Cenk Ağcabay

Filistin Meselesi Üzerinden Soytarılar Geçidi

”…günümüze dek devam eden mücadele bizatihi Filistin kimliğinin varlığının kanıtıdır. Kimliksiz Filistinlilerin bayrağı tüm dünyada ilerici-devrimci birikimin olduğu her yerde dalgalanmaya devam ediyor. Emperyalist merkezler bu nedenle Filistin bayrağını yasaklamak istiyor.”

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları devam ederken beklenen oldu. Siyonist İsrail yönetimi Lübnan ve Suriye’ye yönelik saldırılar düzenlemeye başladı. İsrail bu saldırılarla savaşı bölgeselleştirmeye ve ABD, AB desteğini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Son birkaç günde ABD’den AB’ye, Asya’dan Ortadoğu’ya milyonlarca insanın Filistin halkıyla dayanışma amacıyla alanları doldurması Siyonist yönetimde ve emperyalist cephede “acil durum” sinyallerinin yanmasına neden oldu.

İngiltere yönetimi Filistin bayrağını “suç objesi” olarak kabul etme yönünde adımlar atarken, Almanya yönetimi Filistin halkıyla dayanışma eylemlerini “suç” olarak kabul etmek için faaliyet yürütüyor. Korkuları boşuna değil. Gerçekler devrimcidir. Ne kadar gizlerseniz gizleyin, ne kadar bastırırsanız bastırın; gerçeklerin devrimci sonuçlara yol açmasını engelleyemezsiniz. Berlin’de Filistin halkıyla dayanışma eylemi düzenleyen kitleye polis vahşice saldırıyor. Saldırganlıkları korkularından. Bundan ötürü Amerikan savaş filosu bölgede, Amerikalı yetkililer ardı ardına “caydırıcılık” mavalı altında güç gösterisi yapıp tehditler savuruyor. İngiltere de bölgeye savaş gemileri göndereceğini açıkladı.

Gelişen olaylar hakkında yapılan çeşitli yorumlarda Batı’nın “sivil ölümler” hakkındaki çifte standardından, ikiyüzlülüğünden söz ediliyor. Bu yorumlar ciddi bir sorunla malül. Ortada bir çifte standart ya da ikiyüzlülük yok. Herkes kendisi için uygun olanı yapıyor. Birkaç yıl önce İsrail’in Gazze’ye yönelik bir hava saldırısı sonrasında Almanya’nın Deutsche Welle kanalı Filistinli aydın Ali Abudinimah ile görüşmüştü. Alman gazeteci ısrarla Abudinimah’tan Gazze’den fırlatılan Hamas füzelerini de kınamasını istiyordu.
Tartışmanın bir noktasında Abudinimah şu sözleri sarf etti: “Sizin dedelerinizin işlediği suçlar, Yahudilere yönelik katliamları nedeniyle benim halkım onlarca yıldır katliama uğruyor. Sizin dedelerinizin günahlarını neden benim halkım ödüyor.” Abudinimah Hamas taraftarı değildir. Solcu bir Filistinli aydındır. Filistin halkının direnişinin önde gelen savunucularındandır. Abudinimah’ın bu sözleri nedeniyle program birkaç saat sonra internet sitesinden kaldırıldı. Programdan birkaç saat sonra Batı basınında Abudinimah’ın ne denli anti-semit olduğu hakkında bir karalama kampanyası başlatıldı. Gerçeğin dile gelmesinden bu denli korkuyorlardı. Gerçek devrimciydi. Açık ifade edildiğinde suratlarda maske bırakmıyordu. İsrail’e gelen ABD Dışişleri Bakanı Blinken Netanyahu ile yan yana basının karşısına geçtiğinde, İsrail’e “bir Yahudi olarak” geldiğini söylüyor. Silah ve cephenin yolda olduğu müjdesini veriyor. Bunların tümü herkesin ikiyüzlülük değil doğasına uygun olanı yaptığını açık biçimde gösteriyor. ABD Dışişleri Bakanı “Yahudi olarak” geldim diyor ama milyonlarca Yahudi sokakları “Özgür Filistin” pankartlarıyla dolduruyor. Blinken aslında “Siyonist olarak” geldim diyor.

