Bilinen öyküdür: Bilimciler, ziyaret ettikleri köyde, kaldıkları odayı ısıtan sobanın yapısı üzerine tartışmaktadırlar. Soba, yere döşenen taşlar üzerine yerleştirilerek, yerden yarım metre yükseğe kurulmuştur. Fizikçi, “adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş” diye olayı yorumlarken, kimyacı ”hayır, bu yöntemle aktivasyon enerjisini düşürmüş ve böylece daha kolay yakmayı amaçlamış” diyerek itiraz etmiş. Jeolog, “tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, yangın ihtimalini azaltmak amacıyla sobayı taşların üzerine yerleştirmiş” derken, matematikçi “sobayı odanın geometrik merkezine kurarak odanın her yöne doğru ısınmasını sağlamış” deyip saptamayı derinleştirmiş. Antropolog, “sanırım adam ilkel toplulukların ateşe tapınma geleneğini sürdürüyor” diye devam ederken adam odaya girer ve bilimcilerin tartışmalarını işitip yanıtlar: “Valla efendiler, elimde fazla boru yoktu; yetsin diye sobayı yükselttik!”
Çoğu zaman çok karmaşık görünen olayların yanıtı basit ve somut gerçeğin kendisidir:
Fazıl Say’lı güncel tartışmaları okurken hep bu anekdotu hatırladım. Tartışmalar, “sorgulama” konusuna fazlasıyla malzeme sunan geniş bir alana taşmıştı. Oysa gerçek, bizim solumuzun algılama eylemindeki büyük eksikliğindeydi: Sorgulama. Konuyu tartışmak belki de solumuzun gerçeklikle ilişkisinin analizi için de yararlı olacaktır.
★★★
Elbette tartışılması gereken şey Fazıl Say’ın kendisi değil, Fazıl Say’a yönelik eleştirilerin hangi ideolojik-politik pencereden yapıldığı; yani sosyalist solun kendi ideolojisine yaklaşımındaki “tutarlılık-tutarsızlık” ya da “ne umduk, niye umduk, ne bulabilirdik, ne bulduk?” sorusunun kendisidir.
Fazıl Say olayı Türkiye’de örneklerini çok sık gördüğümüz bir olaydır. Elbette Fazıl Say müzikte önemli bir yetenek, büyük bir müzisyendir. Ama onun bir kanlı diktatörü konserine davet etmesi, bir yandan önceki yıllarda aylarda kendi söylemleriyle ters düşüp tutarlılığını tartışılır hale getirmesinin yanı sıra, daha da önemlisi sanat tanımı üzerinden geliştirilen devrimci hamaseti sorgulamamıza kapı açarak yararlı bir sonuç üretmiştir.
Tartışmanın ikinci boyutu sanata yüklenen “sanat devrimcidir, sanatçı devrimcidir” türünden fantezi boyutlu nitelikler sorunudur. Marksın sistemini oluştururken temel aldığı eleştiri de bu algıya vuruyor: “Yabancılaşma”. İnsanın, kendi yarattığı ürünlere yabancılaşması, insandan bağımsız bir sanat varmış yanılgısına düşmesi burada başlar. Sanatın doğrudan kendisi değil, onu icra eden kişinin ideolojik duruşudur onun devrimci olup olmamasını gerçekleştiren cevher. Onların açık olarak sergiledikleri kimlik gerçekliğini göremeyip, kendi algımıza göre beklentilere gömülen, sorgulama yeteneğinden yoksun düşünce sistemimizi eleştirsek çok daha sağlıklı ve tutarlı bir çaba sergilemiş oluruz.
★★★
Türk halkının Mozart, Bethoven ve diğer Batı Klasiklerine yönelik ilgisizliğinin vurgulayan “çağdaş” bir yazar Aycan Aytöre “Türkiye’de Deniz Gezmiş’le Özdeşleşen Rodrigo’nun Gitar Konçertosu…” başlıklı yazısında bunu şöyle açıklar: “Çünkü sevsek de bizden değildirler sanki…”
Rodrigo’nun Gitar Konçertosu üzerine yazdığı dil olarak gerçekten güzel ve duygusal yazısında, bu parçayı “ne kadar çabuk benimsemiş, bizden saymış, yaşamımızın her anıyla özdeşleştirmiş” olmamızın sırrını araştıran Aytöre, yanıtını “ona bir Türk’ün elinin değmesi” olarak buluyor. İddiasını “Rodrigo 1929’da bir Türk hanımla tanışmasaydı o güzelim Konçerto’nun hiç olmayabileceği aklınıza gelir miydi?” saçmalığına kadar götürebiliyor. On binlerce sivil insanın katledilmesinden sorumlu bir faşist diktatörün iktidarına karşı İspanyol halkının uluslararası güçlerin de katıldığı özgürlük ve demokrasi istemli direnişi ve İspanya İç Savaşı gerçekliği atlanarak, Konçerto’nun esin kaynağı olarak bir “Türk” kadınını gösteren kafa, olsa olsa milliyetçilikle malul bir “TÜRK” olabilirdi ancak.
