Umut Yazıları

Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete – XWE Metin Ayçiçek





Osmanlı dönemi 1823-24 yıllarında, Habeşistan’da yakalanan bir zürafa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından Padişahı II. Mahmud’a hediye olarak gönderilir. İstanbul’a bir gemiyle getirilerek Sultana sunulan, “başı öküze, boynu deveye, gövdesi ise kaplana benzeyen beygir benzeri bu hayvan” büyük bir şaşkınlıkla karşılanır ve halkın ciddi bir ilgi kaynağı olur. Dönemin Saray Günlüğü yazarı Hızır İlyas Efendi, ”Letaif-i Enderun” isimli deftere ”Mısır Vilayeti’nden Dersaadet’e Bir Zürafa Hikâyesi” başlıklı yazıda bu gösteriyi şöyle aktarır:

“Zürafayı halka tanıtan Habeş Ahmet Ağa, ‘bu hayvanı gezdiren bir Müslümanın cenneti garantileyeceğini’ söyledikten sonra, biraz da şaka olsun diye orada bulunan Abdi Bey’i cesaretiyle övüp yağladıktan sonra onun ‘hayvana binmesini söyler.’  Padişah’ın önünde olduklarından Abdi Bey mecburen zürafanın üstüne biner. Hayvan ürküp meydanda son sürat koşmaya başlayınca, çok korkan Abdi Bey bağırır: ‘Ahret hakkını helal eyle efendimiz. İlk menzilimiz ecel beşiğidir. İşte bindim gidiyorum. Elveda’.”  

 “Bindim bir alamete, gidiyorum kıyamete” sözünün bu olaydan türediği sanılmaktadır.

“İz, işaret” ya da “çok iri, çok büyük” anlamlarına gelen alamet sözcüğü belki de her iki anlamda da günümüz Türkiye’sine yönelik bir söyleşiye en uygun başlık olur.  

«««

İstanbul Yerel Seçimi’ gerçek bir Tayyip Klasiği olarak tarihe geçecektir. Seçimlerin başından bugüne kadar Tayyip çetesinin sistem içi rakibi CHP’ye yönelik uygulamalarında, sistemin kendini korumaya yönelik olarak koyduğu “hak, hukuk, adalet, yasa” gibi bütün kontrol sistemleri ve geleneksel kurallar devre dışı bırakıldı. Aslında sistemi de sıkıntıya sokabilecek dinamikleri içinde barındıran bu uygulama, genellikle sistem içi çatışmaların çözümünde nadiren başvurulan yöntemlerdendir.

Geçmişte sıkça uygulanan “askeri darbeler”, gücü elinde tuttuğu için, sistem içi sorunların çözümünde birinci dereceden etkili uygulama idi. Kurulu sistemin egemenleri arasında bir konsensüs sağlanmadan gerçekleştirilen sistemsel yenilenme çabaları, kaçınılmaz olarak Ordu’nun müdahalesi ile CHP’nin altı oku ile tanımlanan “fabrika ayarlarına” dönüştürülmekteydi.

Aile şirketi ile tek başına ilerlemeyi seçen Tayyip, burjuva hukukun “ayar mekanizmaları” olan “kuvvetler ayrılığı” sistemini bir kenara atarak, daralan rant alanlarında payını korumak için yakın ortakları dahil herkesi paylaşım dışı bırakarak rantın bütününü tek başına gasp etmeye yönelik adımlar attı. Sultanlık ve halifelik iddiası bu ihtirasın gereği olarak büyüdü.

1929-30 Dünya Ekonomik Krizi’nin ürünü olarak sistemi kurtarma amaçlı operasyonlar (Hitler vb.) burjuvazi tarafından anlaşılabilir bir şeydi. Ama Türkiye’de, hali hazır koşullarda, egemen sınıfların bütününü yıkım boyutunda tehdit eden bir tehlike yokken, Tayyip’in “aşırıya kaçan sömürü yöntemleri” uygulayarak, sömürü kanallarının bütününü kendi kasasına akıtmak istemesi, yerel boyutta da olsa ciddi anlamda bir sistem krizi üretti. Hızla büyüyen bu talan partisi, yükselmenin ivmesini de arkasına alarak iktidarı tek elde toplama yoluna girdi. Fethullah’la başlayıp Gül ve Arınç’a uzanarak Gökçek’e ulaşan tasfiye operasyonu bunun sonucundan başka bir şey değildir.

