Umut Yazıları

Memleketimden Politik Manzaralar – XWE Metin Ayçiçek

Sağın solla rekabetinde zaman zaman demokratik haklar savunusuyla ortaya çıkabilen Avrupa sosyal-demokrasisi, özellikle Sovyet blokunun yıkılmasından sonra tek rakibi olarak kalan kendi sağındaki talepler üzerinden politikalara yönelerek, giderek iyice sağcılaştı. Ve böylece doksanlı yılların başlarından itibaren Avrupa’da yükselen ırkçı-milliyetçi partilerin gücü gün geçtikçe artarak devam etti.

Almanya’da Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın son raporu da Almanya için radikal sağın ciddi bir tehlike oluşturduğu gerçeğini saptayarak alarm vermektedir. Almanya İçin Alternatif (AfD ) adlı ırkçı partinin hızlı gelişimi ve % 12,6 gibi bir oya ulaşarak Parlamento’ya girebilmesi, bu ülkede hiç kimse için sürpriz olmadı. Devlet tarafından, içerisinde polislerin de yer aldığı ırkçı-faşist NSU’nun 8’i Türk 10 göçmeni katletmesi olayını “örgüt yoktur, ama katliam vardır” teziyle tolere edilmeye çalışılması, yeni illegal faşist örgütlerin de ortaya çıkmasına neden oldu.

Almanya’da yakın zamanda polis tarafından deşifre edilen “Nordkreuz – Kuzey Haçı” adlı faşist örgütün, esas olarak bölgenin polis ya da benzeri güvenlik mensuplarından, ordu ya da itfaiye gibi kuruluş mensuplarından oluşturulmuş olması ise, önlerine koydukları görevin “savaşçı” yeteneklere uygunluğu ile açıklanmaktadır. Bu örgütün bir katliam hazırlığı içinde olduğu, sipariş ettikleri 200 ceset torbasıyla da anlaşılmaktadır. Yapılan operasyonda ele geçirilen listede hedef olarak seçilmiş 25 bin kişinin adı kaydedilmiştir. Schwerin kasabasında yapılan operasyonda bu örgütle ilişkili olarak tutuklanan ikisi polis, biri Özel Harekât birimi üyesi 3 kişi ise örgütün devlet içindeki yapılanmasının, daha önce 10 göçmeni öldüren NSU örgütlenmesi ile benzerliğini açık olarak göstermektedir.

Elbette sadece Almanya değil: İsviçre’de Halk Partisi % 29’a ulaşırken, Avusturya’nın ırkçı Özgürlük Partisi % 26; Fransa’da Ulusal Cephe % 17; Hollanda’da % 13; Danimarka’da  % 21; İsveç’te % 17,6; Finlandiya’da % 18; İtalya’da % 17,4; Macaristan’da % 19 oy alan sağ radikal örgütler, geleceğin Avrupa’sının politik yönelişinin hiç de demokrasiye yönelik olmadığını göstermektedir. Faşist partilerin yüzde 10’un altında oy aldığı ülkeler ise % 9 Bulgaristan; % 8 Slovakya ve % 7 ile Yunanistan’dır. Yapılanmasında ciddi sorunları yaşamakta olan AB çoğunluğunu oluşturan Avrupa sağının, gelecekte Türkiye’ye yönelik pek de hoşgörüyle davranacaklarını ummak fantezileri de zorlayan bir hayal gücü gerektirir.

Sonuncu AB seçimlerinde geleneksel sosyal demokrat partiler oy kaybederken, Yeşiller’in sürpriz sayılan yükselişi ise, dünyada kapitalist-emperyalist sistemin, geleneksel sistem partileriyle yürümekten çok da memnun olmadığını ve sistemi koruyabilecek yeni alternatiflere yönelik bir ön hazırlık içerisine girdiğini göstermektedir.

****** 

Türkiye’de de durumun farklı olmadığını söylemek yanlış olmaz elbette. Ama ölçeklerin çok daha küçük, ilişkilerin çok daha düşük düzeyli, uygulamanın çok daha kanlı ve hiçbir yasa tanımaz boyutta olduğunu açıklıkla söyleyebiliriz. Demokrasiyle hiçbir zaman tanışmamış olan sömürgeci Cumhuriyet Türkiye’si, biçimi sivil seçimler ya da askeri darbeler olsa da, her zaman ülke siyasetini elinde tutan egemen sınıflar iktidarı olan oligarşik bir yapının diktatörlüğü altında yaşadı.

