Umut Yazıları

YENİDEN “DERİN” TEORİK TARTIŞMALAR MI?- XWE Metin Ayçiçek

Son günlerde Kılıçdaroğlu’nun kimileri tarafından gaf olarak tanımlanarak hafife aldığı Ozan Arif adlı tescilli faşist ile ilgili sözleri tartışmaların merkezine oturdu. Oysa bu sözler, daha önceki seçimlerde seçim otobüsünde faşist hareketinin sembolü olan kurt işaretiyle verdiği işaretlerden çok daha hafif bir dışavurumdu. Partisinde uygun bir sosyal demokrat bulamadığı için Ankara’da kaşarlanmış bir faşisti CHP belediye başkanı adayı olarak; Türkçü bir İslamcıyı Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterecek kadar tutarlı bir sosyal demokrat idi.

Evet, o tam da “devletin bekası, sermayenin sefası için” tanımına uygun bir sosyal demokrattır. Türkiye’de “sosyal” tanımını sol ile özdeşleştiren yanlış bir anlayış sol kavramını sosyal demokrasiyi temsil ettiği sanılan CHP; ırkçı-milliyetçiliğin batağında boğulan ulusalcılar ve Perinçek faşistleri gibi siyasal hareketleri de kapsar bir genişlikte kullandıkları için sosyalistleri, komünistleri de kirleten bir algıya neden olmaktadır.

Kaldı ki CHP, klasik anlamda Avrupa’da örneklerini görebildiğimiz sıradan bir sosyal demokrat parti bile değildi. Başından itibaren İttihat ve Terakki adıyla muhaliflerine yönelik cinayetleriyle iktidar olan ve soykırımlar, katliamlarla sürdürülen ırkçı-milliyetçi bir siyasal düşüncenin devamından başka bir şey değildir. Böyle bir siyasal partinin uygulamada Batı’daki adaşlarıyla benzerlik ifade edebilmesi bile söz konusu olamaz. “Sosyal demokrat” olmak parti programlarını süsleyen demokrasi tanımlarıyla değil, sınıf savaşının onların dayandığı sermaye gruplarını zorlamasıyla mümkün olabilir.

Toplumda etkileri de olabilen ciddi bir politik varlık olarak Komünist Solun olmadığı ülkelerde sosyal demokrasi sağındaki güçlerle rekabete girer. Bu durum ise “sosyal demokrat olmak” iddiasındaki partileri giderek daha da sağa çeker. Hitler’in kurduğu NAZİ partisinin adının “Alman Milliyetçi Sosyalist İşçi Partisi” (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) * olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin yüz yıllık tarihte oynadığı rol ise, kendi topraklarında renklerinin biraz daha pastel görünmesinden başka farklılığı olmayan aynı tablo olduğunu unutmamak gerekir.

CHP içerisinde demokratik ve sosyal hakların genişletilmesinden yana olan, burjuva anlamda bir sosyal demokrasi savunan, demokrat özgürlükçü kişiler yok mudur? Elbette vardır ve onlarla sosyalist solun kuracağı ilişkiler elbette çok önemlidir. Bu konuda “ilkeli duruş” elbette ancak sosyalistlerden beklenen bir davranış olabilir.

İçerisinden geldiğim siyasal hareketin “devrimci olmak” için değil, “tutarlı bir demokrat olmak” için zorunlu gördüğü ve Türkiye için bugün de geçerliliğini koruyan temel ilkesi “anti-faşist, anti emperyalist, anti şovenist” olmak ilkeleri idi. Öyle ki geçmişte (1979) DEB (Devrimci Eylem Birliği) gibi büyük bir ittifak, anti şovenist ilkenin eksikliği nedeniyle bozulmuştu. Bu ilke anti-sömürgeci olmanın koşuluydu ve ilkenin açılımı “Batı’da anti-şovenist, Kürdistan’da ise anti-feodal olmayı” önkabül olarak zorunlu kılıyordu. “Biz… bugüne kadar demokratik kitle örgütleri için ileri sürülen anti-emperyalist ve anti-faşist olma ilkelerinin yetersiz olduğunu, bu kitle örgütlerinin demokratik eylem programlarının da anti-şovenist olma ilkesinin de yer alması gerektiğini ileri sürüyoruz. Elbette özünde bu ilke, Kürt sorununa ilişkin olmakla birlikte daha geniş kapsamlıdır… Kaldı ki, anti-şovenist olmak sadece sosyalistleri bağlamamaktadır. Aynı zamanda demokratik olmanın da ölçütü, ülkenin somutunda, Kürt ulusal sorunu karşısındaki tavıra bağlıdır.” (KSD. Sayı 3. s. 67.)

Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin henüz ilk sayılarında Ecevit önderliğindeki CHP’nin iktidar olduğu dönemde CHP’yi şöyle eleştiriyorduk: “İktidarının ilk aylarında kendisine destek olan demokratik örgütler, devrimci sendikalar ve tüm ilericiler CHP politikasını eleştirmeye başladılar. Ekonomik sıkıntıların üzerine; faşist terör üstüne de kararlı ve cesurca gidilememesi ve faşist terörün her gün biraz daha azgınlaşması, faşistlerle uzlaşma ve bazen ‘kardeş’ ilân etmeye kadar varan tutum faşistlere cesaret verirken, ilerici ve demokratların CHP’ye karşı (faşizmden korkuları nedeniyle tavır almak değilse bile) seslerini yükseltmelerini sağladı.” Ve CHP kuyrukçuluğu şöyle mahkûm ediliyordu: “İşte son tahlilde CHP kuyrukçuluğunun varacağı nokta: ‘Faşizme geçit yok!’ derken, bizatihi faşizme hizmet etmek.” (KSD. Sayı 1. S.8.) Bu nedenle yaklaşan yerel seçimlerde bağımsız sosyalistlere yönelik destek taleplerinin kabul edilip edilmeyeceği söz konusu ilkenin savunulup savunulmamasına bağlı olarak değerlendirilmek zorundayız.

Şimdi, sömürgeci devletin asli kurucusu olan CHP’nin HDP ile aynı karede görünmemek için özel çaba harcamasının nedeni daha iyi anlaşılabilir. Ama Türkiye sosyalist hareketinin “parti” olarak CHP ile gerçekleştirilecek her hangi bir ittifakının olması mümkün değildir.


İktidarın tam da 2023’e ilişkin son atılımını gerçekleştirmeye çalıştığı günümüzde “Faşizm” üzerine tartışmalar da çeşitlilik kazanarak yükselmeye başladı. Mevcut devletin biçimi üzerine tartışmalar yeniden gündemde. Ve sanırım bu tartışmalar biraz da CHP ile ittifaka ilişkin tartışmalara dayanak oluşturmak amacıyla yükseldi. Bazen Ezop diliyle, bazen direkt ifadelerle önümüzdeki yerel seçimlerde CHP ile ittifakın nimetleri kanıtlanmaya çalışılmakta; telaşla verilen tarihsel örneklerde örneğin Çin’de olduğu gibi “ülkenin açık işgali” konumunda gerçekleştirilen ittifaklar sorunu günümüzde AKP iktidarının varlığıyla benzerleştirilerek algı saptırmalarıyla da olsa tartışmalar sürdürülmektedir.

Ben bu tür gecikmiş tartışmaların tamamen dışında kalacağımı daha önceki yazılarımda açıklamıştım. “Türkiye’de mevcut devlet kurumunun “emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’yle Ortadoğu’da hegemonya kurma sevdasına güdülenmiş ve bunun için ülke içine ya da dışına yönelik gözü kara saldırganlığı yöntem olarak kullanmaktan çekinmeyen bir devlet olduğu” gerçeği bizi bekleyen geleceği yeterince aydınlatıyor. “İster birbirinden farklı faşizm tanımları içerisinde kalalım, ister bölgesel hegemonya, alt-emperyalizm ya da başka devlet biçimleriyle tanımlayalım”, söz konusu devlete karşı her türden mücadele devrimci iradeleri bağlayan bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır.

