Emperyalistler Arası Birinci Küresel Paylaşım Savaşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 28 Temmuz 1918’de Sırbistan’a karşı savaş ilanı ile başlamıştı. Ve 11 Kasım 1918’de Compiègne’da bağlanan ateşkes ile son bulan savaş çok sayıda imparatorluğu yıkarak, arkasında darmadağın bir Avrupa bırakmıştı. Yaklaşık 10 milyon asker ölmüş ve bu sayının iki katı kadar askeri ise çalışamaz düzeyde yaralı bırakmıştı. 7 milyon sivil de şiddet ve açlıktan öldü. Savaş ülkelerin ekonomilerini çökertip, kaynaklarını çok geniş ölçüde yıktı. Savaşı Almanya ile birlikte müttefiki olan İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı sürdürmekte idi. Yenildiler.
Emperyalist tekellerin başlattığı bu korkunç savaş, emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz gelişimi yasası zorlamasıyla değişen güç dengelerine uygun “yeni bir dünyanın inşası” çabasıydı. Yani, Dünya’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını gasp etmek, pazarlar ve kaynaklar üzerindeki hegemonyalarını değişen güç dengelerinin yeni dizilişine uygun olarak yeniden paylaşmak ve pekiştirmek amacıyla gerçekleştirilmiş bir savaş.
***
Savaş sonrası barış anlaşmalarıyla üstlenilen zorluklar da umutlar da devasa idi. İngiliz diplomat Harold Nicolson 1919 Ocak ayında Paris Barış Konferansı açılışında düşüncesini şöyle tanımlıyordu: “Biz Paris’e sadece savaşı durdurmak için değil, aynı zamanda Avrupa’yı yeniden inşa etmek için gittik. Biz barışı hazırlamak değil, sonsuz barışı hazırlamak istiyorduk.”
Oysa “sonsuz barışı” devletler değil ancak halklar hazırlayabilirdi. Savaşı üreten, en azından savaşa karar verenler devletlerdi. Halklar ise ne yazık ki barışı korumak konusunda istekli ve kararlı değillerdi.
Irak’a gireceğini açıklayan ABD’yi durdurmak için dünyanın 25 başkentinde yapılan ve milyonlarca barış yanlısının katıldığı savaş karşıtı gösteriler sırasında ABD Savunma Bakanlığı sözcüsüne bir gazeteci tarafından sorulan soru bu gerçeğin cesurca ifadesiydi.
“Gazeteci: Bugün 25 Avrupa başkentinde aynı gün ve saatte milyonlarca insan ‘savaşa hayır!’ dedi. Ne düşünüyorsunuz?
ABD Savunma Bakanı sözcüsü – Mükemmel! Elbette halkların ‘barışa bağlılığı’ gurur verici bir şey ve geleceğimizin güvencesidir. Ama savaşa halklar değil, devletler karar verir!”
***
Emperyalistler Arası İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı da fazla gecikmedi. Hitler’in Münih darbe girişimi nedeniyle 1924’de tutuklanması; sonra Alman İşçi Partisi’nin ( daha sonraki adıyla: Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi) lideri olarak seçildi.
Hitler 1929 Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde yüzde 18 oy ile SPD’den sonra ikinci büyük parti oldu. Seçimle işbaşına gelen Adolf Hitler kısa zamanda iktidarını güçlendirerek anayasa değişikliği dahil tek başına yasalar çıkaracak güce ulaştı ve bunu uyguladı. Ardından diğer partileri ve muhalif çalışmalarının bütünü yasakladı. Almanya’da büyük ölçeklere ulaşmış olan işsizliği ve yoksulluğu bir emperyalist savaş hazırlığı için kullanmaya başladı. İşsizliğe karşı ülkede esas olarak savaşa yönelik geniş bir iş sahası oluşturdu; büyük otobanlar inşa ettirdi.
Sonu malumunuz: 65 milyon insanın öldüğü bir savaş, büyük yıkımlarla Almanya ve müttefiklerinin yenilgisi ile son buldu. Hitler ve eşi intihar ettiler.
Tayyip’in politik serüveni ve uygulamaları Hitler’inki ile aynı olduğuna göre, sonlarının da aynı olacağını düşünerek mutluluk duymamız yeterli midir?
***
NAZI dönemi sonrası Alman toplumunun hallerini bilir misiniz?
