Türkiye’de yıllardır her seçim sonrasında “seçimlerin hukuka aykırı olup olmadığı” sorusu tartışılır. “Kazanan” ve “kaybeden” sınıflandırması üzerinden safların belirlendiği bu tartışmalarda, kaybedenler, hukuk sisteminin ihlal edildiğinden, kazananlar ise hukuk sistemine uygun davranıldığı tezi üzerinden iddialarını sürdürürler. “Hukuka uygunluk ilkesi” üzerinden gerçekleştirilen bu tartışmalar, siyasal bir varoluşun toplumsal meşruiyeti için aranan temel şartın “hukuka uygunluk” ilkesi olduğunun altını çizerek, aynı toplumsal yapı içerisinde birlikte yer alan bütün sınıf ve tabakaları da peşinden sürükler.
Yukarıdaki paragrafta aktarılan saptamada elbette hiçbir sorun yoktur. Aynı hukuk içerisinde yer alıp, o hukukun temel ilkelerinde anlaşmış sosyal-siyasal varlıkların, ortaklığın temellerinde birlikte davranılıp davranılmadığını saptayarak gelecekte de aynı istikrarla birlikte yürümenin güvencesinin olup olmadığını denetlemesi doğal bir davranıştır. Ama toplumsal yapı ve siyaset ilişkisini farklı temellerde ele alan; bu hukuksal ortaklığı reddederek farklı bir hukuksal zemin inşasını öneren siyasal akımların söz konusu tartışmaları yine aynı hukuk temelleri üzerinden sürdürmesi anlaşılabilir bir şey değildir.
Var olan “meşru hukuk” üzerine sürdürülen tartışmalarda iki ana yaklaşım vardır: Hukuk’u, onu oluşturan toplumsal temelinden kopararak açıklayan idealizm hukuk felsefesinde hukukun kaynağını tanrısal irade, gelenekler, insan aklı, devletin iradesi gibi toplumun maddi yaşam koşullarından ayrı olarak tanımlanmış kaynaklara bağlar. Böylece hukuk toplumun temelinde yer alan sınıflar arası ilişkilerden, sınıflar arası çelişki ve çatışmalardan kopuk, kendiliğinden bir değerler sistemi olarak ele alınır.
“Marksizm ve hukuk dendiğinde yapılabilecek temel saptama, dünyanın hukukçu bakış açısıyla açıklanıp anlamlandırılabileceğinin reddedilmesidir. İkinci temel tez ise, hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiğidir. Marx, dünyanın açıklanmasında hukukun temel araç olarak kullanılmasının yanlışlığını saptadıktan sonra, burada derinleşmemiş ve hukuk üzerinde daha fazla durmadan ilerlemiştir.” (Onur Karahanoğulları-Marksizm ve Hukuk.) Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 57-2.)
Sosyalist-komünist düşünce akımları ise hukuku sınıflı toplumlarda “egemenlik-bağımlılık sisteminin istikrarlı ve kararlı bir biçimde sürdürülmesini sağlayan kurallar ve yaptırımlar bütünü” olarak tanımlar. Başka bir deyişle bu düşünceye göre hukuk, “mülkiyet ilişkileri temelinde oluşan altyapının korunmasına yönelik üretilmiş bir üst yapı kurumudur.” Engels’in deyişiyle, “Marx materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiğini tanıtlayarak” işçi sınıfının mücadelesinin ufkunu açmıştır.
Toplumsal değişimi diyalektik ve tarihsel materyalizm içinden okuyan Marksist komünistler, bu felsefe içerisinden tanımladıkları mevcut sınıflı toplum hukukunu da değiştirecek yeni bir alt yapının oluşturulması doğrultusunda düşünce ve eylem üretirler. Yani toplumsal üretim ilişkilerinin yansıması olarak ortaya çıkan hukukun ilk ve esas görevi mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesi ve korunmasıdır.
«««
UMUT’daki yazılarıma “sorgulamak” sloganıyla yeniden başlamamın temel nedenlerinden birisi, Türkiye sosyalist solunun önemli bir kısmında sağlaşma sürecinin giderek daha hızlanması ve yaygınlaşmasıdır. Bu yöneliş sadece sosyalist solun ittifaklar politikası gibi konularda değil, solun tanımında, eyleminde, taktik ya da stratejik mücadele programlarında, propaganda ve ajitasyon söylemlerinde de adeta egemen olmuştur. Öyle ki, solda en “radikal” tanımlar bile, zaman zaman böylesi eğilimler içerisine girmekten kaçamamaktadırlar.
Bu durumun nedenleri üzerine uzun tartışmalar yapmak mümkündür. Ama daha az tartışmaya neden olabilecek örnekleri somut görünümünden çıkararak eleştirmek mümkündür.
