”Ezcümle iktidar bloku içinde zaten bir iç çatışma devam ediyordu, burada yeni olan Suriye sahası özelinde Orta Doğu’da ABD eliyle yeni bir dizayn planının ortaya atılmış olması (…)”
Sosyalistler hayata parça bütün diyalektiği kurarak Marksizmin genel bakış açısını pratikte sınarlar. Bu yöntemle dünyada olup biten olguları, bunların kökenlerini, tetikleyici faktörlerini anlamaya, yorumlamaya ve dünyayı değiştirmeye çalışırlar. Bugün hemen hangi politik meseleyi değerlendirirsek önünde sonunda mutlak suretle emperyalizm kavramını ele almak durumundayız. Her ne kadar kimi politik çevre ve kişiler tarih olduğunu iddia etseler de Lenin, Emperyalizm kitabında emperyalizmi o günün koşullarında kaba hatlarıyla ‘tekelin oluşması’, ‘finans kapitalin varlığı’ ve ‘sermaye ihracı’ üzerine tanımlarken şöyle ekler; ‘emperyalizm dünyanın büyük güçler arasında paylaşılması meselesidir’. Bu nedenle yeni büyük güçler ortaya çıkınca kaçınılmaz olarak önceki paylaşımlar üzerinde yenilenme ihtiyacını dayatır. Dünyanın (yeni) büyük güçler arasında paylaşılmasından arta kalan yerlerin/bölgelerin de ‘küçük’ (siz bunu yerel/bölgesel güçler/devletler olarak yorumlayın) güçlere bırakıldığını ekler Lenin Emperyalizm kitabında.
Dünyanın büyük güçler arasında paylaşılması ve yeni büyük güçlerin ortaya çıkması meselesi esasen Marksizm-Leninizm’in temel klasik bir yasasına dayanır; Kapitalizm-Emperyalizm eşitsiz gelişim yasası. Bu, dünyanın istisnasız bütün coğrafyalarında ve dönemlerinde yaşamın içinde kendini göstermiştir. Üretim araçları, üretim ilişkileri, bunları belirleyen üretim bilgi ve tecrübesi, icatlar ve teknolojik gelişmeler dünyanın hiçbir bölgesinde aynı hız ve seviyede gelişmemiştir. Kimi yerlerde gelişim ve değişim dinamikleri hızlanmışken kimi bölgelerde yavaşlamış, hatta kimi yerlere uzun yıllar hiç uğramamıştır bile. Bunun en bilindik örneklerinden biri insanlığın yerleşik hayata geçiş sürecidir. Bugünkü tarihi ve antropolojik veriler bize Mezopotamya, Çin ve Hindistan bölgelerinde ortaya çıktığını ve tamamen birbirlerinden farklı gelişim süreçleri yaşadıklarını gösteriyor. Aynı şekilde monarşinin ve hatta kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı da farklı coğrafyalarda farklı gelişim dinamiklerine bağlı olarak farklı gelişim süreçlerini yaşamıştır. Hatta aynı tarihsel kesitte benzer üretim biçimlerine sahip olmalarına rağmen üretimin ve ilişkilerinin farklı gelişmişlik düzeylerine paralel olarak yönetsel farklılıkların ortaya çıkması da yine tüm toplum biçimlerinde kendini göstermiştir.
Kölecilik diye adlandırdığımız ilk çağ dönemindeki medeniyetlere baktığımızda da eşitsiz gelişimin sonuçlarını görürüz. Mısır medeniyeti köleci bir devletti, Firavun bir kral ve tanrı idi. Asurlular ‘askeri’ bir yönetim ve Atina medeniyetinde ise demokrasi vardı. Eşitsiz gelişim sonuçlarını devlet nezdinde tip ve biçim farklılıkları olarak da tarihsel olarak örnekliyor.
Birinci paylaşım savaşı da bu yasanın gereklerinin paralelinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Almanya’nın uluslararası ticaret yollarına hâkim olma ve daha fazla hammaddeye ulaşma ihtiyacı bubna bir örnektir. İkinci paylaşım savaşı da bu bağlamda birincinin devamı olarak yine benzer ihtiyaç ve göreceliliklerin sonucundaki paylaşım ihtiyaçları doğurmuştur. Tarih sahnesine çıkan her yeni büyük güç, ilişkilerin ve paylaşımların yenilenmesi ihtiyacını yeni bir paylaşım savaşı ile gerçekleştirir. Modern kapitalizm koşullarında da aynı eşitsiz gelişim devam ediyor. Dünyanın bir kısmı uzay çağını yaşarken, dünyanın başka bir yerinde ‘modern’ yaşamla bağ kurmamış ilkel kabilelerle karşılaşmak mümkün oluyor.
Devlet dışı vekil güçlerin savaşı
Henüz klasik-alışageldiğimiz anlamıyla büyük güçler arasında ‘acil’ – ‘büyük’ bir doğrudan bir kapışma çıkmıyorsa, bunu hem asıl büyük güçlerin henüz bu boyuttaki bir çatışmaya ihtiyaç duymadıkları ve hem de nükleer kapasitenin varlığıyla açıklayabiliriz. Tek kutuplu dünyanın şekillenmeye başladığı 1970’lerden itibaren Çin ekonomisi muazzam bir büyümeye girdi. Burada Çin’in büyük nüfusu, ucuz işgücü ve iç pazarının devasa büyüklüğü ile teknoloji alanına yaptığı yatırımlar ciddi faktörlerdir. Bugün pazarların ve bu pazarların dışında üretimi besleyen ham madde kaynaklarının ve onların geçiş yollarının denetimi nedeniyle muazzam bir güç mücadelesi yaşanıyor. Lenin’in deyimiyle yeni bir ‘emperyalist paylaşım’ sürecini görerek yaşıyoruz.