“Victoria olmasaydı Konçerto da olmayacaktı” belirlemesi, milliyetçiliğin kontrolüyle “sorgulama” yeteneğini kaybetmiş olan bir zihnin ulaşacağı tipik düzeyidir.
Sergisini seyreden bir Alman’ın aynı iç savaşın harabeye çevirdiği kent olan Guernica’nın tablosunu göstererek “bunu siz mi yaptınız?” sorusunu “hayır bu sizin eserinizdir” diye yanıtlayan Picasso’nun kemikleri sızlamıştır. Çünkü milliyetçiliğe karşı sürdürülen bir direniş hareketinin yarattığı sanat şaheserlerini milliyetçi güdülerin zehriyle tahrif edip övme girişimi, ölü sevicilik (Nekrofili) gibi bir sapıklıkla eşdeğer bir davranış olabilirdi ancak.
İşte “milliyetçilik” denilen zehrin bir “aydını” aktöreye kadar taşıyan ölümcül etkisine tipik bir örnek. Aytöre Konçerto’nun varlığını bağladığı bu Türk kadının kimliğini de verir: “Victoria Kamhi, 1905 Ocak ayında İstanbul’da dünyaya gelir… Victoria bütün ailesiyle birlikte doğma büyüme hatta beş yüz yıllık İstanbullu” Peki siz hiç ‘Victoria’ diye bir ‘Türk’ ismi anımsıyor musunuz? Çok bildik bir Yahudi soy ismi olan Kamhi’nin Osmanlı zamanı Anadolu’ya yerleşmiş İspanya Yahudilerinden bir ailenin kızı olduğu gerçeği neden gizlenmiştir? Bu isimle üstelik Fransa’da yaşayan bir Yahudi’yi bir çırpıda Türkleştiren anlayış adı soyadı da Türkçeleştirilmiş Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Ermeni ve diğer halkları da hatta kan bağıyla Türkleştirmekten kaçınır mı?
Bu parçanın Türkiye toplumunda tanınmasının “Deniz Gezmiş’in idam öncesi son arzusu” olmasına bağlanarak yapılan sunum ise, kendi Kemalist milliyetçiliklerini devrimcilerin kanı üzerinden kanıtlama sahtekârlığından başka bir şey olamaz. Biliyoruz ki o devrimcilerin idamı Kemalist iktidarların oylarıyla gerçekleştirilmiştir. Üstelik o devrimciler zalim iktidarlara karşı “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyebilen direniş öyküleriyle Pir Sultan’ı da, Ortadoğu’da her halkta bir örneği var olan ve zalim Bolu Beyi’nin ufkuna bir hayalet gibi çöken Köroğlu’nu da; “ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu haykırışlarını da aynı yürekle sevdiler. O devrimciler o sözleri, milliyetçi hamasi yazıları süsleyecek cümlelere malzeme olması için değil, İspanyol halkının katli karşısında Rodrigo’nun Konçertosu’ndan akan gözyaşlarını yüreklerine alarak Anadolu-Mezopotamya topraklarına akıtmak için söylenmişti. O devrimciler Neşet Ertaş’ın bozlaklarında yeşerttiler aşkı ve Rodrigo gibi bir kör Aşık Veysel’le buluşup kara toprağı yar seçtiler. Ve o devrimciler devrimci bir ses olarak doğayla aşkla bütünleşerek, okuma yazmayı yeni keşfetmiş çocuksu acemilikleriyle Türkiye devriminin akordunu verecek ilk notalarını yazdılar tarih sayfalarına.
Böylesi bir mirası Kemalist bir milliyetçiliğin zehirlemesine izin vermemek gerekir elbette.