Özellikle son 17 yıllık AKP döneminde ülke zenginlikleri talan edilerek bütünüyle aile ve yandaşlar arasında tüketilmiştir. Uluslararası üretim sektörlerinde bağımlılık dışında yerinin olmaması; sadece bugünü değil geleceğini de borç karşılığı donuna kadar ipotek ettirmiş bir ülkeden söz ediyoruz artık. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sözünü ettiği ‘vahşi kapitalizmin’ de gerisinde; sokak kabadayılarından oluşan mafya bozuntusu sapıklarla ortak çalışan bir devletten söz ediyoruz artık.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yayınladığı “16 Ağustos 2015- 1 Temmuz 2019 tarihleri arasında ilan edilen sokağa çıkma yasaklarına ilişkin” rapor, Türk sisteminin nasıl bir şey olduğunu gözler önüne sermek için tek başına bir örnek olarak bile fazlasıyla yeterlidir:

“16 Ağustos 2015’den bugüne toplam 11 il ve en az 51 ilçede (saptanabilen) 369 resmi sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu 4 yılda Diyarbakır’da 214 kez sokağa çıkma yasağı uygulandı. Diyarbakır, yasağın en fazla uygulandığı kent oldu. İkinci sırada 54 yasakla Mardin, 23 yasakla Hakkari, 26 yasakla Bitlis, 13 yasakla Şırnak, 11 yasakla Siirt, 7 yasakla Muş, 7 yasakla Bingöl, 6 yasakla Dersim, 6 yasakla Batman yer aldılar. İçinde bulunduğumuz 2019 yılında ise Bitlis, Diyarbakır ve Siirt’te 18 kez sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Açıklanan verilere göre, en az 1 milyon 809 bin kişi çeşitli hak ihlallerine uğradı.

Bütünüyle sömürge Kürdistan üzerine yoğunlaştırılmış bir açık işgal hali.

Asgari ücretin 2020 TL olduğu Türkiye’de dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 2067 TL.

TÜİK’in verilerine göre işsizlik oranı geçen yıl aynı döneme göre 4 puanlık artışla yüzde 14,1 oldu. İstihdam edilenlerin sayısı geçen yıla göre 704 bin kişi azaldı. Kayıt dışı çalışma ise arttı.

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, Kürt katliamları, Suriyeli mülteci kayıp çocuklar, son yerel seçimlerle büyük kentlerde tıkanmış olan “yerel yönetim-meclis-merkezi devlet” kaosunun gelecekte yaratacağı büyük tahribat… İflas eden bir merkez bankası ve ekonomide kaçınılmaz olarak beklenen hüzünlü güz.

Ve halkın seçtiği muhalif belediye başkanları için akli dengesini kaybetmiş bir diktatörün açık tehdidi: “Sadece vitrin süsü olarak seçilse bile belediye başkanlığı yapacak, o kadar, vitrin süsü… En ufak bir yanlışta karşısına kim dikilecek? Meclis dikilecek.”

Eskiden Ergenekon’un savcısı olduğunu iddia eden diktatör Erdoğan’ın emriyle serbest bırakılan Ergenekoncu katiller yeniden görev başındalar. Ama potansiyel suçlu olarak sicillenmiş bazı ODTÜ’lü öğrenciler yapılacak bir diploma törenine katılamamaları için hiçbir yasada yeri olmadığı halde polis tarafından gözaltına alınabiliyorlar. Reis’e karşı olan akademisyenlerin kanlarıyla banyo yapacağını basın önünde ilan eden mafya bozuntusu bu ülkede özgür dolaşıyor. Cezaevleri tıklım tıklım politik tutuklularla, gazeteciler, muhalif siyasetçiler ve akademisyenlerle dolu iken eli kanlı başka bir katil mafya şefi için af çalışmaları gündeme getiriliyor.

Saldırganlık ve Ortadoğu liderliği üzerine kurulan dış politika bütünüyle iflas etmiştir artık. Suriye savaşı Türkiye’nin bütün çabasına rağmen Esad’ın zaferiyle bitişe doğru gidiyor. Türkiye İdlib’den de çıkmak zorunda. Mafya devleti yöntemleri gibi “ben yaptım, oldubitti” diyerek sık sık sınırlarını ihlal ettiği Irak ile ilişkisi baştan beri sorunlu. İşgal halinde tutulan ve çözümsüzlük yöntemiyle mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgesi Kuzey Kıbrıs giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanırken, doğu Akdeniz’de girdiği savaş oyunu Avrupa devletleri ile ciddi sorunlar üretecek niteliktedir. Güney Kürdistan’ın mandalaştırılması girişimi hayli yol kat etti. Türkiye’nin de katkısıyla emperyalizm tarafından parçalanan Libya’da Ulusal İttifak cephesi Türkiye’ye savaş ilan etti. Türkiye’nin artık hiçbir koşulda Avrupa Birliği’ne alınması olasılığı yok. Efendisi ABD ile çatışmalı, yeni efendi edinme çabası içerisinde Rusya’ya sığınmış zavallı bir devlet. 