1946’da Nürnberg Mahkemeleri‘nde 20 yıl hapse mahkûm olan savaş suçlusu Albert Speer 1 Ekim 1966’da serbest bırakıldığında gösteriş meraklısı binlerce kişi onu bir kahraman gibi karşılıyordu. Sadece Almanya’dan değil dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler onlarca mikrofon ve kamerayı ona yönelmişti. NAZI dönemi suçlusu zaman tanığı Speer mimardı ve önce Berlin’in değişimi gibi çok büyük projelerden sorumlu idi. Hitler’in çok güvendiği kişilerden biri olan mimar Speer 1942’de Silahlanma Bakanı oldu. Cezaevi sonrası söylemleri ile bir efsane oldu. Çünkü o tam da Alman halkının büyük çoğunluğunun ihtiyaç duyduğu “açıklamanın” resmi sözcülüğünü üstlendi: “NAZI katliamından haberdar olmadığını, Yahudi katliamına katılmadığını ama Hitler’in cazibesiyle bu ortamın içine sürüklenerek kendisini bu hareketin içinde bulduğunu” söyledi. Askerler, memurlar, hakim ya da savcılar, sanatçı ya da akademisyenler, işverenler ve sendikalar, kısaca toplumda yer alan üst mahkemeler dahil bütün etkili mevki ve şahıslar ise “biz memurduk ve emirleri yerine getirmek zorundaydık. Başka bir şey yaşamazdık. Bu nedenle suçsuzuz” diyerek kendilerini aklamaya çalıştı.
Emperyalist galip devletlerin oluşturduğu Nürnberg Mahkemeleri, Nazizm’i ve faşizmi yargılamadı, sadece 150 civarında savaş suçlusunu yargılayıp bu işi kapadı.
Böylece, Hitler sonrasında kendi tarihiyle ve kişisel sorumluluklarıyla yüzleşmekten kaçınan Alman toplumun büyük kısmı, Speer’den aldığı gerekçelere dayandırdığı inkar gücü ile yaşadıkları travma ve utanç arasına sıkışarak, yeni ama çirkin bir geleneği toplumsal kimliğine kattı.
***
“Yalan Labirenti” (Im Labyrinth des Schweigens) adlı filmi izleyin lütfen. Film kalitesini değerlendirmek falan gibi artistik sapmalara girmeden söylenecek tek söz, “film, bir utanç tarihinin sorumluluğunu yüklenmek istemeyen bir toplumunun, ‘bilmezden gelerek’ yaşamını devam ettirme çabasını olağanüstü bir sadelikle sergilemiş. Film, Almanya’nın Hitler sonrası dönemine günlük yaşamdan politikaya, hukuktan eğitime somut örnekler alarak toplumsal boyutta ışık tutan bir belgesel niteliğindedir.
NAZI Almanya’sı sonrası, tarihsel yüzleşmeden korkarak kaçınan Alman toplumu, savaş sürecinde oluşan toplama kamplarının en ünlüsü Auschwitz’te yaşananlar bağlamında soykırım ve vahşeti unutmak için yanlış bir yönelişe girmişti. “Haberim yoktu, bilmiyordum” türü üç maymunlar oyunu toplumun sadece ahlakını değil, elbette ahlakla birlikte vücut bulan vicdanını da silmiş götürmüştü.
Yeniden inşa edilmekte olan toplum, büyük işverenler, büyük bürokratlar, kritik noktalardaki memurların çoğunluğu, emniyet teşkilatının neredeyse bütünü her gün her saat NAZI’lere küfreden NAZI kalıntılarıyla yeniden inşa ediliyordu. Dönemin katliamlarını kanıtlayan binlerce belgeye rağmen Nazi otoriteleri ve kamplarda vahşeti yaşamış eski NAZI esirleri uzun süre sessiz kalmış ya da sessiz kalmaya zorlanmışlardır. “Frankfurt Genelsavcısı Fritz Bauer, tarihin yeniden yazılışını gerçekleştirerek, kendisine karşı sürdürülen büyük düşmanlıklara rağmen 1963’de Frankfurt Auschwitz davalarının yolunu açtı. O, böylece Almanya’nın Nasyonal Sosyalistlerin vahşetiyle hukuksal yüzleşmesi sürecinde bir kilometre taşıdır.”