“Filistinliler haklıdır ama”

Yıl 1095’ti. Papa II. Urban Fransa’da Clermont’ta Avrupa’nın aristokrat egemenlerini topladı. Müslümanların ele geçirdiği ve kirlettiği kutsal toprakların kurtarılması için bir çağrı yaptı. Birinci Haçlı Seferi başladı. Güney Fransa’dan yola çıkan Haçlı Ordusunun ilk hedefi ilerledikleri Avrupa topraklarındaki Yahudiler oldu. Gerçekleşen büyük Yahudi katliamlarının altında yatan asıl neden yollara dökülmüş züğürt ve aç köylü yığınlarının hayalini kurduğu altınlardı. Taş üstünde taş gövde üzerinde baş bırakmadılar. Yahudilerin sahip olduğu zenginlikleri yağmaladılar. Kutsal Savaş için yola düşenler Macaristan sınırlarına ulaştıklarında bu kez Hıristiyanlar tarafından fena halde biçildiler. Macaristan Hıristiyanları kendilerini soydurmama ve savaşma kararı almış, ciddi hazırlık yapmışlardı.

Irkçılığın tarihi üzerine önemli çalışmalar yapan Amerikalı tarihçi Profesör George Fredrickson’ın verdiği bilgilere göre, “Yahudilerin ayin amacıyla bir Hıristiyan çocuğu çarmıha gerdiğine dair ilk iddia 1150 civarında İngiltere’de ortaya atılmıştır. İngiltere’de ve başka yerlerde bu tür başka suçlamalar da ortaya atılmış ve bunlar genellikle Yahudilerin en kutsal törenleri için Hıristiyan kanına ihtiyaç duydukları iddiasıyla birleştirilmiştir.” Bu iddiaların ortaya atılmasından sonraki yıllarda İngiltere’de 3 büyük Yahudi katliamı düzenlenmiştir.

İngiltere’de düzenlenen bu Yahudi katliamlarının büyük ölçüde Haçlı Seferleriyle doruğa çıkan “Haçlı ruhunun” yarattığı şiddet eğiliminin halk arasında yayılmasından kaynaklandığını düşünen bir İngiliz tarihçiye göre, “Yahudi pogromları İngiltere’nin Yahudi toplumu için felaketti. Vandalizm, kundaklama ve katliamlar İngiliz Yahudilerine Hıristiyan komşularının hoşgörüsünün geçmişte kaldığını gösterdi. Haçlı Seferleri’nin coşkusu İngiliz halkı arasında fanatik bir dindarlık duygusu uyandırdı ve bu duygu insanları İsa adına vahşet yapmaya itti.”

Yahudi halkı Avrupa’da Fransız devrimine dek hep ayrımcılığa ve katliamlara uğradı. Katolik İspanya’da vahşet arşa ulaştı. İlk Yahudi gettosu Venedik’te 1516’da inşa edildi. Avrupa’nın birçok kentinde Yahudi halkını çevreleyen duvarlarla kaplanmış gettolar kurulmuştu. Fransız devriminin genel eşitlik ve özgürlük kavrayışının ürünü olarak Yahudiler Fransa’da devrim sonrasında görece daha uygun koşullara kavuştu. Ayrımcılık son bulmamıştı ve Avrupa’da 19 yüzyılda ırkçı akımların hızla gelişmesi Yahudi halkı için yeni bir büyük tehlikeye işaret ediyordu. 19. Yüzyıl sonunda Avrupa’da doruk noktasına ulaşan ırkçılık 20. Yüzyılda Nazi iktidarında kendi mantık sonuçlarına vardı ve onun eliyle uygulanan “nihai çözümün” yolunu döşedi. Avrupa’da işler böyle yürüdü.

Gelelim Filistin’e.

