Berlin’de yayınlanmakta olan Der Tagesspiegel adlı gazetenin editörlüğünü 2011 yılından beri yapmakta olan Anna Sauerbrey, New York Times gazetesi için yazdığı yeni yazıda, ABD ve Çin arasında devam eden “ticaret savaşının” Almanya üzerinde yarattığı etkileri ele aldı.
Sauerbrey yazısında, Almanya’nın son on yılda bir denge oluşturma hedefiyle Çin’le önemli ticari ilişkiler kurarken, politik olarak Batı ittifakının tutarlı bir parçası olarak kaldığını ancak son 6 ayda Çin ve ABD arasında gelişen “ticaret savaşlarının” bu dengenin sürdürülebilirliği konusunda Alman politik liderliği içinde ciddi bir kuşku doğmasına neden olduğunu ifade ediyor.
Batı’daki pek çokları gibi Almanların da Çin’in ekonomik büyümesinin ülkede politik liberalleşmeye doğru adımları güçlendireceğini düşündüğünü belirten Saurbery, bu beklentinin son yıllarda Almanya’da bittiğini, Çin’in otoriter devlet başkanı Xi Jinping’in uygulamaya başladığı “milliyetçi, devletçi ve yayılmacı” politikaların umutları sonlandırdığını ileri sürüyor.
Sauerbrey, Başbakan Merkel’in iki yıl önce Çin’in girdiği liberalizm karşıtı yola ilişkin net fikirler ortaya koyduğunu ama o dönemde kendi hükümeti içindeki bazı unsurlar da bile farklı bir beklentinin hakim olduğunu, bu yıl ise herkesin Merkel’in daha önce ortaya koyduğu fikirlerle aynı çizgiye geldiğini ve Çin’e karşı daha savaşçı ve Almanya’nın çıkarlarını ön planda tutan bir politikaya yönelmek gerektiği konusunda bir mutabakat oluştuğu bilgisini veriyor.
Alman Sanayi Federasyonu tarafından geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir rapora atıf yapan yazar, Almanya’nın en güçlü sanayi kuruluşunun bu raporda Çin’le Almanya arasında “sistemsel bir rekabet” yaşandığına işaret ettiğini ve “Çin’in yarattığı meydan okumaların göz ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çektiğini” belirtiyor.
Almanya’nın en büyük ticaret ortağı ama aynı zamanda ideolojik karşıtı olan Çin’le, en güçlü politik partneri ABD arasında kurmaya çalıştığı denge politikasının Trump yönetiminin Çin karşıtı politikaları nedeniyle oldukça sıkıştığını belirten yazar, Almanya’daki önemli düşünce kuruluşlarının yazarlarına atıf yaparak, bu denge politikasının Çin açısından memnuniyet verici olduğunu ancak ABD’nin net taraf olma yönündeki baskısını arttırdığını ve bu baskının giderek daha da artacağına ilişkin işaretlerin giderek güçlendiğini vurguluyor.
Bu bağlamda Polonya örneğine başvuran yazar, Çin’le belirli ilişkiler geliştirmeye çalışan Polonya’nın ABD baskısı sonucunda bu ilişkilerini büyük ölçüde sonlandırmak zorunda kaldığını; Almanya’nın da yalnız başına etkili olamayacağını, bölünmüş Avrupa Birliği’nin Doğu’daki ve Batı’daki üye ülkelerini birleştirip ortak bir pozisyona getirerek bu sürece bir girdi yapabileceğini öne sürüyor.
Sauerbrey yazısında, Alman finans-kapitalinin son dönemde sergilediği çelişkili politik tutumların nedenlerini oldukça açık biçimde ortaya koyuyor. Emperyalist-kapitalist dünyanın yaşamakta olduğu derin sistemsel krizin ekonomik ve jeo-stratejik boyutlarına Almanya, ABD ve Çin ilişkileri bağlamında ışık tutuyor. Açık olarak görülüyor ki, Alman finans-kapitali Çin’le gelişen ekonomik ilişkileri ve ABD’nin yükselttiği politik baskı arasında sıkışmış, kendine yeni bir çıkış yolu arıyor.
