Umut Yazıları

SİSTEMİN DIŞINA ÇIKMADAN, SİSTEME KAFA TUTULAMAZ! – XWE Metin AYÇİÇEK

Siyaset bilimi tanımları ya da devlete ilişkin tahlillerimiz içerisinden nasıl adlandırırsak adlandıralım, Türkiye’de mevcut devlet kurumunun “emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’yle bölgede (Ortadoğu’da) hegemonya kurma sevdasına güdülenmiş ve bunun için ülke içine ya da dışına yönelik olarak uluslararası ya da ulusal hukuku da reddedebilen gözü kara bir saldırganlığı ve şiddeti biricik yöntem olarak kullanmaktan çekinmeyen bir devlet olduğu” saptamasında herkesin ortaklaştığını sanıyorum.

Bu saptama, ülkenin derin sosyo-ekonomik analizlerine, sınırları net çizgilerle ayrıştırılmış sınıf tahlillerine, derinde yatan gerçek sınıf çatışmalarına ilişkin derin çözümlemelere dayandırılmadan da çok şey anlatabiliyor. Türk-İslam düşüncesine dayalı geleneksel Devlet ideolojisine; kürede yaşanan neo-liberalizme değinmeden söylesem de bir “ittifak arayışında yeterli olabilecek asgari zemini” söylemiş olabilirim diye düşünüyorum. Soykırımlarla, halklara yönelik kitlesel katliamlarla yazılmış kirli bir tarihi görmezlikten gelmesek de, kavram tartışmaları dışında birlikte yürümeyi sağlayabilecek bir asgari ortaklık için fazlasıyla yeterli değil midir bu saptama? Günümüzde İslam-Türk temelli bir faşist ideolojiyle taçlandırılmış paranoik bir Sultan’ın yarattığı yangını söndürme niyetiyle sırtında bir damla su taşıyan karınca olmaya yetmez mi bu tanım? Bunun, son yüz yıllık sömürgeciliğe ve onun kurucu ideolojisi CHP’li altı oka, kök hücre Kemalizm’e ilişkin analizlere falan dayanmadan yapılan bir tanım olduğunu biliyorum. Ve bütün bu darlığıyla bile olsa, yukarıdaki ilk saptamanın bu ülkede CHP destekli bir MHP+AKP+İParti iktidarına karşı sokak muhalefeti yaratmak için gereken birlik arayışlarında yeterli olduğuna inanıyorum.

★★★

İster birbirinden farklı faşizm tanımları içerisinde kalalım, ister bölgesel hegemonya, alt-emperyalizm ya da başka devlet biçimleriyle tanımlayalım, hatta söz konusu ülkenin sosyo-ekonomik temeline ilişkin farklı tespitlerde bulunalım: söz konusu devlete karşı mücadele ortaklığına gereksinimi ortadan kaldıracak bir şey bulamayız. Yerel ya da küresel tarihimizin zengin deneyiminin önümüze koyduğu biricik gerçek “mücadelede ortaklaşamamış direniş iddialarının boş lakırdı” olduğu saptamasıdır.

Türkiye sosyalist hareketinde birliğe yönelik çabalar suya yazılmış sözler kadar bile kalıcı olamamıştır. Elbette bu, birliklerin doğasında var olan bir şey değildir. Ama sınıflı toplumlardan aldığımız ve mevcut çatışmalarda kullanmak isteğiyle komünal değerlerimiz içerisine de sızdırdığımız içselleştirilmiş “iktidar duygusunun etkisiyle”, her birlik, öncelikle birleşenlerin kendilerini kendileri olarak var etme duygusunu yaşatıyor. Bu birleşmelerin dayandığı temel motif “güç olma; büyüme” gibi istekler gerçekte sistem değerleri içerisinden soruna yaklaşmaktan başka bir şey değildir.

Oysa deneyimlerimizle de sabitti ki, yan yana gelmiş basit matematik toplamlar sadece niceliksel bir büyümeyi anlatırken, toplamından fazla gücü ve yeteneği kazanmış olan bileşimler sinerjiyi yaratmış olurlar. Bir insanın yaşam sürecinden de bildiğimiz gibi, büyüme ve gelişme birbirinden farklı kavramlardır. Ve bizim Sol’un birlik arayışında “büyüme”  öne çıkan bir güdü, hedef ve yaklaşımdır. Bu tür bir büyüme kolayca fiziksel-sayısal tanımlarla, eski ve yeni niceliklerin kıyaslanması ile anlatılabilir. Oysa “gelişme”, nitelikle ilgili bir tanımdır; bir ya da birkaç bileşenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkarılan farklı ve yeni bir aşama, yeni bir yapı ya da yeni bir yetenektir. Solumuzun sözel düzlemde süs olarak kullanılan coşkulu söylevleri düşmanı yenmek için güç olmaya yönelik övgüler yaparken, düşmanı yenmek için “niteliksel dönüşümü” öne çıkarma hedefli düşünce, eylem ve yöntem üretememe kısırlığı bundandır.