Son bir haftada yaşananlar gösterdi ki, Siyonist merkezlerin tarihsel cürümlerine meşruiyet zemini yaratmak amacıyla imal edip yaydıkları masalların alıcısı ve yayıcısı çok. Kendilerine bilim insanı denilen ama daha çok eski saray soytarılarını andıran iki zat İlber Ortaylı ve Celal Şengör “seküler milliyetçi” olarak adlandırılan bir yeni yetme faşistin çok izlenen programına çıkmış Filistin halkına saldırıyor. “Topraklarını sattılar”. Topraklarını satmakla da kalmamışlar biri el yükseltiyor; eskiden Filistinli demek, toprak satıp parasını Kahire’de, Beyrut’ta yiyen demekmiş. Devamını getirmiyor tabii, “bizim toprak sahipleri satmaz. Bizde toprak kutsaldır, vatandır” gibi şeylere girmiyor. Bugün Siyonizm’e hizmet edilecek, bu kadarı kafi.
Filistinli toprak sahipleri Siyonistler’e toprak sattılar tabii ki, ama bu satışlar ne miktar olarak ne de zamanlama olarak Filistin’in önce İngiliz emperyalizmi ardından da emperyalizm destekli Siyonist işgalini açıklayabilir. Filistin’in tarihsel trajedisini toprak sahiplerinin satışlarıyla açıklamak tam olarak Siyonizm’in tarihsel gerçeklere uymayan masallarını yinelemektir. Siyonist işgale meşruiyet sağlamaktır. Filistin egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşma ve Siyonizm’le uyumlu bir hat izleme arzusu hiç kuşkusuz sömürgeci projenin başarı kazanmasında ve Filistin direnişinin belirli anlarda zayıflamasında önemli pay sahibi olmuştur. Bu salt Filistin egemen sınıfına değil genel olarak bağımlı burjuvaziye özgü bir kalıbın işlemesiyle bağlantılıdır. Bu gerçeğin güçlü sınıfsal eleştirileri bu soytarıların tarzından çok farklı olarak Filistinli Marksist-Leninistler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Osmanlı sınırları içindeki Filistin Büyük Suriye’nin bir parçasıydı. 1853-1856 arasında devam eden Kırım Savaşı sonrasında Filistin’de yarım milyon insan yaşıyordu. Bu nüfusun 60.000’i Hıristiyanlığın farklı mezheplerine mensuptu, 20.000 Yahudi yaşıyordu. Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelmiş 10.000 Avrupalı vardı ve nüfusun geri kalanı Filistinli Araplardan oluşuyordu. Haziran 1922’ye gelindiğindeyse, Filistin’de kurulan Britanya Manda Yönetimi ülkenin nüfusu ve nüfusun dağılımına ilişkin bir sayım yapmış ve sayım sonucunda şu tablo ortaya çıkmıştı: “650.000 Müslüman, 80.000 Hristiyan ve yerel Yahudi milleti ve Siyonist yerleşimciler de dahil olmak üzere 60.000 Yahudi.”

Filistin halkının yaşadığı tarihsel trajedide esas olarak iki aktör merkezi önem kazanmıştı. Bunlardan biri, Yahudi halkının içinden çıkan, Yahudi halkının Avrupa’da ve Rus Çarlığında maruz kaldığı acımasız katliamlara karşı ırkçı ve yayılmacı bir “Yahudi ulusal ideolojisi” geliştiren Siyonist hareketti. Avrupa ve Rus Çarlığında çok güçlenmiş olan anti-semitizmden beslenen Siyonizm düşmanıyla aynı ırkçı ve ayrımcı temele sahipti. Diğeri Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Ortadoğu’yu kendi jeo-politik öncelikleri doğrultusunda yeniden şekillendirirken, Süveyş Kanalının güvenliği ve petrol çıkarları çerçevesinde Siyonist harekete vekil güç olarak alan açan İngiliz emperyalizmi. Dünya Siyonist Örgütü’nün liderlerinden Heim Weizmann henüz 1914 yılında Siyonist hareketin meseleye yaklaşımını net olarak ortaya koyan şu açıklamayı yapmıştı: “Rahatça söyleyebiliriz ki, eğer Filistin İngiltere’nin nüfuz alanına girer de, İngiltere de orada kendisine bağlı bir Yahudi toplumunun oluş­masına olanak sağlarsa, yirmi ya da otuz yıl içinde oraya bir milyon ya da belki daha fazla Yahudi toplarız. Onlar orada ülkeyi kalkındırır, uygarlığı geri getirir ve Süveyş’in savunmasında da etkili bir rol üstlenirler.”