«««

Türkiye’de başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere toplumun ezilen sınıf ve sosyal tabakalarının büyük çoğunluğunun sisteme yönelik ciddiye alınabilir bir tepkisi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu kesimler bildik faşist, sosyal faşist, dinci, milliyetçi, kapitalizm yanlısı siyasal partilerle kendilerini var edebilmektedirler. Kapitalist sistem karşıtı olduğunu söyleyebileceğimiz sosyalistler ve hele hele sömürgeciliğe karşı direnecek siyasal yapılar ise çok parçalı ve tamamı birlikte düşünüldüğünde bile çok küçük niceliklerle ifade edilen etkisiz bir varlık konumu sergilemektedir.

Kesinlikle böyle olacaktır, çünkü Tayyip ve bugün onun etrafında kalmış olan Pekerli, Soysuzlu Metinerli çete, toplumun hiçbir değerine saygısı olmayan bir çıkar şebekesidir. Aile boyu Hırsızlık Şebeke’si ile deşifre olmuş Tayyip, yüzüne vurulan her eleştiriyi “yağmur yağıyor” esprisi ile savuşturmayı başarmıştır. Tertemiz birer Gılman iken Fethullah’ın eteğini öperek büyüyen bu soysuz sürüsü, “cennet” yapacakları vaadiyle teslim aldıkları bu ülkeyi insanlık değerlerinin yerle bir edildiği bir Soysuz zebanisinin ülkesi haline getirmiştir. Bu tarih bir anlamda, ihtirasın ürettiği kötülük kurtlarının, beslenme alanları daraldıkça birbirini yeme serüveninin tarihidir. “Baskın basanındır” taktiğiyle bütün dostlarını siyasetin yağlı ipine teslim etmiş bir çıkar çetesinin devletleşme klasiğidir.

Türkiye’de ekonomik bunalım

Son araştırmalara göre, 17 yıllık AKP ve Tayyip ile gelinen noktada, üstelik dünyayı kucaklayan bir ekonomik kriz içerisinde bile Avrupa Birliği genelinde ortalama asgari ücret 5 bin TL (750 €) civarındadır. Türkiye’de 2019 Ocak ayında 335 € civarında olan asgari ücret, Mayıs ayı içerisinde özellikle İstanbul seçimlerinin iptal edilmesinin ardından 295 € düzeyine gerilemiştir. Tayyip’in medya korsanları “Türkiye’deki ortalama gelir düzeyinin Avrupa’dan ileride” olduğu yalanını topluma kabul ettirmeye çalışırken, resmi rakamlar örneğin Lüksemburg’daki asgari ücretin Türkiye’dekinin 6,5 katına, Fransa ve Almanya’da 5,5 katına, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da 2 katına denk olduğunu göstermektedir. 30 civarında ülke içinde Türkiye’nin düzeyinden geride olan sadece 3 ülke olduğu (Arnavutluk, Makedonya ve Bulgaristan) görülmektedir.

“IMF’i kovmakla” hava atan yeni Türk ekonomisinin mimarı AKP, devlet kurumlarına ait binaları bile satarak geldiği noktada ülkenin dış bağımlılığını, dışsal kırılganlığını Cumhuriyet tarihinin yaşadığı en yüksek zirveye çıkarmıştır. Türkiye’nin kısa vadeli dış borçları 122 milyar dolara yükselmiştir.  Bu Merkez Bankası rezervlerini çok aşan bir düzeydir. ( % 144 ) Kısa vadeli bu borçların üzerine ödeme vadeleri 1 yıl olan 182 Milyar dolarlık dış borçlar da eklenince durumun vahameti net olarak ortaya çıkmaktadır. Bir yıl öncesinden cari işlem açığını da buna katarsak, sadece bir yıllık dış finansman gereksinimi millî gelirin % 31’ine ulaşır.

