlık esas olarak bu nedenle güçlendirilmektedir. ABD’nin Panama’da 12, Porto Riko’da 12, Kolombiya’da 9, Peru’da 8, Honduras’ta 3, Paraguay’da 2 bilinen askeri üssü bulunmaktadır. Latin Amerika’daki bu dev askeri yayılma ve siyasi baskıları ABD’nin Çin’in bu coğrafyadaki ekonomik yayılımını engelleyememiştir. Çin hükümetinin görüşlerini yansıtan Global Times gazetesi Çin Brezilya anlaşması hakkında bir başyazı yayınladı. Yazıda, anlaşma şöyle değerlendirilmişti: “Küresel para sistemi açısından bakıldığında bu hamle, ülkelerin dolar dışı para birimleriyle ticaret yapmaya çalışması ve döviz rezervlerini çeşitlendirmeye çalışması nedeniyle dünya genelinde dolardan arınma eğiliminde önemli bir gelişmeye işaret edebilir.” Brezilya Devlet Başkanı Lula 2 gün sonra Çin’de olacak. Lula’nın Çin’le ekonomik ilişkileri geliştirmek amacıyla yeni anlaşmalar imzalaması bekleniyor. Lula Ukrayna’da barış için bir inisiyatif geliştirmek istediğinin çeşitli vesilelerle dile getirdi. Lula’nın Çin ziyaretindeki önemli konulardan birinin barış inisiyatifi olacağı ve Xi Jinping’e bu konuda ortak çalışma talebini ileteceği aktarıldı. Böylesi bir inisiyatif, Çin’in uluslararası meselelerde daha aktif bir aktör haline gelişinin önemli bir göstergesi olacaktır.
Dolara dayalı dünya para siteminin ne tür sonuçlar yarattığı Global Times’ın yazısında şöyle ifade edilmişti: “Bretton Woods sistemi ve petrodolar sistemiyle birlikte dolar, baskın bir ödeme, uzlaşma ve yatırım aracından siyasi şantaj ve baskı aracına dönüşmüştür. ABD, dolar hegemonyasını silah haline getirerek sadece diğer ülkelere keyfi olarak tek taraflı yaptırımlar uygulamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel zenginliği toplayabiliyor ve sorumsuz para politikaları yoluyla kendi risklerini dünyanın geri kalanına ihraç edebiliyor.” Bu tespitlerin ardından vurgulanan unsur, Dolara dayalı dünya para sistemine duyulan alerjinin asıl nedeninin bizzat ABD’nin kendi uygulamaları olmasıydı ve şöyle ifade edilmişti: “Her hegemonik para sisteminin bir çöküş günü vardır. Rusya, Çin, Hindistan ya da başka bir ülke değil ama ABD’nin kendisi, doların hakimiyetinin sona ermesi gibi kaçınılmaz bir eğilimi başlatıyor ki bu da pek çok Amerikalı stratejist ve ekonomi uzmanının endişelendiği şey olabilir.”
Yazı şu saptamalarla sona eriyordu: “Doların dünyada en sık kullanılan para birimi olmaya devam edeceği gerçeği öngörülebilir gelecekte değişmeyecek olsa da, giderek daha fazla ülkenin dolar dışı para birimleriyle ticaret yapmayı düşüneceği ve ticaret yapacağı eğilimi de değişmeyecektir. Tarih bize hegemonyanın düşüşünün genellikle para birimiyle başladığını söyler.” Yazının son paragrafında belirtildiği gibi, Doların dünya ticaretinde en fazla kullanılan para olmaktan çıkması bugünden yarına gerçekleşmeyecektir. Yaşanan gelişmelerin esas yönü, dünya ticaretinde Dolardan arınma eğiliminin ortaya çıkması ve yol almaya başlamasıdır. Jeo-stratejik kaymaları bu olguyla birlikte ele almak gelecek öngörüleri açısından oldukça verimli olacaktır. Dolar dışı paralarla ticaret yapma eğiliminin gelişmesi, hegemonyanın çözülme sürecinin önemli veçhelerinden biridir kuşkusuz ama aynı derecede önem taşıyan diğer veçheleri göz ardı etmemek koşuluyla.
Ve Ortadoğu
Ortadoğu’da siyasi dengelerdeki değişimler son haftalarda gözle görülür biçimde hız kazandı. Sızdırılan Pentagon belgelerinden birine göre, Birleşik Arap Emirlikleri İstihbarat örgütleri Rus istihbaratıyla sıkı ilişkiler kurmaya başlamıştı. Bu durumu ABD istihbaratçıları tarafından belgede şöyle yorumlanmıştı: “BAE muhtemelen Rus istihbaratıyla angajmanı, Abu Dabi ile Moskova arasında artan bağları güçlendirmek ve ABD’nin bölgeden çekilmesi endişeleri arasında istihbarat ortaklıklarını çeşitlendirmek için bir fırsat olarak görüyor.” ABD’nin BAE’ye yönelik eleştiri ve tehditleri Ukrayna savaşı nedeniyle arttı. Amerikan yetkililer sık sık BAE’nin Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar konusundaki tutumunu eleştirdi ve BAE’nin Rusya’ya yardım ettiğini ifade etti. BAE’nin geçtiğimiz ay Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı başkentinde törenlerle ağırlaması ABD’de yoğun tepkilere neden oldu.