İngiltere savaşı kazandı ve Filistin’i sömürgeleştirdi. Siyonist hareket çok geniş bir hareket alanı kazandı. Ciddi finansal kaynaklara sahip olan Siyonist hareket düzenlediği büyük kampanyalara rağmen bir türlü hedefini tutturamıyordu. İsrailli tarihçi İlan Pappe’nin verdiği bilgilere göre, “1897 ile 1920 arasında Filistin’e 61.806 Yahudi göç ederken 2 milyon Yahudi ABD ve Kanada’ya göç etmişti.” Filistin’e Yahudi göçünde kritik moment Avrupa’da faşizmin yükselişi, Nazi iktidarı ve katliamlarıydı. Faşizmin geniş bir Yahudi nüfusa sahip Doğu Avrupa’da yükselişi buna eklendi.

Liberal soytarı Nevşin Mengü Filistin’de son yaşanan gelişmeler hakkındaki programında pek çokları gibi Siyonist merkezlerin imal edip yaydığı bazı masalları tekrarlamayı marifet kabul etmişti. Yaşananları yorumlarken, “Bunun Mescid-i Aksa ile Filistin bilmemnesi ile alakası yok. Filistinlilik diye bir olgu oluşa gelmedi. Filistinlilik diye bir kimlik yok. Filistinlilik meselesi diye bir şey yok. Milli bilinç diye bir şey yok. Karşılaştırmak doğru değil ama Rusya Ukrayna savaşında ne gördük? Ukraynalılık diye bir bilinç var. Filistin’de bu yok. Filistin’de ilk başta Filistin Kurtuluş Örgütü daha sol sosyalist bir damarı yakalamış. Oradan kendisine bir kimlik inşa etmişti. O çökünce bu sefer İslamcı bir kimlikle Filistinlilik oluşturulmaya çalışıldı.” diyordu.

Kimlik, milli bilinç kuşkusuz üzerinde konuşulan, tartışılan kavramlar. Bu kavramlara Filistin ve Ukrayna üzerinden böylesi bir yaklaşımsa ancak soytarılık olarak kabul edilebilir. Filistin halkı Müslüman’ı, Hıristiyan’ı ve Yahudi’siyle bir Filistin kimliğini paylaşıyordu. Filistin’in yerel Yahudileri kendilerini Filistin kimliği içinde kabul ediyordu. Bunu doğrudan kendileri anlatıyor. Filistin’de ilk tarım yerleşimlerinin kurulmasının ardından oldukça kapalı bir yaşam biçimine sahip yerleşimcilerle yerel halk arasında sorunlar yaşanmaya başladı. Yerleşimcilerle sorun yaşayanlar arasında yerel Yahudiler de bulunuyordu.
İsrailli bilim insanları Hillen Cohen ve Yuvel Evri’nin yakınlarda yayınlanan bir çalışmasında, Balfour Deklarasyonunun Filistin halkı tarafından öğrenilmesinin ardından yaşananlar belgelere dayalı olarak ortaya kondu. O dönem Kudüs’ün önde gelen Yahudi ailelerinden birine mensup olan Yosef Castel, deklarasyondan dört yıl sonra deklarasyonun düzeltilmesi gerektiğini düşünerek yeni bir versiyonunu hazırlamış, alternatif deklarasyonda Filistin halkları için “Tarihsel bir gereklilik olarak her ikisi birlikte yaşamak ve kendi tarihsel yurtlarını aynı toprak üzerinde barışçıl bir biçimde birlikte oluşturmak zorundalar” demiş. Cohen ve Evri, Castel’in deklarasyonunun Filistin’i iki halkın ortak toprağı olarak sunarak Siyonist söylem ve tarih yazımındaki kabul edilmiş tabuları yıktığını ifade ediyorlar. Bununla da kalmıyorlar, bu İsrailli bilim insanları “acaba Castel’in deklarasyonu doğrultusunda hareket edilseydi, yüzyıl çok farklı yaşanmaz mıydı?” sorusunu da soruyorlar. İsrailli ciddi tarihçiler bu anlamlı ve önemli soruya yanıt ararken bizdeki soytarılar işgal ve sömürgeleştirmenin zorunluluğunu toprak satışıyla, “milli kimlik” oluşmaması gibi Siyonist masallarla kanıtlamaya çalışıyor.