Türkiye ne bu dış borcu ödeyebilir, ne de ülke içinde devletin yapması gereken zorunlu (okul, hastane, sağlık ocağı, vb.) yatırımları kaynak ayırabilir. Memurlarının maaşlarının da önümüzdeki üç beş aylık süreçte ödenememesi gibi bir durumun ortaya çıkması artık beklenen bir durumdur. Zorunlu askerliğin dayatıldığı bu ülkede bedelli askerliğin böylesine destek görmesi; işten çıkarmalar; altyapı yatırımlarının kaldırılması gibi önlemler bu süreci iyileştirebilecek yöntemler değil, günü kurtarmak için yapılan geçici düzenlemelerdir. 

Dışa bağımlılığın böylesine arttığı ekonominin isteri olan yeni sermaye kaynaklarına ulaşabilmek, uluslararası boyutta bütün itibarını ve güvenilirliğini yitirmiş olan bu iktidar altında mümkün değildir. Aslında Cumhuriyet bütün tarihi boyunca kendisini dış borçlarla var etmeye çalışan, hazıra alışmış mirasyedi ekonomisini sürdürmekteydi. Katar gibi ülkelerden elde edilen ucuz ya da hibeye dayalı kaynaklar Tayyip’i sadece Batı’ya değil ama aynı zamanda Ortadoğu’ya da bağlayan bir zincir idi. Bir ara sermaye gereksinimi nedeniyle teslimiyetin uç boyutlara tırmandırıldığı Batı’ya yöneliş, “Ortadoğu’nun ve İslam Dünyası’nın liderliğini üstlenerek Ortadoğu’nun desteği ile dizginlenebileceği düşüncesiyle “wan minüt lan” şovlarına girilerek adımlar atılmaya çalışılsa da “yalanların efendisinin bile yalanları yatsıya kadar ancak yetti. Kaynak bulma çabası Katar gibi ülkelerle IŞİD gibi İslamcı cinayet örgütleri üzerine ittifaklarla; İran’da Reza Zarab gibi ya da ünlü eroin mafyası lideri Naci Şerifi Zindaşti ile işbirliğine kadar aşağılık her yol denendi.

Ve dökme suyla Saray’ın değirmeni buraya kadar ancak dönebildi.

Türkiye’de dış politika kaosu ve çoklu bağımlılık çıkmazı

Bir parti çıkışıyla yeniden sahnelenmekte olan “Stratejik Derinlik” mimarı Davutoğlu ile Amerikancı Babacan ittifakı, Tayyip’e karşı bir alternatif gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Oysa Davutoğlu’nun “Ortadoğu liderliği” hayaliyle renklendirdiği o yayılmacı rüya hezimete uğradı. Suriye savaşında gelinen nokta, “ancak eğitimle elde edilebilir bir cehaletin” ürettiği, büyük kayıplar verilerek kazanılmış çok derin bir çöküntüdür.

Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” teorisini de, ABD’nin Tayyip’in Eş Başkan olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’ni de boşa çıkartan başta Kürt Ulusal direnişi olmak üzere Ortadoğu’nun ezilen halklarının direnişi sonucu Türkiye, Suriye’de ürettiği iç savaşla ilgili bütün çözüm planlarının dışına itilmiştir. Bölgesel bir hegemonyayı yakalamak için yüzünü İslam’a dönmeye çalışmak Türkiye’ye hiçbir olanak yaratamamış; tersine, başlangıçta kurulan Suudi Arabistan-Katar-Türkiye “Şer İttifakı” da parçalanarak Türkiye’yi ABD, İran ve Rusya’nın iradesi altına daha fazla sokmuştur.

Tayyip’in, mevcut durumda “devletin bir şirket gibi çalıştırılması” gerektiğini söylediği andan itibaren, çok parçalı bir çıkar grubu olan AKP bileşenleri üzerindeki otoritesi yavaş yavaş azaldı. Devlet iktidarında kalabilmek için güvenilir bulmadığı eski dostlar ve ittifaklar hemen kenara atıldı. Onun Türkçü akımlarla yeniden barışmaya yönelik girişimi, ümmetçi ve tarikatçı olan İslamcıları tedirgin etse de, bu kesim iktidara karşı çıkabilme cesaretinden yoksundu. Tayyip bu rahatlıkta Avrasyacılar’a (Ergenekoncular’a) yeniden el uzatmaya dönüşen bir politikaya hemen dönebildi.