Çatışmanın asıl aktörü ABD, Ukrayna savaşını hem düşmanları yormak ve yıpratmak için hem de kendi arkasındaki ve geleneksel olarak ikinci savaştan bugüne kadar farklı biçimlerde de olsa kendi kontrolü altında olan aktörleri hizaya getirmek için kullandı ve bunda başarılı oldu.
ABD bütün Avrupa kıtasını tesbih boncukları gibi yeniden arkasına dizdi. Bunun karşısında Çin; yeni nüfus alanlarıyla birlikte bir «Asya ve Afrika Gücü» olarak ABD’nin karşısına çıkıyor. Küreselleşme kavramı sade bir siyasi olgu değildir, aynı zamanda bilgi ve bilişim teknolojilerinin, ulaşımın gelişmesiyle birlikte; bilginin, metanın, sermayenin, insanın serbest ve kolay dolaşımını kolaylaştırdı. Bu durum üretimin Asya’ya kaymasındaki etkenlerden biri olarak belirdi. Esasen üretimin Asya’ya kayması konusu Lenin’in yine Emperyalizm kitabında ‘Avrupa kuponlarla geçinecek bir arka bahçeye dönüşecektir’, ‘Sanayi sömürge ve yarı-sömürgelere kayacaktır’ diye ifade ettiğini bugün dünya geleneksel sanayisinin ana gövdesinin Asya’ya kaymış olmasıyla kanıtlıyor. Buna paralel ABD ve Avrupa bir biçimiyle sanayisizleşme yaşıyor.
Yukarıda değindiğimiz kırılma-kapışma meselelerini yeni bir emperyalist paylaşımın bir süreci olarak değerlendirmek gerekir. Buna bağlı olarak kimi politik çevre ve kişiler şu ana kadarki gelişmeleri 3. Paylaşım savaşı olarak nitelerken diğer bazı kesimler henüz daha başlamadığını söylüyorlar.
Batı emperyalizmi bu operasyonları öncelikle devlet olmayan vekil güçler eliyle yaptı. Enerji geçiş yollarının, ham madde, petrol ve doğalgaz yataklarının olduğu bölgelerdeki hükümetler ABD ve Avrupa’ya bağımlı hale getirilmeye çalışıldı. Bunun için darbeler, yerel-bölgesel savaşlar ve devletsiz vekil güçlerle kargaşalar, kalkışmalar ve ‘renkli devrimler’ organize edildi. Afganistan’da Taliban, Rusya’da Çeçenler, Suriye’de İşid, Afrika’da Boko Haram bunlara örnektir. Batılı emperyalistler uzun yıllar boyunca bu devlet dışı vekil güçleri bir maşa gibi kullanarak ele geçirmek istediği bölgeleri yağmaladılar.
Vekil devletlerin savaşı
Yukarıda tarif ettiğimiz devlet dış güçlerle başlatılan döneme emperyalist paylaşım mücadelesinin birinci aşaması diyecek olursak, bugünkü çatışma ve kapışmaların geçmiş yıllara oranla nitelik olarak farklılaşması, paylaşım mücadelesinin ikinci aşamasına geçildiği olarak tariflenebilir. Devlet dışı güçlerin vekaletiyle savaşmaktan devletlerin vekil güçler olarak savaştığı döneme geçildi. Ukrayna’ya devlet olarak bir vekil güç diyebiliriz. Ukrayna eliyle zayıflatılan büyük ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip Rusya toprakları onlarca küçük devletçiklere bölünmek suretiyle yeni sömürgelere dönüştürülmek istendi/isteniyor. Ukrayna; ABD, Fransa, İngiltere gibi batı emperyalistleri adına savaşan, onların askerliğini yapan, silahını, aşını-ekmeğini onlardan alan vekil bir devlettir. Ukrayna’nın aldığı silahları kullanıp kullanmayacağına, nerede ve hangi hedeflere karşı kullanabileceğine batı bloku karar veriyor. ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Ukrayna’daki Nazi rejimine verilen Himars, Atacms, Storm Shadow ve öteki uzun menzilli silahların NATO uydularından alınan istihbarat verilerine ihtiyaç duyması, bu istihbarat verilerinin dünyada oldukça az sayıdaki merkezlerde işlenmesi, füzelerin hedeflerinin belirlenmesi ve belirlenen hedeflerin Füze bataryalarına dijital olarak gönderilmesi süreçlerinin tamamı NATO komutan ve askerlerinin kontrollerinde olduğu ve bu füzelerin yalnızca NATO askerleri tarafından kullanılabilir olması (Ukrayna askerlerinin tek görevi füze bataryalarının başında komutların gelmesini bekleyip gönder butonuna basmak) Ukrayna’daki Nazilerin bir devlet olarak NATO adına vekil askerlik yaptığının kanıtıdır.