İsrailli tarihçilerin ele aldığı bir başka örnek, yine o dönem Filistin’de yaşamakta olan ve dinsel liderler yetiştiren bir Yahudi ailenin çocuğu olan Haim Ben Kiki’dir. Kiki duyulmasından itibaren deklarasyona karşı çıkmış, deklarasyonu Avrupa çıkarlarını ve kültürünü bölgeye empoze etmek isteyen sömürgeci bir proje olarak tanımlamış. Bu görüşlerini Kudüs’te yayınlanan Doar Hayom adlı gazetede ifade etmiş. Kiki, Sefarad toplumunun Ortadoğu’da kendini evinde hissettiğini, empoze edilmeye çalışılanın ise Arap ve Yahudilere aynı ölçüde yabancı olduğunu vurgulamış. Kuşaklar boyunca bir arada yaşamanın sonucu olarak Araplarla ortak bir ruha sahip olduklarını dile getirmiş. Soytarılar muhtemelen bu gerçeklerden bihaber. Haberleri olsaydı da çok kızarlardı zaten; şuna baksana “modern Batı uygarlığı” yerine barbar Araplarla “ortak bir ruh” paylaşmak…

Tarihçilerin verdikleri bilgilere göre, Deklarasyonun duyulmasının ardından deklarasyona karşı ortak bir davranış geliştirmek isteyen Filistinliler Yafa, Hayfa ve Kudüs’te yeni gazeteler yayımlamaya başladılar. Bu gelişmelerden hız alan bir ilk gerçekleşti ve Filistin’in ilk politik partisi “Hıristiyan-Müslüman Birliği” kuruldu. Deklarasyonun birinci yıldönümü ulusal protesto günü olarak ilan edildi ve protestolara kol kola girmiş binlerce Müslüman, Yahudi ve Hristiyan Filistinli katıldı. Tabii “ulusal bilinç” geliştiremedikleri için aslında ne yaptıklarının da farkında değillerdi…

Filistin halkının deklarasyona karşı seferber olması üstüne İngiliz yöneticileri arasında konuya ilişkin tartışmalar yaşandı. Balfour bu tartışmalar esnasında kabineye şu memorandumu sundu: “Dört büyük devlet, Siyonizme taahhütte bulundu ve Siyonizm, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arap’ın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.”

Balfour’un dikkat çektiği konu çok önemliydi, deklarasyonun İngiliz hükümeti tarafından ilanından hemen sonra ABD, Fransa ve İtalya deklarasyona desteklerini açıklamıştı. Proje emperyalist merkezlerden onay almıştı. Koca devletlerin dağıtılıp yerlerine yenilerinin kurulduğu mahşer günleri yaşanıyordu. Savaşın galibi emperyalistler proje üzerinde ortaklaşmıştı. Olmayan Filistin kimliği değil Siyonizm’e sunulan maddi, askeri kaynaklar ve politik destekti. Filistin’in sömürgeleştirilmesinden sonra art arda patlayan anti-sömürgeci isyanlar ve günümüze dek devam eden mücadele bizatihi Filistin kimliğinin varlığının kanıtıdır. Kimliksiz Filistinlilerin bayrağı tüm dünyada ilerici-devrimci birikimin olduğu her yerde dalgalanmaya devam ediyor. Emperyalist merkezler bu nedenle Filistin bayrağını yasaklamak istiyor. Mengü de emperyalist merkezlerle aynı havadan çalıyor, Siyonist masalları dinleyicilerine yutturmaya çalışıyor.