Geçtiğimiz hafta Batı basınına düşen haberlerde, Çin devletiyle derin bağları olduğu iddia edilen akıllı telefon ve telekomünikasyon cihazları üreticisi Huawei adlı Çin şirketi hakkında ABD’de bir federal soruşturmanın başlatıldığı duyuruldu. Habere göre, Huawei şirketi hakkında başlatılan soruşturmanın nedeni, şirketin ABD’deki iş ortaklarından ABD ticari sırlarını çaldığı yönündeki iddialardı. Huawei’nin finans müdürü şirketin patronunun kızı Sabrina Meng Wanzhou idi ve 1,5 ay önce Kanada’da “ABD’nin İran yaptırımlarını delmek” suçlamasıyla tutuklanmıştı, halen Kanada’da hapishanedeydi.
Batı basınında bu hafta yayınlanan haberlerden, Huawei’nin dünya çapında 170.000 kişiyi istihdam etme kapasitesine, akıllı telefon ve donanım alanında Batılı tekelleri zorlayan bir pazar payına ulaştığını ve şirketin faaliyetlerindeki istikrarlı yükselişten rakiplerinin son derece rahatsız olduğunu öğrendik.
Bu olaylar yaşanırken, ABD ve Çin arasında kıran kırana geçtiği belirtilen ticari müzakereler devam ediyordu ve Trump konuyla ilgili bir soruyu, “bu tutuklama müzakerelerde bizim için bir kaldıraç olabilir” şeklinde yanıtlamıştı. Çin bu tutuklama sonrasında, muhtemelen misilleme anlamında Uluslararası Kriz Grubu üyesi iki Kanadalı “kanaat önderi”ni tutukladı. Batı ülkelerinin süregelen tüm çağrılarına rağmen onlar da Çin’de bir hapishanede tutuluyorlar. Son zamanların meşhur teması “ticaret savaşları” ilk kurbanlarını bu şekilde verdi. Huawei’nin yüksek performansının bir süredir ABD istihbarat örgütlerinin de önemli bir ilgi alanı olduğunu ve ABD yönetimine şirket hakkında düzenli raporlar sunduklarını New York Times’ın bu gelişmeler hakkındaki haberlerinin detaylarından öğrendik.
İngiltere, Kanada, Çek Cumhuriyeti ve başka bazı ülkelerin geçen yıl eşzamanlı olarak Huawei’nin ülkelerindeki faaliyetleri üzerinde baskı kurmaya çalıştığını, Avustralya’nın şirketin 5G teknolojisine ait donanımları sağlamasını ülkesinde yasakladığını da yine bu haberlerden öğrendik. Bütün bu gelişmeler, tekil bir sektör ve şirket örneğinde emperyalist-kapitalist dünyadaki rekabet ve çatışmanın yeni boyutlar kazanarak ne derece yükseldiğine işaret ediyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying bugün yaptığı açıklamalarda, ABD yönetiminin resmi bir iade istemiyle Sabrina Meng Wanzhou’yu yargılanmak üzere Kanada’dan ABD’ye götürme yönünde planlar yaptığını, böylesi bir durumda Çin’in uygun karşılığı vermek için hemen harekete geçeceğini belirtti. Chunying, herkesin sorumlu eylemlerde bulunması gerektiğini söyledi, hem ABD hem de Kanada’nın bu olayın ciddiyetinin farkında olması gerektiğini ve yaptıkları hatayı bir an önce düzeltmelerini istediklerini dile getirdi. Bugünkü sert açıklamalar konuya ilişkin gerginliğin tırmanmakta olduğunun açık bir göstergesiydi.
Çin’in 2018 yılına ait ticaret verileri geçen hafta açıklandı ve bu veriler ABD’nin Çin’e karşı yürütmekte olduğu “ticaret savaşının” beklenen sonuçların henüz epey uzağında olduğunu ortaya koyuyor. Verilere göre, 2018’de Çin’de ihracatın büyümesi ithalatın bir miktar gerisinde kalmıştı, ancak ABD ile olan ticaretinde Çin 323,32 milyar dolar fazla vermişti. 2017’deki fazlası 275,981 milyar dolardı.