Öte yandan Rusya’nın özel askeri operasyon dediği savaş bundan birkaç hafta öncesine kadar genel olarak Ukrayna içinde yaşanıyordu. Ancak bu son silah sevkiyatlarıyla birlikte savaş alanının genişleyip yayılacağına dair epeyce bilgi ve teyit edilmemiş açıklamalar dolaşıma girdi. Yakın gelecekte sahaya dair iki olasılıktan sözedilebilir; Birincisi NATO kuvvetlerinin bizzat sahaya girmesi (gayri remi olarak zaten yıllardır sahadalar) ve Kore savaşındaki gibisavaşın sahada yürütücüsü olması, ikincisi ise Gürcistan’da bugünlerde denendiği gibi, Rusya’ya komşu ülkelerden bir ya da birkaçında yerel iktidarları ikna, tehdit ya da Ukrayna’daki gibi darbe yapmak koşuluyla Rusya’ya karşı yeni cephelerin açılması şeklinde ilerleyebilir.
Rusya ve müttefiklerinin nasıl bir önlem alacakları, nasıl karşı saldırı yapacaklarını yine kısa vadede yaşayarak göreceğiz.
Bu yeni paylaşım mücadelesinde çatışma ve dinamiklerinin dönemsel olarak yoğunlaştığı ve değiştiği bazı bölgeler var. Bu bölgelerden biri ve en önemlisi Çin denizi. ABD 1990’lardan bu yana bütün dikkatini bu bölgeye kaydırdı. Çünkü büyüyen bir dev olarak Çin’in ekonomik ve teknolojik olarak büyümesini engelleyemezse dünyanın jandarmalığını kaybedeceğini görüyor. Bu ihtimal ABD’nin önüne son safhada savaş dışında başka bir seçenek bırakmayacaktır. Bu nedenle ABD egemenleri Çin denizi bölgesini yıllardır sonu gelmeyen büyük bir kuşatmaya alıyor. Kore yarımadasının yeniden silahlandırılması da yine bu hazırlıkların bir parçasıdır.
Yine Tayvan bölgede vekil devlet olarak savaşa hazırlatılıyor ve ABD burada azımsanmayacak boyutta donanma kuvveti bulunduruyor. Tayvan’ın öngörülür gelecekte pasifiğin Ukrayna’sı olması oldukça kuvvetli bir ihtimal. ABD daha önce yine Kızıl Deniz’de Somalili korsanlar gerekçesiyle askeri yığınak yaptı. Bütün bu hamlelerle Çin’i bütün deniz ticaret yollarında ve özellikle Güney Çin bölgesinde denizden ablukaya aldılar. Çünkü Çin’in ticaret hacminin %70’den (Çin Ticaret Bakanlığı verileri ve Dünya Ticaret Merkezi resmi verileri de bunu söylüyor) fazlası deniz yoluyla yapılıyor. Bu deniz ticaretinin önemli bir kısmı da Süveyş kanalı üzerinden yapılıyor. Çin hem ihraç ürünlerinin hem de ithal ürünlerinin ticaretini büyük oranda bu güzergâh üzerinden gerçekleştiriyor.
Geçmişte Çin bu bölgelerde mesafelerin uzaklığından doğan problemleri ya da gecikmeleri engellemek için büyük gemilerini üretim fabrikalarına çevirmiş ve siparişi alıp üretimi yolda gerçekleştirip teslimatı gecikmesiz ulaştırıyordu. Ancak söz konusu ABD ablukası gemi trafiğini engellediği ya da zorlaştırdığı için artık Çin’in önünde tek seçenek var; ablukanın kaldırılmasıdir.
Diğer yandan Çin emek sömürüsünün yoğun yaşandığı bir ülke. Nispeten kapitalist sömürüyü devlet eliyle frenleyen kimi mekanizmaları hala işlediğine dair göstergeler yansıyor. Ancak burada bizim için önemli olan mesele bir sosyalist devlet ile kapitalizm arasındaki bir mücadele olmaması. Çin devletinin kendisini sosyalist olarak nitelemesi ya da iktidarda komünist partinin (ÇKP) olması, onun öyle olduğunu yaşamın içinde ispatlayamaya yetmiyor. Neticede Çin’de de çok fazla milyarder var. Ali Baba buna en tanınmış örnek olarak söylenebilir. Yukarıda hatırlattığım «fren mekanizmaları» bu tür zenginlere devlet müdahalelerini imkanlı halde tutmaya devam ediyor, ancak realiteyi değiştirmiyor. Çin günümüzde ABD ile birlikte dünyanın en çok sermaye ihraç eden iki ülkesinden biri. Çin herhangi geri kalmış/az gelişmiş ülkeye bir karşılıksız bağışta bulunmuyor. Çeşitli ülkelerde fabrikalar satın alıyor, yeni fabrikalar kuruyor. Çin ulaşabildiği dünyanın hemen her bölgesinde limanlar satın alıyor, yeni limanlar inşa ediyor, yollar, köprüler inşa ediyor ve bunlar aracılığıyla dünya pazarlarını ve enerji yollarını, enerji kaynaklarını ve ham madde kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor.
Sovyetler Birliği az gelişmiş, gelişmekte olan, kapitalizmin yumuşak karnı diye ifade edilebilecek ülkelere defalarca yardımlar yapmıştı. Örneğin Türkiye’deki Demir-Çelik fabrikalarını Sovyetler Birliği kurmuştu. Ama Sovyetler Birliği bunu yardım olarak yapmıştı, kapitalizme karşı sosyalizm propagandası için yapmıştı. Ez cümle kapitalizme karşı sosyalizmi ihraç etmek için yapmıştı. Bugün Çin’in yaptığı tek bir yatırımın Sovyetlerin yaptıklarıyla bir ilgisi yok. Çin para kazanmak, nüfus alanlarını geliştirmek ticaret yollarının erişilebilirliğini kolaylaştırmak için yapıyor. Bunların hiçbirini sosyalizm adına yapmıyor.