Türkiye’de şekillenen ırkçı-şoven ideolojinin önemli bileşenlerinden biri Arap halkına yönelik ayrımcı ve üstten söylemdir. Osmanlı tarihinin ırkçı-şoven yorumunun geliştirdiği anlatıda Araplar yüzyıllarca Türk şefkati altında bir elleri yağda diğer elleri balda keyif içinde yaşamış ama buldukları ilk fırsatta düşmanla işbirliği yapıp imparatorluğu arkasından hançerlemiş hainler olarak resmedilir. Arapların bir ulus olarak kendi varlıklarıyla yeni bir yaşam kurma arzusu ihanetle eşdeğer görülür. Irkçı-şoven ideoloji de diğer ideolojiler gibi koşullara bağlı olarak farklı biçimler kazanır, başka ideolojilerle etkileşir, diğerlerinden bir şeyler alırken aynı zamanda onlara bir şeyler verir. Onun çeşitli bileşenleri diğerleriyle eklemlenir. Son yıllarda Siyasal İslamcılığa karşı bir tepki olarak gelişen “Seküler Milliyetçilik” olarak adlandırılan akımlar Türkiye’deki ırkçı-şoven ideolojinin temel bileşenlerini kapsamaktadır. Filistin direnişi karşısındaki konumlanışlarında bu ideolojik bileşenler önemli bir yere sahiptir.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant yaptığı bir açıklamada, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz” dedi. Gallant’ın bu sözlerine çeşitli tepkiler geldi. Oysa Gallant bir Siyonist şefin gerçek kavrayışını ifade etmekten başka bir şey yapmamıştı. Irkçı-şoven ideolojiyle zehirlenmiş olanlardan başkasını beklemek onlardan çok şey istemektir. Sorunun kaynağı zaten bu kavrayışın kuruluşundan itibaren İsrail’e kumanda etmesidir. Bu o kadar öyledir ki, Gazze’ye ölüm yağdıran İsrail’in solcu sayılan Devlet Başkanı Herzog dün yaptığı bir konuşmada Gazze için şu ifadeleri rahatça kullanıyor: “Orada sorumlu olan bütün bir ulustur. Sivillerin haberdar olmadığı, olaya dahil olmadığı söylemi doğru değil. Bu kesinlikle doğru değil.” Sivil, çoluk, çocuk hepsini öldürüyoruz ulus olarak sorumlular diyor. İşte bu Siyonizm’in gerçek mantığının en üst düzey yetkili tarafından dile getirilişidir. Siyonist yönetime başındna beri bu anlayış kumanda etmektedir.
Ocak 2012’de İsrail Televizyonu ve France 2’nin ortak bir belgesel projesi İsrail televizyonunda yayınlanmaya başladı. Belgeselin ismi: Terörün Tarihi idi. Belgeselin dayandığı bilgi temelini birlikte çalışan Fransız ve İsrailli akademisyenler hazırlamıştı. Dünyadaki modern terörizmin yörüngesinin izini süren araştırmacılar, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN), Küba devrimi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nde (FKÖ) açık kökler tespit etmişti. Bu politik örgütlerin tümü dünya tarihini lekeleyen ‘cani ideolojiler’ geliştirdi olarak sunulmuştu. Belgeselin son bölümünde bu çizginin günümüz uzantısı olarak Hamas yer alacaktı. Bu bölüm henüz çekilmemişti. Nevşin Mengü gibi soytarılar genel olarak entelektüel altyapılarını bu tip projelerden alır. Başka bir entelektüel altyapıyla Nazi işbirlikçisi faşist çetelere milli bilinç ya da kimlik atfedilebilir mi?

Mengü’nün “Ukraynalılık bilicinin” sembolü Stepan Bandera’nın adını Kiev’in caddelerine, önemli binalarına veren “milli bilinç” sahibi Ukrayna hükümetidir. Banderacı çetelerin mensupları 2014’ten beri Ukrayna’da devlet aygıtında ve orduda önemli pozisyonları işgal ediyorlar. Bandera İkinci Emperyalist savaşta 30 bin kişilik ordusuyla Yahudilere, Polonya kökenlilere ve komünistlere kan kusturmuş bir kitle katliamcısıdır. Kızıl Ordu faşizmi ezdiğinde Kızıl Ordu’ya teslim edilmemiş sahipleri tarafından korunmuş, Batı istihbarat örgütlerine hizmet etmesi Sovyetlere karşı mücadele etmesi için Avrupa’ya yerleştirilmiştir. Daha sonra Batı Almanya’da Sovyetler Birliğinin özel birimlerinin bir operasyonuyla cezalandırılmıştır. Bandera Mengü’nün sahip çıktığı Ukrayna “milli kimliğinin” babasıydı. O 30 bin kişilik ordusuyla Nazi koruması altında kitle katliamları yaparken milyonlarca Ukraynalı Kızıl Orduyla birlikte faşizme karşı savaşıyordu. Böyle olduğu için Banderacılar tarafından “gayri-milli” ilan edilmişlerdi. Bugün Batı basınına düşen haberlere göre, Ukrayna devlet başkanı Zelensky endişeli. Endişesinin kaynağı, Batı’nın ilgisinin Ukrayna’dan İsrail’e kaymış olması ve İsrail’e yapılacak para ve silah yardımlarının Ukrayna’nın payını küçültmesi. Netanyahu’ya endişelerini aktarmak isteğinden olsa gerek, “İsrail’e özel bir dayanışma ziyareti yapmak” için hazırlıklara başlamış.