Haftanın konuya ilişkin bir başka haberi, İngiliz Analitik Araştırma Şirketi Standard Chartered’ın yaptığı bir araştırmanın sonucunda ulaştığı dünyanın ekonomik geleceğine ilişkin tahminlerdi. Kurumun tahminleri, Çin’in Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın 2030 yılında 64.2 trilyon dolara ulaşacağı, onu Hindistan’ın 46.3 trilyon dolarla takip edeceği, ABD’nin ise 31 trilyon dolarlık büyüklükle ancak üçüncü sırada yer alacağı yönündeydi. Bu tahmin yakın dönemde yapılan başka bazı tahminlerle tutarlılık içinde ve bu eğilim dünya çapında yaşanmakta olan keskin kapitalist rekabetin temellerine dair çok şey anlatıyor.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonra ermesinin ardından ABD’nin emperyalist- kapitalist dünya üzerinde hakimiyetini tesis ederken, dünya altın rezervlerinin üçte ikisini ve dünya sanayi hasılasının yarısını tek başına kontrol ettiğini anımsadığımızda, yaşanan değişimin boyutlarını daha net görme olanağı buluyoruz. ABD emperyalizminin Asya-Pasifik’ten Ortadoğu’ya, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya geliştirdiği saldırgan politikaların gerisinde burjuva basının ve politikacıların hep dediği gibi Trump’ın “manyaklığı”, “dengesizliği” değil; ABD egemen sınıfının emperyalist-kapitalist dünya ekonomisinde yaşanan tektonik kaymanın sonuçlarını çeşitli araçlarla geri çevirme çabaları bulunuyor.
ABD’nin değişimi geri çevirme amacıyla kullandığı en önemli araçlar askeri ve politik aygıtlardan oluşuyor. ABD geçtiğimiz hafta bu bağlamda yeni bir hamle yaptı ve Trump ziyaret ettiği Pentagon’da yeni bir füze savunma stratejisi programı geliştirmeyi gündeme aldıklarını açıkladı. Füze Savunma Stratejisi olarak adlandırılan program, ABD’nin bir süre önce Nükleer Silahların Sınırlandırılması Anlaşması’ndan çekilmesiyle uyumlu bir adım. ABD, uzmanlarca 1 trilyon dolar tutarında bir harcama gerektireceği tahmin edilen bu programla dünya çapında yeni bir nükleer silahlanma yarışı için gaza basıyor.
ABD yönetimi, yeni Füze Savunma Stratejisini bu yılki Pentagon Füze Savunma Gözden Geçirme Raporu’nda gerekçelendirmişti. Raporda, Rusya ve Çin’in yanı sıra, Kuzey Kore ve İran gibi devletlerin füze geliştirme faaliyetlerinin ABD için bir yenilenmeyi zorunlu kıldığı belirtilmiş ve “rakiplerimize: sizin neler yaptığınızı görüyoruz ve biz de eyleme geçiyoruz” denilmişti. ABD rakiplerine karşı eyleme bu yeni programla geçiyor.
Rusya’dan yapılan resmi açıklamada, bu yeni adımın “Reagan’ın Yıldız Savaşları” projesinin dönüşü olduğu belirtildi ve bunun kimseye yarar sağlamayacağı vurgulandı. Reagan’ın “Yıldız Savaşları” projesinin o dönem 300 milyar dolar tutarında harcama gerektirdiği ve Amerikan silah tekellerine büyük kar kapıları açtığı yani büyük yarar sağladığı biliniyor. Hiç kuşkusuz bu yeni hamlelerin de yarar sağlayacağı her zaman olduğu gibi sadece silah tekelleri olacak.
Bir tesadüf müdür bilinmez, Trump Füze Savunma Stratejisi’ne ilişkin açıklamayı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Kim Jong Un’dan sonraki ikinci üst düzey yetkilisi Kim Yong Chol ABD’ye indiği gün yaptı. Chol ABD’ye yeni bir Trump Kim zirvesi hakkında görüşmeler yapmak için Pekin’den bir Çin yolcu uçağı ile gelmişti.