Ama elbette ABD ve diğer kan emici batı emperyalistleri kadar gaddarca ticari teklifler yapmadıklarını, kimi sübvansiyon programları uyguladıklarını söylememek olmaz. Fakat bu temel satış pazarlamaları teknikleri değil midir? Pazara yeni giren tüccar malını satabilmek için ya kalitesini yükseltmeli ya fiyatını düşürmeli, becerebiliyorsa her ikisini de yapmalı ki pazarda yeni alanlar kapsın. Bu ticaret savaşlarının kaynağı sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasındaki hegemonya mücadelesi değil, aksine dünya pazarının yeniden paylaşım mücadelesidir. Ancak bu yazı bir Çin değerlendirme yazısı değil. Çin’in sosyalist mi, devlet kapitalizmi mi ya da başka bir şeye mi dönüştüğünü başlı başına özgün bir çalışmaya bırakmalıyız.
Çin yukarıda nedenlerden dolayı silah sanayisini de büyük oranda uçak gemisi üretimine yönlendirmiş durumda. Çünkü açık denizlerde bir çatışmayı göz önünde bulunduruyor ve bu nedenle iki yeni hamle daha yaptı. Birincisi Hindistan ve Pakistan’da iki büyük liman kurdu. Bu adımla Çin denizindeki ablukayı büyük oranda lehine genişleterek kendisine Hint okyanusunda yeni bağlantı hatları kurdu ve daha geniş hareket alanları yarattı.
İkincisi çok uzun süredir milyar dolarlar yatırımda bulunduğu Kuşak-Yol Projesi yürütüyor. Bu şekilde karayoluyla bütün eski kıtaya ulaşımın önündeki engelleri kaldırmayı planlıyor. Bütün Afro-Avrasya’yı (Afrika-Eurasien, Afro-Eurasien, Eurafrasien, Europafrikasien ya da trikontinentale World) yönetebilmenin olanaklarını oluşturmaya çalışıyor. Son yıllarda Güney Amerika ülkelerinde de ciddi yatırım, kiralama ve satın alma anlaşmalarıyla nüfus alanlarını genişletiyor, en son Meksika’da başladıkları devasa büyüklükteki liman inşaatı gibi.
Asya’daki güç-denge mücadelesi dünyanın yakın geleceğin şekillendirilmesi için başat önemde. Önceki yıllarda da bu bölgede çatışmaların olması bu nedenle tesadüfi değildi; örneğin Afganistan savaşı ve Çeçen savaşı hem Rusya’nın Avrupa’yla doğalgaz hatlarının olduğu bölgeler ve hem de Çin’in geçiş yolları üzerindeydiler. Pakistan’da bundan azade değerlendirilemez.
Çin aynı zamanda hızlı tren teknolojisine oldukça büyük meblağlarda yatırımlar yaparak bütün bağlantı yollarındaki güzergahların mesafelerini kısaltmaya başladı. Türkiye’de üçüncü boğaz köprüsünü bu projelere yatırım bağlamında inşa etti. Sonra Türkiye ile Çin ilişkileri çeşitli başlıklar altında (başka bir makalenin konusu) bozulduktan sonra Çin, Türkiye’yi teğet geçecek şekilde Karadeniz’in kuzeyinden geçecek bir yol kurma hazırlığına girdi.
Avrupa’nın tedarik malları bakımından göbekten Çin’e bağımlı olduğu gerçeğini bir tarafa not etmeliyiz. Çünkü Çin sadece ‘sınırsız’ ve ucuz işgücü kaynağı olarak değil aynı zamanda çok değerli madenlerin çıkarıldığı bir ülke. Geleneksel sanayi Çin’e kaydığı için Çin’in ABD tarafından frenlenmesi Avrupa içinde ciddi tedarik sonuçları olacaktır. Örneğin Corona- Pandemisi dönemindeki kapatmalar sırasında Avrupa ekonomisi adeta felç oldu (yine başka bir makalenin konusu olmakla birlikte hatırlatmadan geçemeyeceğim; geçtiğimiz haftalarda Hollanda sağlık bakanı Fleu Agema’nin konuşmasında ifade ettiği Corona Virüsün bir NATO biyolojik silahı olduğu sözleri son yılların en önemli itirafıydı). Örneğin Çin’in Manganez madenini satmayı durdurması Avrupa otomotiv sanayisini büyük bir krize soktu.
Çin çatışma hazırlıklarına ve ABD ablukasını kaldırma çabalarına BRICS(+) ve Şangay İşbirliği Örgütü gibi kurumlarla, silahlı kuvvetlerinin geliştirilip büyütülmesine yaptığı büyük yatırımların yanı sıra dünyanın en büyük ve en teknolojik askeri gücü Rusya’yı yanına alarak stratejik bir cevap verdi. Bu adım iki büyük (Çin-Rusya) gücü ABD’nin başını çektiği batı emperyalizmine karşı ortak bir askeri stratejide buluştururdu. Bu ittifak Rusya’nın devasa bir enerji kaynağı olmasının sağlayacağı yararlar bakımından oldukça önemlidir. Öte yandan Rusya yıllar önce inşaatına başladığı Rusya-Japonya doğalgaz boru hattının yönünü değiştirerek bunu Çin’e yönlendirdi. Çin ise tedarikçilerini Rusya ile sınırlı tutmayıp mümkün olduğunca çeşitlendirme çabasında, örneğin Katar doğalgazının alımı için 40 yıllık bir satın alma anlaşması imzaladı.