Örneğin sıradan bir sosyal-demokrat bile olmayan sömürgeci CHP’nin, “kötü düşmana karşı” bir ittifak olarak neredeyse devrim müttefiki gibi sergilenme çabası böylesi bir kirlenmenin sonucudur. “Uluslararası İnsan Hakları” gibi kavramları kullanırken, bu ilkenin sadece bir “burjuva demokratik devrim” için kullanabileceğini; ama Uluslararası İnsan Hakları ilkelerinde yer alan “mülkiyet hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı” gibi ilkelerin komünistler tarafından savunulmasının mümkün olamayacağı gerçeğinin gözden kaçırılması da öyledir. Ya da, burjuvazinin feodaliteye karşı yükselttiği savaşımda yer alan “hümanizm” gibi bir kavramı, ırkçılığın, ayrımcılığın her biçiminin azgınca yaşandığı günümüze de taşıyarak farklılıkların üstünü örten bir düşünce saptırmasını sosyalizmin bir ilkesi gibi sunarak sosyalizmin burjuva felsefesiyle kirletilmesi gibi.
Elbette her toplumsal değişim, bir önceki toplumdan bazı kavramları devralır. Hukuk kavramı da bu tür kavramlardandır. Ama komünistler burjuvaziden ödünç alınan bu kavramı arka planından kopuk bir yaklaşımla ele almazlar. Böylesi her kavram mevcut ekonomi-politik içerisindeki konumlanışı ve bağlantılarıyla ele alınmak zorundadır. Bu durumda “hukuk” kavramının da devrim göreviyle bütünleştirilerek yani üretim tarzının değiştirilmesi göreviyle birlikte ele alınmalıdır.
«««
Hemen seçim sonucu, İmamoğlu üzerinden geliştirilen tartışmalar, egemen sistem ortaklarının rant kavgasından başka bir şey değildir. “Hukuk” üzerinden sürdürülen tartışmalarda egemen sınıfların iktidar ortaklarının tamamının birlikte rol aldığı bir ortaoyunundan başka bir şey değildir. Ve bu haliyle “yaşamın bütün alanlarını sorgulamayı temel alan” Marksistler için inandırıcılığı olamaz.
AKP+MHP Cumhur İttifakı’nın, CHP+İP Millet İttifakı ile Seçim Hukuku” üzerinden sürdürdükleri kavga, “kapitalist sömürgeci sistemin” belirlediği hukuk alanında, geniş anlamıyla insan hakları temelinde gerçekleştirilen bir adalet arayışı olamaz. Ortak hukukun üzerinde yükseldiği alt yapının ürettiği bütün adaletsizlikleri hukuk içerisinde tanımlamaya çalışan bir kabulleniş, öze dokunmadan biçime ilişkin uygulamalara dayandırılmış sayısal yanlışlıkları saptamadan ileri bir adım atılamaz.
Bu sistemin hukuk tanımının içeriğinin belirlenmesinde uygulama ortaklığı iki ana akım siyasetinin liderleri tarafından çok belirgin sözlerle ilan edilmişti:
Örnek bir: Körfez Savaşı sürecinde, Anayasa’nın açık maddesine rağmen meclise danışmadan savaş kararı veren ve doğrudan savaşa girme kararı verip orduyu savaşa sokan Turgut Özal, “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz” sözünü ilk kullanan Cumhurbaşkanı değildir. Sadece bir sistemin bir sürecinde “sistem hukukunu bu kadar güzel deşifre eden” ilk Cumhurbaşkanıdır.
Örnek iki: 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde fiilen Başkanlık Sistemi’ni oluşturmuş olan Tayyip’in “zaten fiilen yönetim değişmiştir, seçilecek meclisin görevi bu fiili durumu yasallaştırmak olacaktır” diyerek fiilen mevcut siyasal yapılanmayı bir darbe ile değiştirdiğini açıklamıştı.
Örnek üç: İktidarla karşısında ortak hukuku korumak ve savunmak konumunda olması gereken “ana” muhalefet lideri, iktidar partisi tarafından HDP’nin tasfiyesine yönelik bir operasyonun gerçekleştirilmesi amacıyla gündeme getirdiği “dokunulmazlıkların kaldırılması” teklifini “anayasaya aykırı olduğunu da bildiğini” ifade ederek, oy verdi. Sonra bildik süreç gerçekleştirildi. HDP’li milletvekilleri, HDP politik aktivistlerinden binlercesi ile birlikte cezaevine atıldı.
Özet: Bu hukuk üzerinden yükselen kurumlarla ve bu hukukun temellerini oluşturan maddi toplumsal dayanaklarıyla birlikte kaldırılması mücadelesini verdiğini iddia eden komünistlerin, Türkiye’deki hukuk üzerine tartışmalarını yine bu hukuk üzerinden inşa etmeye çalışmaları anlaşılabilir bir şey değildir.
«««
18 Ocak, 2014’te Özgür Politika’da yayınlanan “Hukukun Sistemi Değil, Sistemin Hukuku” başlıklı yazımdan aktarma yaparak dün ile bugün arasındaki benzerliğin altını çizmek istiyorum.