Büyük birlik ideallerinde ortaya çıkan ayrılıklar genellikle ciddi çatışmalara gebedir. Çatışmalar zaman zaman fiziksel ile başlayıp birlikten ayrılanlara yönelik ihanet suçlamasına ya da benzeri davranışlara kadar varabilen şiddet türleri de üretirler.

“Çatışma” kavramını “hareketin temel dinamiği” olarak tanımlayan Marksizmin felsefi derinliğini anlayamadan sorun çözümlemeye çalışmak ve bu terimi günlük dilde kullanılan düzeye, yani fiziksel çatışma basitliğine indirgemek, komünal düşünce sistemimizi kirletir. Sınıf egemenlikleri temelinde oluşan eski kültürlerin ürettiği binlerce yıllık bir ideolojiyi iktidar kavramının yarattığı günlük dürtülerden ayırmadan / ayıklamadan atılacak adımlar ayrılıklarda tarafların birbirine karşı şiddet uygulamasına neden olabilmektedir.

“Birlik” öykülerimizin sonunun ayrılıkla noktalanması elbette bir tek nedenle açıklanamaz. Ama belki de en önemli nedeni bu yaklaşıma yönelik temeldeki çarpıklıktır. Politikada “davadan döneni vurun!” emrini faşist Türkeş’in MHP’liler için kullandığını biliyoruz. Çünkü ona göre ayrılık “ihanettir.” Ya da geçmiş düşüncelerini değiştirmiş olan kişinin yeni yönelişi bize doğru ise “doğruya yöneldi”; bizim zıddımızda ise dönekleşti diye tanımlanması bundandır. Kurulu sistemin, kendisini koruyanı “meşru”, kendisine karşı olanı “gayrı meşru” olarak adlandırması bundandır. Çoğulculuğu reddeden, farklılığı düşmanlık olarak tanımlayan “aklın yolu birdir!” sözüne sırtını dayayıp, “tek lider” anlayışını benimsemiş bir faşizmi ideolojik olarak yerleştiren bir “sosyalizm anlayışı” elbette olamaz. Çünkü her sosyalist bilir ki, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın ayrılıklarda “istisna vurgusuyla bile olsa” şiddete yönelmek, şiddeti örgütlenmenin bir yöntemi olarak içselleştirmenin yoludur.

Hiçbir gerekçe aynı düşmana karşı savaşmakta olan güçlerin birbirine karşı şiddet uygulamasını haklı gösteremez. Devrim güçleri içindeki ayrılıklarda herhangi bir tarafın bu tür bir yöntemin “haklılığını” savunması ise, anca, burjuva devlet anlayışının karikatürü olarak tanımlanabilir.

Niceliksel büyüme için değil ama niteliksel gelişim için “birlikte çalışma” kültürünü yaratmak zorundayız. Çünkü yıkmayı düşündüğümüz kapitalist toplum uzlaşmayı değil rekabet adı altında çatışmayı temel alan; toplumsal ilişkilerde “güç olma”yı hedefleyen bir toplumdur.

Birliğe ilişkin başarısızlık öykülerimizin nedenlerini araştırarak geleceğe ışık tutabilmek için egemen sınıfların anlayışını yeniden irdelemek ve kendimizi bu düşüncenin etki alanının dışına atmak zorundayız.

★★★

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ülkede Türk olmayan bütün halklara, Sünni-Hanefi olmayan bütün din ve inançlara; “farklılık” olarak değerlendirdiği her tür yaşam tercihi ya da inanç ve düşünceye karşı “tek millet, tek devlet, tek dil, tek bayrak, tek din” anlayışıyla açık bir savaş ilan ettiğini görüyoruz. Ve bunun ağır sonuçları yaygınlaşarak yaşanmaktadır. Aynı saldırgan politika ülke dışında da farklı yöntemler denenerek komşu ülkelere yönelik olarak sürdürülmektedir. Suriye’de yaşanan ve büyük oranda Türk Devleti’nin desteğiyle başlayan kanlı iç savaşın aslında bölge hegemonyasına yönelik bir saldırganlık olarak geliştirilmesi rastlantı değildir.

“Devlet” adıyla yaşatılan soygun çetesi ve onun lideri Tayyip ve sisteminden rahatsızlığın eski AKP’liler arasında da yaygınlaşması gerçeği, gelecekte sokağa da taşması muhtemel olan çatışmaların habercisi gibidir. Tayyip Erdoğan’ın kanlı saltanatı giderek kendi tabanındaki rahatsızları da tehdit eder hale gelmiştir.

Türk Kapitalizmi klasik kapitalizmden farklı olarak açık soygunun ve gayrı meşru kazancın da iktidar kararlarıyla meşru ve yasal olabildiği çarpık bir sistemdir. Ekonomistlerin yıllardır sürdürdüğü “2019’un ekonomik, politik ve sosyal krizlere gebe olacağı” iddiası 2018’den itibaren kanıtlanmaya başladı bile. Ve önümüzdeki aylarda ciddi bir derinlik kazanacağını, ekonomik yıkımın boyutunun dehşet olabileceğini biliyoruz. İşsizliğin rekor seviyelere tırmandığı ülkemizde, bu toplumsal kitlenin neredeyse üçte birini gençlerin oluşturduğu bilgisi artık sıcak geleceğe yönelik Nostradamus kehanetlerinden sayılmaz. Diktatör Tayyip de bütün hazırlıklarını bu öngörü üzerinden gerçekleştirmektedir.