Idlib’de çok iddialı iken, sürecin Rusya ile ittifak halindeki Suriye lehine gelişmesi ve Rusya’nın genel duruşunun çıkarları gereği sağlam bir biçimde Suriye yanlısı olması AKP iktidarı açısından ciddi bir rahatsızlık konusudur. Bu nedenle hem ekonomik ilişkisini büyütmeye çalıştığı bir Pazar olarak, hem de ABD ve Batı ile ilişkilerinde şantaj aracı olarak Rusya ile ilişkilerini korumaya çalışırken, öte yandan Batı’ya yönelik ilişkilerini yeniden geliştirebilmek için yeni arayışlar içerisine girmiştir.

Türk Devleti’nin üretimi olan El-Kaide kökenli Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) ve Türkistan İslam Partisi ile AKP güdümlü çatı örgütü Ulusal Kurtuluş Cephesi bugün Rusya, İran ve Suriye güçlerine karşı aynı safta çarpışmaktadır. Ve görülmektedir ki yakın bir tarihte Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının Suriye toprakları dışına iteleneceği önemli gelişmeler arifesindeyiz.

İdlip’teki Türkiye destekli İslami cinayet örgütlerin ayrım gözetilmeksizin hedef haline getirilmesi artık Suriye-Rusya-İran ittifakı açısından geri dönülemez bir gelecektir. Böylesi bir temizlik sonrasında Türkiye’nin Afrin ya da Azez-Bab-Cerablus hattından kovulması da kaçınılmaz olacaktır. Bunun için belki bir savaş bile gereksiz olabilir. Çünkü “Türkiye başka bir ülkenin topraklarında işgalci bir ülke konumundadır.” Nitekim 17 Mayıs’ta Suriye ordusunun, gözlem noktasına giden TSK’ye ait lojistik konvoyunu doğrudan hedef alması, 21 Mayıs’ta ise bir Suriye jetinin El-Bab üzerinde keşif uçuşu yapması yukarıda anlatılan geleceğin ön adımlarının atılmakta olduğunun işaretleridir.

Tayyip’in yıkımdan kurtulmak için yolları

Her ne kadar sorunları algılama yeteneği çok zayıf olan yardımcıları ve danışmanları fazla bön olsalar da, Tayyip, önündeki sorunların farkındadır. Bir Saray depremiyle yüz yüze kalmamak için bir takım adımlar atmasının kaçınılmazlığını görmektedir. Ülke içinde böğürüp dursa da ABD ve Rusya karşısında süt dökmüş kediden bir farkı yoktur. Rus uçağının düşürülüşü sonrası Putin ile ilk görüşmesinde el sıkışırken sergilenen Tayyip’in boynu bükük zavallı duruşu hepimizin hatırındadır.

Putin’in ise Tayyip’i hiçbir boyutta önemsemediğini artık dünya âlem biliyor ve Tayyip ile ilişkisini ona göre ayarlıyor. Eskiden beri Türkiye’ye sıcak bakmayan Avrupa Birliği’nin yeni seçimlerinde sağın daha da güçlenmesi ve özellikle Merkel’in halefi olacak yeni CDU başkanın “ülkesinin Tayyip’le kurduğu ilişkiyi kökten eleştirerek Tayyip’i karşıya alan” düşünceleri değerlendirildiğinde, öncesinde Tayyip’e bonkörce sunulan Batı desteğinin dibinin görünmeye başladığı söylenebilir. Belli ki Tayyip’in Türkiye’de satacak bir şey bırakmaması da Batı kapitalizmini artık kârsız bir ilişkiyi sürdürmek konusunda risk almaktan uzaklaştırmaktadır.

Ve bence Tayyip bu doğrultuda adımlar atarak, farklı olasılıklarda değerlendirebileceği farklı girişimleri başlatmıştır.