Orta Doğu
Enerji kaynakları ve geçiş güzergahları olması itibariyle çatışmanın yoğun kırılma noktalarından bir diğeri de Orta Doğu’dur. Bu bölgede de Israil vekil devlet olarak batı emperyalizmi adına savaşıyor. Orta Doğu hala dünyadaki en büyük petrol ve doğalgaz alanlarından biridir. Özellikle Ukrayna çatışması bağlamında Avrupa’ya Rus doğalgazının girişinin yasaklanması sonrası, ABD’den en az 7 kat (Rus gazına oranla) daha pahalıya alınan gazın ihtiyaca yetmemesi dolasıyla Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının karşılanmasının (yenidenRusya’ya dönülmemesi için) görünür gelecekte Orta Doğu’daki petrol ve doğalgaz yataklarının olduğu ülkelerle olan ilişkileri artırmaktan başka çareleri yoktur. Bu nedenle yakın gelecekte Doğu Akdeniz oldukça kilit bir rol üstlenecek gibi görünüyor.
Örneğin Afrika pazarı bir bütün olarak olmasa da azımsanmayacak düzeyde Çin’in hakimiyetine geçiyor. Ayrıca Rusya siyasi ve askeri olarak Afrika’da muazzam nüfus alanları yaratıyor. Afrika’da son dönemde gerçekleşen iktidar değişikliklerini, halkçı darbeleri bu bu yeni paylaşım mücadelesinden bağımsız değerlendiremeyiz.
Bütün bu yaşananlar aslında dünyanın bir hukuksuzluk dönemi içinde olduğunu gösteriyor. Dünya hukuk kuralları bütün bu irili ufaklı kırılmaların etkisi altında peyder peyi ortadan kalkmaya başladı. Hukuk, verili güçler dengesi üzerine inşa edilir. Büyük ve etkili güçler çatışır ve bu çatışmalar sonucunda bir hukuk sistemi kurulur. Şu an henüz hala tam olarak tedavülden kalkmamış ancak ömrü giderek hızlanan oranda kısalan mevcut hukuk sistemi esasen ikinci paylaşım savaşının sonuçları üzerine inşa edilen hukuk, onun belgeleri ve kurumlarıdır. Milletler Cemiyeti (1. Savaş zamanı), Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bunların başlıcalarıdır. Uluslararası hukuk kurallarının değişmesine neden olarak başka bir temel faktör de halk hareketleri ve sınıf mücadeleleri ve bu mücadelelerin sonucunda elde edilen ulusal bağımsızlıkçı ve sınıfsal alt-üst oluşların sonucundaki yeni dengeler olarak ifade edilebilir. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesine çıkması ve 2. Paylaşım savaşındaki destansı başarısı sonucunda tarafların kabul ettiği mevcut hukuksal sistem bunun en belirgin örneğidir.
Günümüzün uluslararası ilişkilerini belirleyen hukuk ve artık yavaş yavaş tedavülden kalkan bu hukuk yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki dengenin sağlandığı hukuk, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından sona erdi. Fakat yeni bir hukuk sistemi henüz kurulamadı. Bu yüzden uluslararası bütün alanda bir hukuksuzluk dönemi yaşanıyor. Bu hukuksuzluk durumu Birleşmiş Milletlerin hemen hiçbir kurumunun ve kararlarının bu sözleşmelere o ya da bu taraftan imzacı olan birçok devlet tarafından uygulanmamak koşuluyla kendini pratikleştiriyor. Özetle hiçbir uluslararası kurumun hiçbir uluslararası yaptırım gücü ve bağlayıcılığı kalmadı. Bunun sonuçlarını Ukrayna savaşı bahsinde Rusya’ya karşı yapılanlar (Rus yazarların kitaplarının yasaklanması, Rusyalı sanatçıların, sporcuların uluslararası etkinliklerden atılması) ve Filistin’deki Israil soykırımına karşı birleşmiş milletlerin karar alamaması yada aldığı kararları uygulatamaması olarak yaşıyoruz.
Yeni paylaşım mücadelesinin geldiği boyut egemen olan batı hegemonyasının kaybedilmesi riskini bertaraf etmek adına kapitalizmin doğası olan metanın ve sermayenin serbest dolaşımının dahi batı tarafından engellenmesine kadar getirdi. Rusya paralarının dondurulması, el konulması, bankalarda işletilip faiziyle Ukrayna savaşının finanse edilmesi gibi. Bu hukuksuzluk dönemi Avusturya, İsviçre, Ukrayna, İsveç, Finlandiya gibi “tarafsız” devletlerin ‘tarafsızlıklarını’ neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. İsviçre’nin pozisyonu bankaları nedeniyle diğerlerinden hemen farklılaşıyor. Bütün düşman kardeşlerin, kirli-kara paralarını bankalarında güven içinde (elbette ödeme karşılığında) saklayan İsviçre jeopolitiklerin değişim koşullarında Rusya yaptırımlarına uymak koşuluyla artık paraların güven içinde saklanabileceği “tarafsız” bir ülke olmaktan çıktı. Yani ikinci paylaşım savaşı sonucunda ortaya çıkan hukuk manzumeleri, kuralları ve belgeleri tüm kurumlarıyla birlikte yıkılmıştır ve bunun yerine yeni bir hukuk sistemi inşa etmek için ancak kartların yeniden karılmasına ihtiyaç vardır. Bunun için yeni bir denge durumu kurulmalıdır. Her yeni denge ise ancak yeni bir paylaşım savaşının ardından yeni büyük güçler arasında kurulabilir.