Netanyahu onun endişelerini nasıl karşılar bilinmez ama İsrail’de bazı örgütlerin onu hiç hoş karşılamayacaklarını biliyoruz. Daha önce defalarca bir araya gelerek açıklamalar yapan İsrailli örgütler, Ukrayna devletinin Yahudi katillerini “milli kahraman” olarak kabul etmesini protesto etti. Aynı örgütler, Ukrayna’ya silah gönderilmesine de karşı çıktı. Gerekçeleri silahların bir bölümünün son adresinin Neo-Nazi gruplar olmasıydı. “Milli kimlik”, “milli bilinç” böylesine karmaşık konular. İsrail devletiyle dayanışacak bir Yahudi İsrail’de yaşayan başka Yahudiler tarafından kendi dedelerinin, babalarının katillerini kutsamak suçlamasıyla protesto edildi ve ziyaret gerçekleşirse yüksek bir olasılıkla yine protesto edilecek.
Bir kez daha vurgulamak gerekiyor, “miilli kimlik”, “ulusal bilinç” gibi kavramlar bu soytarıların entelektüel alt-yapılarının ötesinde ele alındığında yerli yerine oturtulabilir. Banderacılığın en fazla öne çıkardıklarından biri Ekim Devrimi ile geniş ölçüde kullanım alanı kazanmış, iki emperyalist savaş arası dönemde son derece yaygınlaşmış “Yahudi-Bolşevik şeytan” söylemiydi. Ekim devriminden sonra Sovyet iktidarına karşı savaşan Beyaz Ordu komutanları Çarlık döneminde Yahudi katliamları düzenlemiş unsurlardı. Anti-semitik yaklaşımları çok belirgindi. ABD ve Avrupa emperyalistleri Sovyet iktidarını yıkmak için Yahudi katillerini paraya ve silaha boğmuşlardı.

Sadece bu kadar da değildi, mesela İsrail’in kuruluşunda önemli pay sahibi olan İngiliz Sömürgeler Bakanı Winston Churchill o dönem İngiltere’de liberal Illustrated Sunday Herald’e yazdığı bir yazıda, “Rusya’da Bolşevizm’in ve Rus Devriminin yaratılmasında enternasyonal ve ateist Yahudilerin” oynadığı etkili role vurgu yapıyordu. Churchill’e göre, bu Yahudiler için yeni bir durum değildi, bunun “Fransız devrimi trajedisine” uzanan bir tarihi vardı. Enterasyonal Yahudiler o süreçte de benzer roller oynamıştı. Bunları yazan Churchill Yahudilere Filistin’de bir yurt kurulması projesinin mimarlarındandı. Burada bir çelişki yoktu. Belirleyici olan İngiliz emperyalizmine hizmet edecek Siyonizm ve emperyalizme karşı mücadele eden Sovyetlere dost Yahudiler ayrımıydı. Halkların Kardeşliği ve Ezilenlerin Birliği perspektifine sahip Yahudiler “Enternasyonal Yahudilik” olarak kodlanmıştı. Siyonizm bunun tam karşıtı bir Yahudilik tasavvuruna sahipti, ırkçı-şoven ve ayrımcıydı. Emperyalizm açısından tam olarak bu niteliğiyle kullanışlıydı.

Paylaşın