Türkiye devrimci hareketinin mücadele tarihi açısından zorla kurulan ilişki her zaman tartışma konusu olmuştur. Tarih boyunca devrimci şiddet tartışması gündemi açıldığında hakim sınıfların nefreti kadar ezilen sınıfların temsilcisi olduğunu söyleyen kesimlerde de kafa karışıklığı, zaman zaman kendini belirgin şekilde hissettirmiştir.
Türkiye devrimci hareketinin tarihinde 71 silahlı direnişi esasen kendi sağından medet uman anlayıştan devrimci bir kopuşu içerir. İlk defa Türkiye devrimci hareketi, kendi öz gücüne dayanarak silahlı direnişi yaşamda pratikleştirmiş ve bu günlere uzanan bir mücadele tarihi yaratmıştır. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın mücadele geleneği esasen silahlı mücadeleyi pratikleştirmesi yönüyle kendinden önceki mücadele tarihinden ayrışmaktadır.
Türkiye devrimci hareketinin tarihi açısından 71 direnişinin devrimci mirası asla tartışma götürmeyecek şekilde el üstünde tutulmuş ve korunmuştur. Kimse devrimci şiddeti örgütlediği için 71 direnişinin öncü devrimcilerini tartışma konusu yapmamıştır.
Bugün birçok reformist sol çevre bile Denizler’i, Mahirler’i ve İbrahimler’i sahiplenmekte ve onların anmalarına katılmaktadır. Onların resimlerini taşımakta ve onların mücadele miraslarına atıflar yapmaktadır. Bu devrimci önderlerin nasıl bir mücadele pratiğine sahip olduklarına baktığımız zaman aslında gerçek bir kez daha gözler önüne serilmektedir.
Ezilenlerin devrimci eylemi 71 direnişinin temel dayanak noktası olmuştur. 71 devrimciliği esasen düzenin kurumlarıyla uzlaşma değil onlarla çatışma üzerine kurulmuştur.
Ancak zorun örgütlenmesi ve devrimci şiddetin meşruiyeti tartışması Türkiye devrimci hareketinin gündeminde belirli tartışmalarla var olmaya devam etmiştir. Son olarak Gezi Direnişi sürecinde de aynı tartışma yaşanmıştır. Sonrasında Halkların Birleşik Devrim Hareketi açısından gerçekleşen eylemler açısından da aynı tartışmalar yapılmıştır. Geçmiş tarihli olarak özellikle kentlerde yapılan askeri nitelikli devrimci eylemler sonrası bu tartışmalar yine gündeme gelmiştir.
Son olarak HPG tarafından Ankara TUSAŞ’a dönük gerçekleşen eylemle ilgili olarak da aynı tartışma yeniden gündeme geldi. Özellikle bu eylemin tamda “Kürt sorunun çözüm sürecinin” tartışıldığı bir dönemde gerçekleşmesi hakkında çeşitli komplo teorileri üretildi. Aynı zamanda da bir biri ardına yapılan açıklamalarla Ankara eyleminin kınama yarışına girildi.
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor devrimcilerin eyleminin meşruiyetini belirleyen şey gerçekleşen eylemin ezen ile ezilen arasındaki mücadele de neye tekabül ettiğidir. Faşist iktidar devrimci, demokrat ve yurtsever güçlere dönük acımasız bir savaş yürütüyor. Kürt halkı son 9 yıllık savaş sürecinde özellikle sömürgeci iktidarın kirli savaşının bütün acımasız yüzlerini defalarca gördü.
İnsanlar sokaklarda infaz edildi, bodrumlarda kadınlar ve çocuklar katledildi. Gerilla cenazelerine işkence yapıldı. 7’den 70’e kadar Kürt halkı sömürgeci iktidarın her türlü işkence ve zoruna maruz kaldı. Böylesi bir atmosferin içerisinde Ankara’da TUSAŞ’a yapılan eylem ezilenlerin mücadelesi açısından meşru bir eylemdir. İki devrimcinin gerçekleştirdiği eylem egemen sınıflar cephesinde korku ve tedirginlik yaratırken devrimci saflarda coşku ve moral yaratmıştır.
TUSAŞ herhangi bir hedef değildir. Orada üretilen insansız araçlar, füzeler, uçaklar ve silahlar Kürt halkının gençlerine ölüm yağdırmaktadır. Orada üretilen son teknoloji silahlar Kürdistan topraklarına ölüm yağdırmaktadır.
İki genç devrimci ömürlerinin baharında devrimci idealleri için bu eylemi gerçekleştirmiş ve ölümsüzleşmiştir. Kapitalist sömürü düzeninin alabildiğince insanları bireyselliğe teşvik ettiği ve devrimci düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştığı bu günlerde birçok devrimci çevre emperyalist kapitalist sistemin yarattığı bu kültürel erozyonu yaşamın içinde hissetmektedir. Böylesi bir atmosfer içerisinde iki gencin ömürlerinin baharında böyle bir eylemi gerçekleştiriyor olmaları ezilenlerin mücadelesi açısından büyük bir anlama sahiptir. Dolaysıyla içinde bulunduğumuz tarihsel anda bu eylemin meşruiyetini tartışmak ve eylem hakkında komplo teorileri üretmek faşizmin yürüttüğü işgal ve kirli savaş politikasının dolaylı destekçisi anlamına gelmek olacaktır.
Bizler enternasyonalist devrimciler olarak başka bir ulusu ezen bir ulusun asla özgür olamayacağının bilincinde olan insanlarız. Kürt halkının yürüttüğü özgürlük mücadelesi tarih boyunca egemen güçler tarafından hep yok sayılmış ve yalnızlaştırılmaya çalışılmıştır.
Tıpkı mazlum bir halk olan Filistin halkı gibi. Bugün Filistin halkı İsrail devleti tarafından her türlü baskı ve zorla birlikte soykırıma uğramaktadır. Filistin halkının İsrail siyonizmi karşısında direnişinin meşruiyeti tartışma götürmez bir haktır. Aynı şekilde Kürt halkının da işgalci faşist rejim karşısında ki direnişinin meşruiyeti tartışma götürmez bir haktır.
Bugün Filistin halkıyla dayanışma gösteren birçok devrimci örgüt aynı duyarlılığı ve dayanışma duygularını Kürt halkı için göstermekten imtina etmektedir. Bunun adı şovenizm ve devletin ceberut yüzüne hedef olmama korkusudur.
Mesele Filistin direnişi olduğunda gösterdiği anlayış ve hoş görüyü kendi yaşadığın topraklarda yaşayan Kürt halkına göstermezsen bunun başka bir adı olamaz.
Sonuç olarak Ankara’da gerçekleşen eylem ezen ile ezilen arasındaki mücadele içerisinde safları yeniden keskinleştirmiş ezilenlerin mücadelesinin neler gerçekleştirebileceğini gözler önüne sermiştir.
Bizlerin devrimci görevi işçi sınıfı ve ezilenler cephesinde faşizm ve sömürü düzeniyle ortak olmayan bir bilinç ve algı dünyası yaratmaktır. Egemen sınıfların çıkarlarını savunan kolluk güçlerini ve kirli savaş kurumlarını savunmak ezilenlerin dünyasında asla olmaması gereken bir bakış açısıdır.