Mevcut hukuksal boşluk alanında ABD yüzünü pasifik kıyılarına dönerken Orta Doğu’daki gibi kendi eski egemenlik alanlarının bir kısmını kendi dümenindeki yerel güçlere devretmeye çalışıyor. Ancak yukarıda bahsettiğimiz hukuksuzluk nedeniyle bölgelerdeki kendi yağında kavrulma kapasitesine sahip devletler bölgesel güç olma çabası içine girdiler. Türkiye, Iran, Israil, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır buna örnektir. Bu yanıyla Orta Doğu coğrafyası adeta benzini dökülmüş ve kibritin çakılmasını bekleyen bir bölgedir. Düğümün başat aktörleri olarak Iran ve Israil’in karşılıklı olarak birbirlerini vuracakları ve buradan bir büyük bölgesel savaş çıkacağı beklentisi hemen birçok cenahta hemhal olmuş durumda.
Türkiye
İran ile Orta Doğu’da savaşabilecek güç Israil olamaz. Geçtiğimiz aylarda yapılan karşılıklı füze salvoları bir cephe savaşıyla kıyaslanamaz. Eğer savaşın sadece füzelerle ve savaş uçaklarıyla olmayacağı gerçeğini kabul edersek bu ikincisini kolaylıkla söyleyebiliriz. İsrail, kara savaşını, başka bir ifadeyle bir cephe savaşını ne askeri altyapı ne de askeri personel olarak karşılayamaz. Böyle bir bölgesel savaşın adı maddi (askeri) olanakları itibariyle ve NATO’ya göbekten bağ(ım)lılığı itibariyle Türkiye’dir.
Ancak Türkiye şu anda devletlerarası bir bölge savaşını kaldıracak iç organizasyona sahip değil. Devletlerarası savaşlarda halkların tutum alması, psikolojik olarak taraf olması, savaşa dahil olmasıyla mümkün olabilir. Bunun örneğini bugün Ukrayna’da görüyoruz. Avrupa halklarının tamamı 2014 Maydan darbesinden bugüne Rusya’ya karşı muazzam bir propaganda ile biçimlendirildi. Ama Türkiye’de teorik olarak devletin tüm kurumlarının iflas edip dağılmış olması, toplumun maksimum düzeyde kutuplaşmış olması ve ekonominin büyük bir açmaz içinde olduğu gerçekleri Türkiye’nin büyük bir bölgesel savaşa girebilmesine olanak vermez.
Türkiye’deki ekonomik gösterge sayaçlarını pert eden yoksullaşma, yolsuzluk, başta Tayyip Erdoğan ve ailesi olmak üzere devlet yöneticilerinin sınırsız kamu mallarını çalıp çırpıp zimmetlerine geçirmeleri, toplumun bütün kesimlerindeki dışa vuran çürüme ve sosyal huzursuzluk, adeta toplumsal bir depresyon hali, işsizliğin boyutu ve ücretlerin enflasyon karşısındaki çaresizliği, günlük yaşanan cinsiyet cinayetleri, çocuk cinayetleri ve sonu gelmeyen cinsel taciz ve tecavüzler, bunların sonucunda kamunun neredeyse her alanına sirayet etmiş irili ufaklı mafya organizasyonları ve çeteci güç odaklarının türemesi, Kürt Halkıyla barışılamamış olması ve buna bağlı olarak her gün yaşanan saldırı, gözaltı, tutuklamalar gibi faktörler Türkiye’nin bölgesel bir devletlerarası savaşı kotarmasına imkan vermez. Bu ancak bir hükümet değişikliği ve burjuvazinin devlet erkanında gerçekleştireceği kimi yüzeysel-makyajlamalarıyla hükümetin restorasyonu, eşzamanlı IMF, Dünya bankası gibi batı emperyalizminin ekonomik kurumlarından sağlanacak yeni borçlarla dönemsel olarak ekonominin görece stabilizasyonu eşliğinde toplumun yeniden dış tehditler propagandası arkasına yeleklendirilerek mümkün olabilir mi, bu bile çok mümkün görünmüyor. Bu nesnel koşullar objektif olarak Türkiye’nin büyük bir toplumsal alt-üst oluş potansiyelini, yani bir devrim durumunu ifade ediyor.
İran’a karşı cephe açmayı düşünen ya da bunun hazırlığını yapan hangi devlet ya da devletler olursa olsun, bunun sadece bölgesel değil dünya ekonomisine yansımalarının olacağını iyi öngörmek gerekmektedir. İran’a karşı bir cephe savaşı petrol fiyatlarının artmasına, başta Avrupa olmak üzere petrole bağımlı ülkelerin adeta felç olmasına neden olacaktır. Bununla birlikte bölgedeki tedarik yollarının başta Kızıldeniz olmak üzere tam yada kısmen bloke olacağını da düşünmek şarttır.
Orta Doğu petrol ve doğalgazına erişim konusunda yaşanacak zorluklar petrol ve doğalgaz birim fiyatlarını yükselteceği için ABD komutanlığındaki batının düşmanı Rusya’nın daha da zenginleşmesine neden olacağı için kendi ayaklarına sıkma ikilemiyle karşı karşıya kalacaklardır. Öte yandan Avrupa’yı eskisinden daha fazla Rus petrol ve doğalgazına mecbur bırakacaktır. Bu riskler karşısında Orta Doğu’da ABD’nin sessiz kalamayacağını ve daha önce pasifiğe kaydırdığı güçlerinin önemli bir kısmını yeniden bölgeye sevk etmek zorunda kalacak ve sadece Israil ve diğer vekilleriyle nüfusu 80 milyonun üzerindeki İran’ı alt edemeyecektir. Bu sonuç ABD’nin baş düşmanı Çin’in Asya’da eskisinden dahi daha fazla alana sahip olmasını olanak tanıyacaktır.