“HSYK tartışmaları devam ederken sıkça kullanılan “bu teklif, demokratik hukuk devleti anlayışına aykırıdır” sözü tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Aykırıdır elbette, ama önceki ve daha önceki ve daha daha önceki HSYK ya da hukuk sistemlerinin “demokratik” olduğunu iddia ederek teklife karşı çıkış da sahtekârlıktır. O hukuk sisteminin öncesinde değil miydi “sözde” milletin seçerek özde Meclis’e gönderdiği DEB milletvekillerinin yaka paşa derdest edilerek geldikleri yere, esarete atılmaları. Sorunun özü masaya yatırılıp operasyona tabi tutulmadan HSYK şöyle ya da böyle olsa ne olur? Bu hukuk çocuk Erdal Eren’i yaşını büyüterek asmış, yetişkin katil Ogün Samat’ı yaşını küçülterek kurtarmış bir hukuktur. Hrant cinayetinde örgüt değil mörgüt bulan hukuk da; Roboski katliamında takipsizlik kararı veren hukuk da aynı hukuktur.
Hitler devletinin de hukuk devleti olduğunu; yapılan her şeyin yasalara dayandırıldığını; yasalara uygun mahkemelerin faal olduğunu; kolluklarında gamalı haç olan yargıçların gırtlaklarını yırtarak “Heil Hitler!” diyerek Hitler’i selamladıklarını gösteren yakın geçmiş, toplum hafızasının unutabileceği kadar uzak bir tarih değildir.
Adını koyalım: Bu hukuk sömürgeci-kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukudur. Ve bizler elbette bir yandan demokratik haklar ve özgürlük kazanımları için, yani hukukun hak ve özgürlük alanının genişletilmesi için o sistem içinden mücadele ederken, öte yandan asli hedefin temelde yatan sistem anlayışına vurmak olduğunu da unutmamak zorundayız.
Bu istem Kürt halkının bütününü kendi önceliklerinden koparmak anlamında bir çekiş çabası olarak değil, inkâr ve imha politikalarının, katliam ve soykırımların temel nedeni olan Türk sömürgecilik sisteminin yıkılmadan Türk halkı da dâhil olmak üzere hiçbir halkın özgür olamayacağına yönelik inancımdan kaynaklanmaktadır.
Evet, sömürgeci sistem ve onun ürettiği sosyal-psikolojik zihniyet yıkılmadan Türk halkı da özgür olamaz. Zira yüz yıllık kısa tarihimiz de doğrulamıştır ki “sömürgecilik, egemen ulusun da boynuna geçirilmiş bir değirmen taşıdır.” O ulusun bu ağırlık altında dik durabilmesi mümkün değildir.
Türkiye’de sürmekte olan şimdiki tartışmaların hiçbiri öze ilişkin ya da sorunları temelden çözücü yeteneğe sahip değildir…
Hukuk kavramı üzerinde yaratılmaya çalışılan toplumsal yanılsama, demokrasi kavramı üzerinde de sürdürüldü. Bu tür söylemleri “Türkiye’de kuvvetler ayrılığı” tartışmalarında da sıkça duyuyor ve doğrusu benzer öfkeleri yaşıyorum. “Demokratik hukuk devleti” ya da “kuvvetler ayrılığı” gibi siyaset ve hukuk deyimleri iyi kötü işlerliği olan burjuva parlamenter sistemlerin elbette temel ilkeleridir…
Ancak, Türk Hukuk siteminin yazılı temel belgelerinde bu türden ilkeler Anayasalarda yer alabilmiş olsa da, Cumhurbaşkanları tarafından bile “delinebilirliğinden” söz edilen bu tür Anayasalarla yürütülmeye çalışılan bir hukuk sisteminin “demokratik” olduğu şöyle dursun bir “hukuk devleti” olduğunu bile söyleyebilmek politik bilim öğretileriyle dalga geçmekten öte bir anlam ifade edemez…
Türkiye’deki hali hazır politik çatışmadan egemen sınıfların şu ya da bu yanında yer alarak bir “demokrasi” getirmek ya da özgürlük alanlarını genişletmek ne yazık ki mümkün değildir. Yöntem, somut koşulların somut tahlili olacaksa, bu partilerin de sömürgeci-kapitalizmin değişik versiyonu olduğu unutulmadan düşünülmelidir.
«««
Türkiye’nin geleceğinin komünistleri ciddi bir sınava tabi tutacağı belirgin bir gerçekliktir. Belki de Cumhuriyet ile başlayan “sosyalizm” anlayışının, yeni bir hukuk sistemi yaratma çabası değil, kapitalist sömürgeci üretim tarzının değiştirilerek yeni bir üretim tarzı geliştirmek olduğu; bu üretim tarzı içerisinde gerçekleştirilecek üretimin ve paylaşımın kapitalizminkinden farklı yeni bir hukuk anlayışı olacağı gerçeğini görerek, mevcut sistemin derin işleyişini daha açık görebilme olanakları genişleyecektir.
Elbette kapitalizmin hukuk sistemi içerisinde gerçekleştirebileceğimiz etkinlikler olacaktır. Elbette eski kapitalist toplum içinde yer alan sınıflar ilişkisinde mücadelenin gerekli gördüğü hallerde, somut koşullara uygun olarak müttefiklerimiz olacaktır. Ama bu gerçekleşirken bizi temelde tanımlayan kimlikten kopuşa; o kimliği oluşturan ideolojik temelin kirlenmesine izin vermemek gerekir.