İşlediği konu nedeniyle tarihe iz bırakacak bir film olan “Yalan Labirenti”, “Nazilerin bir anda buhar olmasını, yani sessizce tekrar topluma karışmasını” sorguluyor. Soru açık: “Hiçbir şey olmamış gibi susmalı mı, unutmaya çalışmalı mı, yoksa her insanlık suçu ve suçlusu suçlusu cezasını bulmalı mı?”
Filme, Zygmunt Bauman’ından “Modernite ve Holokost” adlı yapıtında aktararak yapılan bir yorum gerçeği özüyle yakalamıştı: “Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Tanık olduğumuz, toplumsal mühendisliğin büyük bir şemasından başka bir şey değildi.”
Bugün attığımız “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganının açılımıydı bu alıntı.
Uygarlık diye adlandırılan Kapitalizm çağında da barbarlığın yok olmadığını, tersine giderek daha fazla içselleştirildiğini anlatan bir aktarma. Günümüz endüstriyel üretiminin “yaratma ve yok etme” edimlerinin küresel boyutta iç içe geçtiği bir yeni toplumsal sistem emperyalist-kapitalizm. Ve bu sistem çatısı altında her zaman var olacak “insana, insanlığa karşı edimlerin” her an yeniden kullanıma sürülebilmesi için sistem içinde yeniden yaşatılması çabasıdır yaşananlar.
***
Almanya’dan başladık, onunla devam edelim. Günümüz: Almanya Başbakanı Merkel, İstanbul ‘da yerel seçimin yenilenmesi kararına ilişkin düşüncelerini açıklarken “Dış politika her zaman değerler ve çıkarların bir karışımıyla yapılır. Burada doğru dengeyi bulmak lazım” dedi. Merkel, büyük olasılıkla partisi CDU’nun yeni lideri Annegret Kramp-Karrenbauer’un AKP iktidarına yönelik sert açıklamalarıyla ters düşmemek amacıyla bu saptamayı yapmak zorunda kaldı. Ne var ki onun yaptığı bu “dış politikanın temel ilkesi” tanımı, dış politikanın dayandığı “değerler” noktasında ciddi tartışmalara gebe bir tanımdır.
Elbette, her devlet, herhangi bir kurum gibi, henüz kuruluş aşamasında bir takım değerleri kendi varlığının tanımına yerleştirir. Örneğin eleştirilen Türk devletinin temel değerleri, “sınıf egemenliğine dayalı, sömürgeci” bir devlet geleneği olarak CHP’nin Altı Ok’unda yer alır. Alman ya da Türk devleti de dâhil kapitalist sosyoekonomik altyapı üzerine kurulmuş toplumların üst yapı kurumu olan devlet yapılanmalarının bütünü egemen sınıfın çıkarları üzerine inşa edilir. Kapitalist devletin varlık nedeni budur. Kapitalist altyapı üzerine kurulmuş olan bu yapı, doğası gereği “egemen olan sınıfın çıkarları” ilkesini bütün sistemin temel paradigması olarak kavramlar bütününü belirleyen bir merkeze oturtur. Bu nedenle bir burjuva devlette “çıkar” kavramı, “değerler” sistemini de belirleyen bir etkiye sahiptir.
Aynı altyapı üzerine inşa edilmiş olan toplum ve siyasetin, buna rağmen birbirinden farklı “hukuk” ve “yönetim” biçimlerine sahip olmaları, o toplumda başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere, ezilen halkların hak ve özgürlüklerini genişletmek için verdikleri mücadelelere bağlı olarak değişir. Böylesi mücadelelerin gelişkin olduğu ülkelerdeki kazanımlar, o ülke halklarının hak ve özgürlüklerinin sınırlarının dar ya da geniş olmasının biricik nedenidir. Tarihsel olarak da biliyoruz ki, sadece kapitalist sınıfların değil bütün sınıflı toplumların bütününde, sistem egemenlerine karşı verilen mücadelelerin temel sloganı olan “hak verilmez, alınır” sloganı, toplumsal gelişimin temel gücünün belirlenmesi anlamında büyük öneme sahiptir. Aynı sosyoekonomik altyapı üzerinden yükselen üstyapı kurumları, sadece biçimsel farklılıklara sahiptir ama öz olarak aynıdır.