ABD doğrudan cephe savaşı olmaksızın, Israil’in vekaletinde (ve IŞİD vb gibi devlet olmayan vekillerle) bölgedeki düşman devletlerin kendisiyle uyumlu hale getirilmesini sağlamak istiyor. Kuzey’de Ukrayna eliyle Rusya’yı yıpratmaya çalıştığı gibi güneyde de Israil ve diğerleriyle İran’ı yıpratmaya ve hizaya getirmeye, Hizbullah ve Haması olabildiğince devreden çıkarmaya, Yemen’deki Husileri ehlîleştirmeye ve Suriye’yi daha uyumlu hale getirmek isteyecektir. Bu aynı zamanda İran’ın Lübnan’la bağlantı kurduğu kanalların ve aynı zamanda Suriye’deki İranlı milislerin bağlantı yollarının kapatılmasını sağlamak demektir. Bunu önümüzdeki süreçte büyük olasılıkla Tayvan eliyle Çin’e karşıda uygulamaya koyacaktır.
Suriye’ye saldırılar başladıktan sonra Esad hükümetinin yardımına Iran ve Rusya koşmuşlardı. Elbette karşılıksız bir dayanışma değildi. Her biri kendi jeopolitiğine hizmet edecek planlarıyla gitmişlerdi Suriye’ye. Buna karşın Esad hükümeti de bahsi gecen bu iki devletle kayıtsız- şartsız-koşulsuz bir bağımlılık ilişkisi kurmadı. Özellikle İran’ın Suriye’den çıkmasını istediğini Suriyeli devlet yetkililerinin söylemlerinden anlayabiliyoruz. Yine Rusya’nın bölgede İsrailli milislerin Suriye’ye saldırılarına cevap vermemesini de bu bağlam içinde değerlendirmeliyiz. Yani aynı tarafta duran güçler sürekli olarak birbirleriyle dalaşıyorlar. Bu Batı emperyalistleri tarafında da farklı değil, örneğin İngiltere’nin savaşın daha da kızıştırılması ve bu dolayımla batı cephesinde ABD’nin kaybetmemesi ama yıpranması, batının kollektif sözcülüğünün yeniden İngiltere’nin avuçlarının içine girmesi “planları” gibi.
Bütün bunlar ışığında hem Türkiye’nin ve hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin ABD’nin Suriye ve genel olarak Orta Doğu haritasını yeniden şekillendirmeye başladığı beklentisi içine girdikleri görülüyor. Her iki tarafında buna bütün kurumlarıyla angaje olduklarını yaptıkları açıklamalardan, görüşmelerden ve sahadaki pozisyonlarından anlaşılıyor. Kürt cenahından Mazlum Abdi’nin açıklamaları, Kürt medyasındaki yayın ve açıklamalar bu doğrultuda epeyce veri barındırıyor.
Beri tarafta Bahçeli’nin “sınırlarımızda çok tehlikeli oyunlar oynanıyor” sözleri aynı noktaya işaret ediyor. O nedenle iki kuvvetinde kendi özgün çıkar ve hedefleri için, ABD öncülüğünde hazırlıkları yapıldığı iddia edilen yeni döneme ilişkin yeni bir dizayn hazırlıklarına başladıkları gözlemleniyor. Burada Türk devletinin topyekûn mü hareket ettiği, ya da Bahçeli’nin temsil ettiği devlet kliği ABD’nin olası bir hamlesine karşı tutum alarak kendi hamlesini mi yapmaya çalışıyor, henüz ayyuka çıkmış değil. Ancak Türkiye yönetici eliti içindeki kimi hesaplaşmalar bize bazı ipuçları veriyor. Geçtiğimiz günlerde MHP’li 3 vekilin altın kaçakçılığı nedeniyle teşhir edilmesi, buna Bahçeli tarafının partiden ihraçla (istifa ettirildiler) rest çekmesi ve içişleri bakanlığı üzerinden bir süredir devam eden çatışmanın önümüzdeki günlerde daha da sertleşebileceğinin sinyallerini veriyor. Yine devlet bürokrasisi içinde süregelen çatışma, tarikatların bürokrasideki etkisi, özellikle güvenlik bürokrasisini ele geçirme girişimleri artık sır değil. Geçenlerde Yargıtay 3. Dairesi değiştirildi, ki MHP’nin kalesiydi. Ezcümle iktidar bloku içinde zaten bir iç çatışma devam ediyordu, burada yeni olan Suriye sahası özelinde Orta Doğu’da ABD eliyle yeni bir dizayn planının ortaya atılmış olması bu çatışmaların daha da derinleştirmesine neden oldu. Buna Irak KYB’sini de eklemek zaruridir, kaldı ki yine bu yeni dönem beklentileri içinde İran ile olan ilişkilerin niteliğini değiştirmeye, İran’dan uzaklaşmaya başladığı söylentileri epeyce duyuldu. ABD’nin bölgede çıban başı olarak gördüğü İran’daki iç siyasete bakınca, Iran ’da artık “ABD düşmanı siyasetin” kendisini beslemeye devam edemeyeceği algısının kuvvetlendiği söylenebilir. Yıllardır süre-gelen ve şiddeti giderek artan ablukanın yarattığı daralma artık İran siyasetini, Iran sermaye bloklarını hareket edemez hale getirdiği ve bu açmazdan bir çıkış yolu bulmak istendiği sesleri yükseliyor. Eski Iran cumhurbaşkanının adı konulmayan bir “kaza” da ölmesi ve yeni seçilen cumhurbaşkanını da bu hoşnutsuzluk yada değişim taleplerinin yansıması olarak yorumlanabilir.