BAE’nin Beşar Esad’la yenilediği bu ilişki Ortadoğu’da siyasi dengelerin değişmekte olduğunun açık bir işaretiydi. Aynı dönemde BAE’nin Çin’le yaptığı yeni bir anlaşma duyuruldu, buna göre BAE Çin’e sattığı LNG (Sıvılaştırılmış Doğal Gaz) ödemelerini Çin para birimi Yuan üzerinden almayı kabul etmişti. Dolarla ödeme yerini Yuan’a bırakacaktı. Ortadoğu’da önemli bir etki yaratması çok muhtemel bir anlaşma duyurusu ise Pekin’de bir araya gelen Suudi Arabistan ve İran yetkililerinden gelmişti. Bu anlaşmanın duyurulmasının ardından, Suudi Arabistan devlet haber ajansı SPA, Suudi Arabistan’ın Şangay İşbirliği Örgütü’nde diyalog ortağı statüsü verilmesine ilişkin bir memorandumu onayladığını duyurdu. Süreç hızlanarak devam etti, dün duyurulan iki önemli gelişme konuya ilişkindi. Riyad’da bir araya gelen Suriye Dışişleri Bakanı ile Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı basının karşısına birlikte geçti. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nasır Kenani, İran’dan bir heyetin, büyükelçilik ve başkonsolosluğun yeniden açılmasıyla ilgili çalışmaları yürütmek üzere Suudi Arabistan’a gittiğini duyurdu. Bu gelişmelere paralel olarak birkaç gün önce Yemen’e giden bir Suudi Arabistan heyeti Husi temsilcileriyle bir ateşkes için görüşmelere başlamıştı. Ortadoğu’da yaşanan bu önemli gelişmenin mimarı Çin olmuştu. Suudi ve İran Dışişleri bakanları Pekin’de Çin’li mevkidaşları eşliğinde açıklamalar yapmış ve el sıkışmıştı.
Ortadoğu’da son dönem yaşanan gelişmeler paralelinde bir haberde Katar’dan geldi. Katar, dünyanın en büyük LNG projesi olan Kuzey Doğu Sahası’nın geliştirilmesindeki payın %5’ini, projede pay alan ilk Asyalı olan Çin’in devlete ait petrol ve gaz devi Sinopec’e vermeyi kabul etti. Anlaşmanın imzalandığı masada konuşan Katar Enerji Bakanı Katabi, Çin’in “güvenilir ve katma değer yaratıcı bir ortak” olduğunu ifade etti. Katabi’ye göre bu anlaşma, “uzun vadeli stratejik ortaklıklara” giden bir yolun parçasıydı. Katar Kuzey Doğu Sahası’nda bugüne dek hep Batılı enerji şirketleriyle ortaklıklar kurmuştu, Çin devlet şirketiyle girilen ortaklık bir ilk olma özelliğine sahip. Ortadoğu’da uzun zamandır ABD emperyalizminin ve İsrail’in çıkarlarını önceleyecek bir güçlü ittifak kurma çabaları son aşamasına Abrahams Anlaşmasıyla gelmişti. Körfez Krallıkları İsrail’le ilişkilerini geliştirme yolunda adımlar atmaya başlamıştı. Bu ittifakın bölgedeki temel hedefi İran ve müttefikleriydi. Çin’in geliştirdiği inisiyatif bir anlamda İran karşıtı ittifakı ortasından böldü. Bu nedenle, İsrail Suriye’de, Batı Şeria’da ve Lübnan’da yeni bir saldırı dalgası için harekete geçti. Kimi İsrail yorumcularına göre, İsrail bu gelişmelerle birlikte “varoluşunun en zorlu günlerinden” geçiyor.
Eskisi Gibi Yönetilemeyen Türkiye
2016’dan itibaren gerici faşist Saray iktidarı için başlayan mali daralma ülkenin döviz rezervlerini eksi 55 milyar dolara çekti. AKP iktidara geldiğinden bu yana dış borç stoku yaklaşık 125 milyardan 450 milyar dolara kadar çıktı. Enflasyon oranları konusunda akademik çalışma yürüten bağımsız Enflasyon Araştırma Grubu, ENAG’ın rakamlarına göre ise Türkiye’nin yıllık enflasyonu %126.91’dir. İşsizlik oranı yüzde 20,8, kadın işsizliği yüzde 27,5 oldu.” Keza, bu yılın Şubat ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırı 9 bin 425 lira iken yoksulluk sınırı 30 bin 700 liraya yükselmişti. Hayat pahalılığı gemi azıya almış giderken asgari ücret, geçen yılın Aralık ayında brüt 10bin, net olarak ise 8 bin 506 lira olarak saptandı. Türkiye’de asgari ücret açlık sınırının da altında.