Devlet Başkanı Kim geçtiğimiz haftalarda sürpriz bir Çin ziyareti gerçekleştirdi. Bu ziyarette imzalanan yeni ticaret ve iş birliği anlaşmaları, ABD’nin uygulamakta olduğu Çin’le Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti arasındaki ilişkileri zayıflatma taktiğinin de istediği sonuçları üretemediğini gösterdi. Bu ziyaretin üzerinden çok zaman geçmeden geçen haftaki Chol ziyaretiyle yeni bir Trump-Kim zirvesinin hazırlandığı açıklandı.
Trump’ın Kore açılımı iktidara gelmesiyle birlikte başladı. Başlangıçtaki nükleer saldırı tehditleri daha sonra yerini zirve toplantılarına bıraktı. ABD’nin temel taktiği, Çin’in etrafını kuşatma politikasına Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni de katmaktı. Bu amaçla havuç sopa politikası devreye sokuldu. Askeri tehditlerin yanı sıra, sıkılaştırılan ekonomik yaptırımlarla ülkenin üzerindeki baskı yoğunlaştırıldı; eğer uygun adımlar atılırsa bunları ekonomik “ödüllerin” takip edeceği vaat edildi. Şu ana dek istenilen sonuçları alabilmiş değiller, yeni zirve muhtemelen yeni vaatlere vesile olacak. İstedikleri sonuçları elde edemediklerini tam olarak anladıkları takdirde, yeni bir saldırı tehdidi dalgasının gelmesi hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
ABD Başkan yardımcısı Mike Pence, geçtiğimiz perşembe günü yaptığı konuşmada, Kore’nin nükleer silahlardan arınma konusunda hiçbir somut adım atmamasından şikayet ediyordu. ABD’nin Kore Yarımadasındaki askeri varlığı olduğu gibi durur, ülkeye yönelik ağır ekonomik yaptırımlar uygulanmaya devam eder ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin de içinde yer aldığı “şer ekseni” olarak adlandırılan ülkelerin son 20 yılda ABD silahlarıyla sırasıyla virane haline getirilmiş olması en kör göz tarafından bile kolayca görülebilirken, bu talebin kolayca yerine gelmeyeceğini görmek zor olmasa gerektir.
İngiltere’de yaşanmakta olan politik krizi daha da derinleştiren Brexit oylaması da, emperyalist-kapitalist dünyada yaşanan tektonik kaymanın yarattığı sonuçlarla doğrudan ilgiliydi. Almanya örneğinde görüldüğü gibi, İngiltere’de de egemen sınıf içinde geleceğe dair huzursuzluk artar, bir seçim yapma konusunda zaman daralırken kaçınılmaz farklılıklar oluşuyor. ABD’nin tutum netleştirme konusundaki baskısı, yapılacak tercihlerde çıkar ve öncelikleri farklılaşan egemen sınıf güçlerini bölüyor ve bu bölünmeler yaşanan politik krizlerde ifadesini buluyor.
Dünyanın efendileri, burjuva basının ifadesiyle “küresel ekonomik ve politik elit” tüm bu sarsıntıların ortasında bir kez daha İsviçre’nin Davos adlı kasabasında Dünya Ekonomik Forumu çatısı altında bir araya geldiler. Forum’da konuşması en fazla ilgi çeken isimlerden biri ABD Dışişleri Bakan Mike Pompeo idi. Pompeo dinleyici kitlesine hitabında, “Başkan Trump’ın uyguladığı ekonomik model, düşük vergi, ekonomik liberalizm ve ticari reformlardan oluşmaktadır” dedi. Bu modelin ülkesinde önemli başarılar kazandığını dile getiren Pompeo, herkesi bu modeli kopyalamaya davet etti. Dünyanın üzerinde yeni fırtınaların dolaştığını belirten Pompeo, iyi gelişmelerin yaşandığını, bu gelişmelerin ulusların ve güçlü sınırların önemini herkese gösterdiğini vurguladı. Konuşmasında uğraşmakta oldukları önemli jeopolitik tehditlerin varlığını da gündeme getiren Pompeo, bunları: “Kuzey Kore’nin Nükleer Programı, İran’ın ülke dışındaki maceracılığı, Çin’in devlet merkezli ekonomisi, Çin’in komşularına karşı kavgacılığı, Çin’de güçlenen totaliter devlet yapısı, halen var olan İslamcı terörizm” olarak sıraladı.