Bütün taraflar, pozisyon alışlar, pozisyon değiştirmelerin gölgesinde bölge açısından konuşulması gereken önemli bir aktörde Rusya. Özellikle Suriye savaşıyla birlikte Orta Doğu üzerine bir söz söylerken Rusya artık pas geçilemez. Sadece Suriye’deki varlığı değil, artık Suriye’yi aşan, tüm Akdeniz’e kolu uzanan bir güç olarak konumlanıyor. Bölgede kurduğu askeri üslerin varlığı bunun somut kanıtıdır.
Özetle Rusya’nın sözü alınmadan ne ABD ve ne de bölgedeki vekil güç ve vekil devletler Suriye sahasında yeni bir dizayna girişemez. Bunu sadece Rojava sahasında yapabilirler. Çünkü orda Rusya ile ABD arasında yıllardır süren bir “mutabakat” var, iki tarafta birbirinin sahasına müdahalede bulunmuyor. Nitekim geçtiğimiz hafta cihatçı çeteler aracılığıyla Esad yönetimine ve Rojava’ya karşı yeni bir saldırı dalgasına giriştiler. Devlet Bahçeli’nin yukarıda alıntıladığımız sözlerindeki kaygının kaynağı da esas olarak bu.
Bütün bunların ışığında Türkiye’deki sıcak gündeme dönecek olursak, Abdullah Öcalan’la görüşme, DEM yöneticilerinin İmralı’ya gitmek için başvuruları, devlet erkanının hiçbir detayını açıklamadan yürütmeye çalıştığı trafik ve Suriye ve özelde Rojava sahasında gelişebilecek yeni dizayn ve yeni ilişkilenme ihtimalleri yukarıda ifade edilenlerden kaynak alıyor.
Başka bir yazının konusu olmakla birlikte olası yanlış okuma ve yorumların önüne geçmek için buraya bir parantez açarak belirtmeliyiz ki; Enternasyonalist proletarya sosyalistleri amasız- fakatsız ezilen halkların demokrasi-özgürlük-bağımsızlık mücadelelerini ilkesel olarak dayanışma içinde desteklerler. Marksizmin-Leninizm’in öncülüğünde, Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin hem teorik ve hem de pratik gerekliliği ve bu aynı zamanda çoğulcu sosyalizm anlayışıyla doğrudan ilgilidir.
Ezilen ulus ve onun öncü partisi eşyanın tabiatı gereği burjuva demokratik muhtevadaki sorunlarını çözmek için her düzeyde sistem içi yerel-bölgesel ve uluslararası güçlerle ilişkilenir, onlarla çözüm icin anlaşma-uzlaşma cabası içinde olabilir. Kürt demokrasi hareketinin bugün yüzünü soykırıma uğrayan mazlum Filistin halkları yerine Israil’e dönmesi de bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Ezilen ulus ve onların temsilcileri uluslar düzeyinde bir eşitlenme için yukarıda ifade ettiğimiz girişimlerde bulunurlar, bu ezilen halkların ve temsilcilerinin en doğal haklarıdır.
Burada enternasyonalist sosyalistler ilkesel olarak dayanışmacı görevlerini terk etmeksizin pratikte Kürt Demokrasi Hareketi`yle kurduğu stratejik mücadele ortaklığında eleştirel tutumlarını korumalıdır.
Emperyalist yeniden paylaşım mücadelesi
Prusyalı General Carl von Clausewitz’in deyimiyle savaş politikanın silahla yapılmasından başka bir şey değildir ve çatışmanın asıl tarafları henüz politikayı doğrudan silahla yapma aşamasına o ya da bu nedenle geçmediler. Bütün benzerliklerine rağmen gelinen aşamada lokal gelişmelerin yansımaları, duygu durumumuz, psikolojik olarak hissettiklerimizden azade objektif olarak gelişmeleri ele almalı ve kavramları doğru kullanmalıyız. Bugün yeni paylaşım mücadelesinin Ukrayna, Israil ve gelecekte Tayvan cepheleriyle (belki yakın gelecekte eklenecek yeni cephelerle) devletlerin vekil olarak savaştıkları dönem yakında tamamlanacak izlenimi veriyor.
O nedenle bugün için ne ABD ne de Çin henüz hala tamamlanmamış bir süreç nedeniyle, yani vekil devletlerin savaşlarının henüz bir yeterlilik seviyesine ulaşmaması nedeniyle dünyanın hiçbir yerinde birbirlerine karşı doğrudan silah kullanmaya başvurmadı. Yani olası büyük savaşın iki büyük bloğunun iki ana öznesi arasında henüz doğrudan silahlı bir çatışma yaşanmadı. Buna dayanarak üçüncü dünya savaşının başlayıp başlamadığı tartışmalarına bu yazı bağlamında bu cümleyle nokta koyabiliriz. Şu an yaşanan sürece üçüncü dünya savaşı demek gerçekliğin abartılmış bir formu olabilir.