TBMM raporlarına göre, Saray iktidarının 2021 yılında resmi adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinden bugüne kadar ülkede 603 kadın öldürüldü, 464 kadın ise hayatını şüpheli şekilde kaybetti. Salt bu yılın Ocak ayında 31, Şubat ayında 11 kadın öldürüldü. 2023‘nin aynı döneminde 37 kadının ölümü ise ‘şüpheli’ olarak kayıtlara geçti. Bu koşullarda iktidarda kalmanın biricik yolunun zulüm ve diktatörlük olduğu açıktır. AKP iktidarı süresince 269 yeni ceza evi yapılmasına karşın 290 bin kapasiteli cezaevlerine Ocak 2023 itibariyle 350 bin kişi tıkıştırılmış durumdadır. Bütün bu ülke verileri RTE liderliğindeki gerici faşist AKP-MHP iktidar blokunun artık ülkeyi yönetme gücünün kalmadığını göstermektedir.
AKP-MHP gerici faşist diktatörlüğünün bütün politikaları Türkiye ve Kürdistan’ın proletarya ve ezilen emekçi sınıflarında giderek büyüyen bir değişim talebi ve direniş gücü üretti. Daha önceki dönemde salgın politikalarıyla hükümet ve düzen solu tarafından devrimci eylemi bastırılan proletaryanın 2022 yılının başında birden yükselen fabrika grev, direniş ve işgalleri bütün ezilen halk kesimlerinde önemli bir moral ve cesaret yükselmesine yol açtı. Aynı koşullar bir diğer yandan Kürt halkının HDP merkezli demokratik siyasal hareketini burjuvazinin Cumhur ve Millet ittifakları dışında, başka bir “üçüncü yol” inşasında daha kararlı kıldı.
14 Mayıs seçimlerine doğru ilerlerken, egemen burjuvazinin Cumhur ve Millet İttifaklarına karşı devrim ve demokrasi güçleri Emek ve Özgürlük İttifakı’nı oluşturarak seçimlere giriyorlar. Şurası açıktır ki, seçimler sonrasında hangi burjuva blok egemen olursa olsun bölgenin ve ülkenin şiddetli bir savaş ve ağır bir sömürü konjonktürüne gömülmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle Türkiye’li birleşik devrim güçlerinin seçime ve sürece yaklaşımları esas olarak “Tek yol Birleşik Devrim” şiarı doğrultusunda belirlenmektedir.
Süleymaniye’de Suriye Demokratik Güçleri Komutanı Mazlum Abdi’ye düzenlenen saldırı faşist iktidarın seçim öncesi bir “dış zafer” kazanarak yelkenlerini gerici-faşist rüzgarlarla doldurma arayışının ürünüydü. Başarısız oldu. Seçime doğru ilerleyen günlerde faşist iktidarın bu tarz zorlamalarının ülke içinde ve dışında gelişmesi kuvvetle muhtemeldir. Devrim ve demokrasi güçleri bu tarz saldırılara ve provokasyonlara karşı hazırlıklı olmalıdır. Faşist iktidarın bu tarz saldırı ve provokasyonlar dışında beslenebileceği alan son derece daralmıştır.
İçine girilen Üçüncü Dünya Savaşı konjonktürü çok geniş kapsamlı toplumsal, siyasal ve jeo-stratejik etkilerini dünyanın her parçasında hissettiriyor. Savaşları durdurmanın ve barışı tesis etmenin yegane gerçek yolunun emekçi halk seferberliğinden geçtiğini, sermayenin sınıf egemenliğine karşı proletaryanın kendi sınıf iktidarını dayatmasının kelimenin gerçek manasında barışı kazandıracağını dünya deneyimlerinden iyi biliyoruz. Nasıl Ukrayna Üçüncü Dünya Savaşının sadece bir açılış salvosu niteliğindeyse; yanan Fransa caddeleri de büyüyecek proleter ateşin ilk kıvılcımıdır. Emperyalist-kapitalizmin yoğunlaşmış bunalımının bir ifadesi olarak savaşın büyük toplumsal dönüşümlerin yolunu açması bir istisna değil kuraldır. Leninizm’in savaşın alevleri arasında teorileştirdiği ve Ekim Devrimiyle sosyal pratikte tamamına erdirdiği temel çerçeve günümüzü ve geleceği doğru kavramak ve doğru devrimci davranışlar gerçekleştirmek için vazgeçilmez önemini koruyor.