Öncelikle günümüz AKP’sinin Devlet-İktidar konumunda gerçekleştirdiği yeniyi tanımlamak gerekir. Artık derin cehaletimiz bile bizi AKP’nin seçim başarılarını “makarna-kömür” ilişkisiyle açıklama çukuruna düşürmeye yetmemektedir. Geleceğimizi kamuoyu araştırmacılarının verdiği istatistiklere dayanarak tanımlama yanlışına düşmeden, 17 yıldan beridir iktidarda olan bir İslami-milliyetçi partinin bu başarısının dayanaklarını görmemiz ve anlamaya çalışmamız gerekiyor. Kabaca sıralayacağım başlıklar AKP Cephesi’nin AKP ile sınırlı olmadığını göstermeye yetebilir:

Birincisi: “Asker vesayetine karşı mücadele” adıyla başlattığı mücadeleyle geleneksel iktidar yapılanmasının kolluk gücünü oluşturan orduyu siyasal-silahlı bir güç olarak büyük oranda kendi denetimi altına aldı. Zaten bir karşı-devrim gücü olan TSK’yı yeniden formatladı.

İkincisi: Ülkenin Batı’sı ve Kuzey Kürdistan’da farklı uygulanan çifte ahlaka dayalı laiklik anlayışının baskısı altındaki İslami kimlik iktidara taşınarak, “Türk-İslam Sentezi” olarak sürdürülmekte olan devlet politikası “İslam-Türk Sentezi” olarak değiştirilip önceliğini belirginleştirdi. İslami taban iktidar kadrolarına taşındı.

Üçüncüsü: Algı oyunlarıyla, MHP ve öncüllerinin 50-60 yıldır gerçekleştiremedikleri ezik Türk milliyetçiliğini şahlandırdı. MHP tabanının büyük oranda AKP’ye kaymasının asli nedeni budur.

Dördüncüsü: “Anadolu Kaplanları, Yeşil Sermaye, İslami Sermaye” gibi adlarla tanımlanan ve ağırlığı yüzbinlerce müteahhite dayanan (inşaat sektörü) sermaye sınıfı palazlandırılarak, Cumhuriyetin başından beri, daha çok devlet sübvansiyonlarıyla burjuvalaştırılmış ve esas olarak 50’li yıllar sonrasında giderek güçlenmiş olan sermaye sınıfının mutlak yönetim ve denetimine son verildi. Bu yeni sermaye sınıfına rant kaynağı olarak sunulan “kentleşme” projesi, bu sınıfı AKP’ye (ve esas olarak onun liderine) göbekten bağlamıştır.

Beşincisi: Medyanın bütünü programlı operasyonlarla ele geçirilerek, sanal dünyada yaratılan “dünya lideri devlet, Büyük Türkiye” ve “dünya lideri Tayyip” fotoğrafına kitleler inandırıldı.

Altıncısı: CHP içine yönelik operasyonlarla (Kaset olayı vb.) ana muhalefet partisi AKP önergelerinde “Anayasa’ya aykırı ama buna rağmen evet” deme noktasında teslim alındı. HDP ile ilişkisinin kesilmesi CHP’nin zaten zayıf olan meclis içi gücünü daha da zayıflatarak Meclis’i işlevsiz hale getirdi. HDP’ye yönelik yasa tanımayan uygulamalar ise, bir yanıyla Meclis’in iradesini sıfırlarken, öte yandan iktidarın ölçülemeyen güç gösterisinin nereye kadar götürebileceğinin de belirsizliğiyle, kitlelere verilmek istenen korku duygusunu artırdı.