Sayın Öcalan’a yönelik yıllardır sürmekte olan tecridin kaldırılmasının en önemli nedenlerinden biri bence , yalnızlaşan Tayyip’in İstanbul seçimleri ve sonrasına ilişkin bir politika değişimi yapmak zorunda olduğunun farkındalığıdır. Öte yandan İstanbul’a el koyabilmek için başta YSK üyeleri olmak üzere her yöneticiyi sehpaya götürebilecek hileleri yapmayı göze alabilmiş olması da bu zorunluluğun sonucudur. Bu uygulama, önümüzdeki süreçte gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkabilecek değişik siyasal alternatifleri değerlendirirken, kullanılabilirliği olan zeminlerin oluşturulması çabalarından sadece biridir. Uygulamanın AKP’li Kürtlerin kullanılmasını teşvik edebileceği düşünülmektedir.

CHP’nin ittifakı İyi Parti liderinin 25 Mayıs’ta Tüzük Kurultayı’nda yaptığı konuşma Tayyip’in müstakbel yönelişini görerek bu girişimi şimdiden mücadele hedefi olarak önüne koymuştur: “Bugün, milletimize bir kez daha ‘çözüm’ adı altında tuzak kurulmaya çalışılmaktadır. İktidarın küçük ortağının, ‘Öcalan avukatlarıyla görüşsün’ diyerek başlattığı bu süreç, çözüm sürecinin tekrarıdır. Terörist başının avukatlarıyla görüştürülmesi, bölücü örgütü yönetmesine izin vermek demektir. Yine takalar gidip geliyor. Yine hükümetin izni ile mektuplar okunuyor. 793 şehit vererek hendekten çıkardığımız devletimiz, yine bir çukura sürüklenmek isteniyor.”

İstanbul seçimi sonrası (İstanbul’u alsa da almasa da) son kullanım tarihi bitmiş olan İçişleri Bakanı Soysuz’un ipi eline verilecektir. Tayyip, muhtemelen bir kabine değişikliğiyle, iktidarının ilk üç beş yıllarında uluslararası platformda kendisine sunulan “prestiji” yeniden kazanmaya çalışacaktır.

İkinci bir olasılık, Tayyip’in sürmekte olan savaşı daha da harlayarak ölümden kâr çıkarmaya çalışmak olabilir. Savaşın Suriye’ye yönelememesi halinde Kürt ulusuna ve komünist muhalefete karşı toplu bir saldırı geliştirilmesi büyük olasılıktır.

Ve bütün bunların yanı sıra özellikle Kuzey Kürdistan’da, her türden yasayı bir kenara atarak sürdürülen Kayyum uygulamasına yeniden başvurabileceğinin örneklerini yerel seçimlerin hemen arkasından zaten yeterince gördük. Ama sanırım böylesine bir girişimi özellikle Kuzey Kürdistan’da  bu kez göze alabilmesi geçmişe kıyasla daha zayıf olasılıktır. Çünkü tarih, geçmişte belediyelerimizi direnmeden Kayyum’a teslim etmenin bedelinin çok ağır olduğunu açıkça göstermiştir. Bu kez bunu yapmaya kalkmak büyük olasılıkla bir iç savaşı kışkırtmak anlamına gelecektir.

Bize gelince;

Türkiye’yi yakmakta olan işsizliği; yoksulluk ve açlığı; her gün sayısı biraz daha katlanarak artan kadın cinayetleri ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüzleri; kısaca bunalım çağına özgü bütün sosyal-ekonomik belirtileri örgütlemek zorundayız. Alametler, kıyametin yakın olduğunu söylüyorsa, onu karşılayıp en azından halkların, emekçilerin ve işçilerin katlini engelleyebilmek için örgütlü bir mücadeleye hazır olmamız gerekmektedir. Biz komünistler açısından “bir bunalım anında çözüm taraflarından biri olarak” toplumsal önemimize denk gelen bir varlığımızdan söz edememek, ne yazık ki hepimizi rahatsız eden bir sorundur.

Bu konuda söyleyeceklerimi önceki yazılarda söyledim ve sonraki yazılarımda da yineleyeceğim elbette.

Paylaşın