★★★
Yaramazlık yapmış çocukların otoriter veli karşısındaki boynu bükük duruşunu sergileyen fotoğraf çok farklı temellerden yorumlandı. Ama bunların büyük çoğunluğunun ortak karakteri sorgulamayı Fazıl Say üzerinden yapmaları idi. Ve gördük ki büyük çoğunluğumuz Fazıl Say’ın omuzlarına onun taşıyamayacağı bir kimliği yüklemeye çalışıyoruz.
Bu tür olaylarda genellikle üç yanlışı sergiliyoruz: Birincisi çoğu zaman gerçeği oluşturan maddi temelleri göz ardı ediyoruz; ikincisi gerçeği bir hareketin, bir sürecin ürünü olarak değil, “sürecin bütününden” kopararak, anlık görünümüyle tanımlıyoruz; üçüncüsü gerçeği kendi algılarımızla dondurarak değişimi görme becerimizi köreltiyoruz.
Hayatın içinden doğup gelişen ve çok fazla sayıda benzerini gördüğümüz gerçeklik aslında çok da basitti: Fazıl Say bir Kemalisttir. 1930’lu yıllarda olduğu gibi Faşist Mussolini ve NAZI Hitler tarafından övülen bir ideolojik-politik hattın Türk versiyonunun takipçisidir.
Yani, egemen kılınmaya çalışılan tek bir ulusun çıkarları için bütün farklı halk topluluklarına karşı gerçekleştirilen kanlı katliamlarla şekillenen bir milliyetçiliği kimlik olarak taşımaktadır. İnsanı değil, millet adı verilen ve egemen sınıfların çıkarları üzerine biçimlendirilmiş, kendi varlığı dışındaki bütün toplulukları yok sayan egemen bir toplumun bekasını kutsal sayan milliyetçilik ile maluldür.
O oluşum, birey ve toplumu değil, devleti temel alan, yani insana değil iktidar sahibi sınıf ve tabakaların ittifak organı olan devletin varlığına dayanan bir devletçilik ile maluldür.
O devlet, demokrasisi olmayan, yani varlığını asker-sivil-aydın üzerine inşa etmeye çalışan ve bu nedenle halk dini mensupları dâhil bütün alt sınıfları dışlayan elitist cumhuriyetçilik ile maluldür.
“Komünizm” tehlikesi nedeniyle işçi sınıfını toplumsal alandan silmek amacıyla faşist sistemlerden alınan “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir toplum” yalanıyla oluşturulmaya çalışılan Durkheim-Gökalp üretimi halkçılık sahtekârlığı ile maluldür.
O anlayış, resmi-egemen din ve mezhep dışındaki inançlara yaşam hakkı tanımadığı gibi, o farklılıklardan da aldığı vergileri iktidar dininin örgütlenme çalışmalarına katan bir laiklik anlayışı ile maluldür.
Ve onlar soykırımlarla, katliamlarla, kan ve zulümle gerçekleştirip sürdürmeye çalıştıkları bir sömürücü ve sömürgeciliği devrimcilik olarak adlandırarak yüz yıllık karanlığın koruyucuları olmuştur.
O halde, kendini Kemalist olarak adlandıran bir yaklaşımın “devletin ve milletin bekası” adına gerçekleştirdiği bir uygulama, iktidar yalakalarının uygulamalarından öz olarak değil ancak doz olarak farklı olabilir.
★★★
Hiçbir sanatçı ideolojiden kopuk olamaz. Onun ürünü de bu karakteri yansıtır.
Nesimi sanatçıdır. Madımak otelinde yakılarak öldürülen 35 candan biridir. Onun konserlerine Cumhurbaşkanları davet edilmezler, sıradan halk katılırdı. Sabahattin Ali’nin şiirlerini besteleyen Zülfü Livaneli de sanatçıdır. Üstelik sürgün yaşadığı bir dönemler solun sesi iken, aynı Turgut Özal’ın elini öperek ülkesine dönen Cem Karaca gibi, sistemin elini öperek sistemin bekasını görev edinmiş, sistemin kök hücresi CHP saflarında yer edinmiştir kendine.
Fazıl Say sanatçıdır. Kemalisttir. Devletin, milletin, cumhuriyetin temsilcisi diktatör bir Cumhurbaşkanı’nı önünde başını öne eğmekte ne beis görebilir ki?
Tartışmaya balıklama atlamak yerine sorgulamak daha öğretici olur sanırım.