Yedincisi: “Arap Baharı” adıyla başlatılan ve esas olarak Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı hedef alan bu emperyalist yeniden paylaşım saldırısında, Global efendilerin “ılımlı İslam” Türkiye’ye gereksinimleri vardı. Sürecin bir parçası olan Suriye savaşında ise ABD+Avrupa ittifakı ile Rusya arasındaki pazar kavgası pazarlığın konusu olan Türkiye’de iktidarı haylice kışkırttı. Sekizincisi: Dönemsel olarak Almanya, Amerika ve Rusya’da Merkel, Trump, Putin gibi sağ diktatörlerin iktidar olmaları ve Avrupa ülkelerinde sağcılığın giderek yükselmesi, bu uluslararası konjonktürün gereği olarak ortaya çıksa da politik iktidara yönelik “iktidarın uluslararası güçlülüğü” algısını güçlendirdi. Erdoğan, dünyanın bu güçlü devleri arasında kişiliksiz bir duruşla oynayarak algı yönetimiyle otoritesinin gücüne kitleleri inandırdı.


Açıktır ki, günümüzde Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında varlığını koruyan tek muhalif ses, Türkiye Cumhuriyeti sömürgeciliğine karşı özgürlük mücadelesini kesmeyen Kürt halkının muhalefetidir. “Batı”da asgarisinde “demokrasi ve özgürlükler mücadelesini” Kürt halkının mücadelesi ile bütünleştirerek “sınıfsal boyutta” derinleştirecek muhalefet güçleri, siyasal ve örgütsel varlıklarıyla toplumsal hareket içerisinde ciddi bir etki yaratamamaktadırlar.

Devrim mücadelesi içerisinde yer almak isteyen örgütlerin çoğu etkin varlıklarını ağırlıklı olarak Kürdistan’da sürdürmektedirler. Böylece AKP giderek daha etkin olduğu Batı’nın sokakları ve alanlarında siyaseti ve direniş mevzilerini daha fazla kontrol altına alabilmiştir.

Bölgesel konjonktürün en umut veren oluşumu ise elbette Rojava’dır. Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir kesiminin bu haklı harekete destek sunması elbette onurlandırıcı bir durumdur. Ne var ki, Rojava devriminin de bekası, Batı’nın Kürtleriyle birlikte sürdürülecek devrimci-demokratik bir mücadelenin zaferiyle gerçekleştirilebilir. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin de yıllardır dillendirdiği biricik beklenti buydu.

Batı’da sömürgeci devleti sıkıştıracak ve kilitleyebilecek bir toplumsal muhalefetin yaratılması sömürgeci devleti zorlayabilir. Her türden mücadele yöntemlerini kullanarak, sokağa, alanlara taşan halklar üzerindeki resmi-sivil kolluk güçlerinin fiili baskılarını geri püskürtebilecek bir yetenek kazanılabilirse, toplumsal muhalefet gelişebilir, aş-iş, yoksulluk-işsizlik gündeme taşınabilir. Ve haklar uğruna mücadele başarıları, yüklendikleri umutları daha ileri hedeflere taşıma gücüne yeniden inanabilirler. Böylece kitleler daha çok mücadele alanlarına çekilebilirler.

Anadolu-Mezopotamya topraklarının bu bütünlüğü içerisinde genel sınıf mücadelesi ve Kürt ve diğer halkların ulusal mücadeleleri iç içe geçmiş bir özelliktedir. Ancak, elbette her potansiyel güç gibi, bu devasa güç de örgütlenemediği takdirde parçalanarak etkisini sıfırlayacaktır. Hatta tarih böylesi dönemlerde sınıfın gücünü faşist hareketlerin yönlendirebildiğini; başka bir deyişle, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin büyük bölümünün bilinçlendirilmedikleri takdirde güçlerini bu tür iktidarlara sunduğunu biliyoruz. Geçmişte Almanya’da, İtalya’da sokaklarda faşizmin bayrağını sallayarak iktidar duygusu yaşayanların neredeyse bütününü büyük çoğunluğu işçi-emekçi olan açlar oluşturuyordu. Biat kültürünün içerisinden kimliğini oluşturan Türkiye’de güce tapınan toplumsal anlayışın güçlüye yöneldiğini biliyoruz. En azından, güçlünün, gücünü kullanamaz hale getirmeden kitleleri kazanabilmek mümkün olmayacaktır. Tarihe baktığımızda bunun tersini söyleyebilmek ne yazık ki mümkün değildir.

  • Çeviride yapılan maddi hatta yazar tarafından düzeltilmiştir.
Paylaşın