Davos’ta Pompeo’nun uydu yayınıyla yaptığı konuşmanın ardından kürsüye yeni Brezilya Devlet Başkanı faşist Bolsonaro çıktı. Bolsonaro, uygulamak istedikleri ekonomik modelin “iş dünyası dostu” olduğunu belirttikten sonra, bu modelin temel unsurlarını şöyle sıraladı: “vergi indirimleri, özelleştirme, devleti küçültme ve yeniden dizayn etme, girişimcileri cesaretlendirme”. Bolsonaro, devletin küçültüleceğini ancak devletin “ağır elinin güçlendirileceğini” de konuşmasında özellikle belirtti. Yani devletin ekonomik faaliyetleri şirketlere devredilir, devlet kurumları tarafından örgütlenen kamusal hizmetlerin üretimi de sermayeye peşkeş çekilirken, devletin baskı aygıtları büyütülecek, genişletilecek ve daha da gelişkin kılınacaktı. Bu, Bolsonaro’nun konuşmasında, “güvenlik için harcamaları arttırmak” şeklinde kodlanmıştı.
Pompeo ve Bolsonaro’da temsil olan anlayışın ekonomiye dair söyledikleri tüm Davos bileşenlerinin yani “küresel ekonomik ve politik elitin” uzun yıllardır kuvvetle savundukları ve onların çıkarlarını temsil eden görüşlerden oluşan ekonomik modeldir. Bunda ne bir yenilik vardır ne de bir orijinallik. Tüm dünyayı sarsmakta olan krizlerin asıl nedeni sözü edilen bu modeldir. Bu tekelci kapitalizmdir, diğer bir deyişle Finans-kapitalizmdir. Davos’ta toplantıların başladığı gün, Oxfam tarafından açıklanan bir rapor bu ekonomik modelin yarattığı sonuçların en önemlisinin üzerine güçlü bir ışık tutuyordu. Oxfam’ın yeni raporuna göre;
*Dünyadaki en zengin 26 kişinin serveti dünya üzerindeki 3.8 milyar insanın servetine denk düşüyordu.
*Dünyanın en zenginleri geçen yıl servetlerine günde ortalama 2.5 milyar dolar katmıştı.
*Milyarderlerin toplam serveti geçen yıl 900 milyar dolara yükselirken 3.4 milyar insan günde ortalama 5.50 dolardan daha az miktar kazanarak yaşam mücadelesi veriyordu.
Pompeo’nun, Bolsonaro’nun dilinden düşmeyen “güvenlik”, “güvenlik için harcamaları artırmak”, “devletin ağır elini güçlendirmek” sözleri işte bu devasa boyuttaki eşitsizlikle doğrudan ilişkili ve “küresel ekonomik ve politik elitin” ayak sesleri duyulmakta olan büyük sınıf mücadelesi günlerine yönelik hazırlıklarına işaret ediyor.
Tekelci kapitalizmin yarattığı bu devasa boyutlardaki eşitsizlik, aynı zamanda sınıf mücadelesinin dünyanın her parçasında giderek daha fazla yükseleceğinin, dünyayı dingin barış günlerinin değil büyük sarsıntılara gebe patlayıcı günlerin beklediğinin en güçlü göstergesidir. Emperyalist kapitalizmin yarattığı ekonomik ve politik krizler, her yerde işçi sınıfı ve ezilenlerin kendi gerçek kurtuluşları için yürütmeleri gereken egemen sınıfın tüm unsurlarından bağımsız sosyalist politik faaliyetler için daha uygun koşullar yaratıyor. Bu gelişmeler, işçi sınıfı ve ezilenler açısından politik imkanları arttırırken, hemen her yerde en göze batan gerçek, bu politikaları ete kemiğe büründürecek, bu politikaları işçi sınıfı ve ezilenlere taşıyacak öncü politik aygıtın eksikliğidir. Bu bağlamda, günümüzde hemen her yerde en yaşamsal önemdeki politik adım, öncü politik aygıtın yaratılması yönündeki yaratıcı faaliyet olarak belirmektedir.