Silahlı sivil milislerin 15 Temmuz Hareketi bunun büyük provası idi. SADAD örgütlenmesinin Saray Muhafızları konumuna getirilmesi çalışmaları ve Sedat Peker asalağının “oluk oluk kan dökülecek” müjdesinden sonra, günümüz yerel seçimlerini hedef alarak “silahlanın” direktifi ciddiye alınmalıdır. Gerçekte Peker’in tehdidinin hiçbir önemi yoktur. Mevcut dağınık konumuyla bile sol güçler istedikleri an, ipleri Tayyip’in elinde bir kukladan öteye anlamı olmayan Peker’i tükürükleriyle boğacak güçtedirler. Ama aslında Peker’in çıkışı bir yanıyla toplumu korku yoluyla yönlendirmeye yönelik bir hareketken, diğer yandan ise her diktatörün yaşadığı korkuları yaşayan Tayyip’in Hitler sürecinde üretilen sivil milis terör grupları olan SA’ların kuruluş çalışmalarını halka yedire yedire gerçekleştirilmesinin ön adımlarıdır.

Ülkemizde kırk yılı aşkın zamandır Kürtlere karşı sıcak bir savaş zaten sürmektedir. Uzun zamandır ve ağır bedeller ödeyerek geleceğe yönelik talepleri doğrultusunda kendini örgütleyen Kürt halkının dışında kalan diğer toplumsal grupların, henüz muhtemel bir faşist saldırı karşısında kendilerini savunmak için bile örgütlü sivil savunma güçleri yoktur. Kuzey Kürdistan’da Kürt özgürlük hareketinin eksikliğini yaşadığı tek şey, Batı’da devleti açıktan karşısına alarak savaşacak bir devrimci direniş gücünün olmamasıdır.

Açıktır ki parlamento başta olmak üzere yasal mücadele alanlarının bütününde politik çalışma olanağı devlete ve Saray’a muhalif olan grup ya da bireylere karşı artık kapanmıştır. Devletin acımasız bastırma politikaları; yasal ya da yasadışı düzenlenmiş ceza sistemleri bu karanlık tablonun kamuoyuna sergilenmesini engelleyebilmek için çok yoğun bir biçimde uygulanmaktadır. Bu nedenle gazeteci, akademisyen, sanatçı, bilimci ya da politik aktifist çok sayıda insan neredeyse kitlesel boyutlarda ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

Bu durumdan çıkmanın üç yolu vardır. Birincisi demokrasi güçlerinin önerdiği barış ve özgürlüklerin devlet eliyle hızla tesisi ve sömürgeciliğin tasfiyesi. (Portekiz-Karanfil Devrimi. Nisan 1974). Bunun tam tersi bir yöneliş yaşanırken, bunu zayıf bir olasılık olarak düşünebilmek bile mümkün görünmemektedir. İkincisi Kürt halkının dirençli muhalefetini de yok etmek ve böylece uzun süreli mutlak bir itaati mümkün kılabilmek için Kuzey Kürdistan’da ordu eliyle gerçekleştirilecek Sri Lanka (2009 Ocak) modeli bir katliam ya da Tayyip’in besleyip büyüttüğü İŞİD benzeri İslâmî çeteleri ile Endonezya (1965-66) modeline benzer kanlı bir katliam. Üçüncüsü ise faşist iktidar ve desteklerine yönelik her türlü mücadele yöntemlerini değerlendirebilen, donanımlı, uzun süreli bir özsavunma direnişi. Böylesi bir direniş “toplumsal yaşamın bütün alanlarında, devrimci şiddeti temel alan örgütlenmelere” sahip olmadan mümkün değildir.

Kuzey Kürdistan halkı, böylesi bir direnişle bugün kendi kaderini tayin etme noktasına doğru hızla ve onurla yürümektedir. Batı’da da devletin resmi ya da sivil güçlerine karşı özsavunma yapabilecek geniş tabanlı bileşime sahip bir örgütlenme zorunluluktur. Batı’da yaşamakta olan Kürtlerin ulusal ve sınıfsal talepler doğrultusunda böylesi bir devrimci-demokrat cephe ile birlikte eylemli olarak yer alması ise, kısa zamanda faşist iktidara karşı ciddi başarılar elde edilmesine büyük katkı sağlayabilecektir. Batı’da gerçekleştirilecek olan böylesi bir direniş bir yandan devrimin ön adımlarının önünü açarken diğer yandan Kürdistan’da gerçekleştirilen özgürlük mücadelesini de güçlendirmiş olacaktır.

Paylaşın