Merkel’i, üyesi olduğu sınıf çıkarları ve onun ürettiği sınıf ahlakı dışında düşünmek olanaksızdır. Bu nedenle onun dilinde bu cümle, “insanı temel alan” bir anlayıştan tamamen uzak bir yerde durmaktadır. Bu tanımın uygulamasını Ermeni soykırımında Osmanlı’yla ittifak anlayışında görmüştük. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Kürdistan’da kanlı katliamlarla sürdürülen bir sömürgeciliği sürdürebilmek için tanktan topa her savaş aracını sunabilmesi rahatlığı da Merkel’in uluslararası ilişkilerde var olduğu söylenen “değerler” sistemi içerisinde yer alıyordu. 1938 Dersim’de Alevi katliamında kâr için kullanılan ölüm araçlarının ithal edildiği ülkenin Almanya olması da, kapitalizmin kâr anlayışı (“çıkarları”) ile “değerler” arasındaki orantısız uyumunun örneğiydi. Halepçe’de kullanılan öldürücü elma gazını sömürgeci Türkiye devlete satarken de, Türkiye’de halk muhalefetini bastırmak amacıyla kullanılan panzerleri ya da tankları satarken de kapitalizm kendi “değerlerine” uygun olarak bir işlem yapmaktaydı. Kısaca kapitalist devlet, kâr için, burjuvazinin çıkarları için insanı tüketmekten asla geri durmaz.
Bu nedenle Merkel, sistem çıkarlarını savunmak için Tayyip’in en kanlı cinayetlerine bile göz yumabilmiş; daha da ötesi, “bizim orada 6400 firmamız var, onları riske atamayız” diyerek, her seçim döneminde Tayyip’i ziyaret ederek bu kanlı diktatöre açık destek sunmuştur.
***
Türkiye ile hangi “değerler” üzerine ilişki kurulabilir? “Auschwitz’den farkı var mıdır Diyarbakır Zindanları’nın. Hitler’in kötü bir kopyası değil midir Tayyip Erdoğan?
Ve gerçekten de, tarihten ders çıkarmak mümkün değil mi hiç?
Hiç olmazsa resimlerini izlemişsinizdir, “görmedim, haberim yok” falan diye inkâra kalkmayın sakın! Böyle bir densizlik yaparsanız, sözüm olsun sizi yedi kuşak geleceğe, torunlarınıza ihbar edeceğim, bilesiniz. Sizin türünüzden bilinçlenmiş hayvan türlerinin öyküsünü sığındıkları mağara duvarlarına kazıyacağım on bin yıl sonra da olsa okunsun diye. “Sizin atalarınız insani değerlerden nasibini almamış; ‘insan onuru’ kavramını hiçbir zaman duymamış, öğrenmemiş ya da daha da kötüsü benimsememiş; işkenceyi, zulmü, katliamı bir yaşam biçimi olarak tanımlamış, kısaca ‘insanlığa’ yönelik evrimini sadece evrimin biyolojik-fizyonomik aşamasına kadar getirebilmiş bir türdür.”
Kanıt isteyenlere, sadece Ermeni halkına karşı değil Anadolu-Mezopotamya topraklarında Asuri-Keldani, Rum, Laz ve diğer halklara yönelik soykırımlarıyla ünlenmiş, çağımızda onursuzluğun, ahlaki düşmüşlüğün sembolü olan sömürgeci bir devletin emriyle hizmet veren Türk polisinin etkinliklerinden söz ediyoruz.
Urfa’nın Halfeti ve Bozova ilçelerinde Kürt halkına yönelik devletin besleme itlerinin operasyon adıyla düzenlediği vahşet insanlık adına yüz kızartıcı suç. Gözaltına alınan 60 insan, daha gözaltına alınırken evlerinde başlayıp Urfa Emniyet Müdürlüğü’nde süren ve jandarma karakolunda devam eden bir insanlık dramı. Elleri kelepçeli insanlar kaldırım taşları üzerine yüzüstü yatırılmış. Gözaltında çok sayıda kişinin kol ve bacakları kırılmış, aşağılanarak onurlarıyla oynanmıştır. Kemikleri kırılmış insanlar tedavi için hastaneye kaldırılmamıştır.
“Görmedim, bilmiyorum, haberim yok” diyerek kandırmaya kalkamayacaksınız hiç kimseyi.
Biliyorsunuz, haberiniz var, gördünüz ve susarak onayladınız. Ve bu utançla yaşayacaksınız geleceği siz ve taşınması dayanılmaz olan bir utanç duygusunu miras bırakacağınız çocuklarınız.