Ve bütün bunlara rağmen dipten gelen dalganın yeni yeni yeryüzünü titretmeye başladığını söyleyebiliriz. CHP’de kendi programını yenileme düşüncesinin tartışılıyor olması ve AKP’de mevcut Cumhurbaşkanlığı sisteminin değerlendirilerek uygulamada saptanan aksamaları düzeltme düşüncesinin ortaya çıkması, dipten gelen bu sesi duymazlıktan gelerek başlarından savamayacaklarının bilinciyle zorlandıkları bir haldir. Bu durum, demokrasiyle hiçbir zaman tanışmamış olan bu iki partide aniden beliriveren bir demokrasi sevdasının dışa vurumu değil, hali hazır koşulların, halkların mevcut ekonomik-politik sisteme güvenini iyice sarsacağına ilişkin büyük korkularındandır. 

****** 

Samatya’da 31 Mayıs 2019 tarihinde bir Ermeni ailenin evini basan kar maskeli iki şahıs, evde yalnız olan Arpine Tumanyan’ı bıçaklamıştı. Failler bugüne kadar yakalanmadı. Bıçaklanan Ermeni kadın iki çocuğu ve kocasıyla Ermenistan’a dönme kararı aldı. HDP Milletvekili Garo Paylan, “Ailece ülkeyi terk etmeye karar verdiklerini söylediler. Gitmeyin diyemedim. Sorumlular utanmıyor ama ben ülkem adına bir kez daha utandım” dedi.

Kendi kurduğu partiyi ve arkadaşlarını ortada bırakarak ruhunu Tayyip’e satan bir içişleri bakanının iğrenç sessizliği bozulmadı. Bilinir ki onuru olmayanların onuruna dokunulamaz. 

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Küçükçekmece’de 12 yaşında yabancı uyruklu bir çocuk evinin camından, caddeden geçmekte olan 12 yaşındaki bir kız çocuğuna camdan ‘gel gel’ diye laf atar. Herhangi bir fiziki temas falan yoktur. Sosyal medyada bir alçağın “mahallede bir çocuğun tacize uğradığı iddiası” ile paylaşım yapması üzerine yüzlerce insan hiçbir şeyi sorgulamadan sokağa dökülür. Protesto bir anda Suriyelilere yönelir ve linç girişimine dönerken, Suriyelilere ait ev ve iş yerleri hedef alınır. İnsanlık onuru ayaklar altında, vahşet!

Türkiye kadın katilleri için bulunmaz bir cennet. Bu ülkede 2017’de 409 kadın öldürüldü ve 332 kadına cinsel şiddet uygulandı. 2018 yılında 440 kadın öldürüldü, 317 kadına ise cinsel şiddet uygulandı. 2019 yılında bugüne kadar 285 kadın öldürüldü. İnsanlık onuru ayaklar altında, dehşet!

Ve bu ülke “namus bekçiliğine soyunan bu ülkede bütün bu katliama bir avuç insanın dışında sesini çıkarıp hesap soran büyük kitleler suskunken, 12 yaşındaki bir çocuğu taciz ile suçlayıp Suriyelilere yönelik yeni bir 6-7 Eylül girişimine yönelmeleri insanlık adına utanç verici bir durum. Ama bu ülkeyi dünyaya düşman eden paranoik megalomandan tek hece ses yok. İnsanlık onuru ayaklar altında, sersefil!

Tecavüz edildikten sonra bir binanın 20. katından aşağıya atılıp intihar süsü verilerek öldürülen Şule Çet davası, erkek mahkemelerce yargılanan erkek katilin “kızınıza sahip çıksaydınız” tiradıyla ünlenen eyleminin kültürümüzün temelini oluşturduğu mesajıyla tarihe yazılmaktadır. İnsanlık onuru ayaklar altında, iğrenç!   

Özel Hastanesinde çalışan sağlık görevlisine tecavüz eden veteriner profesör ve yardımcısı şikâyet üzerine sorgulandı ve serbest bırakıldı. Üstelik süper bir hızla emekliliğe geçerek mesleki ihraçtan kurtulmayı başardı. Geçmişte Cumhuriyet gazetesini bile basan ve son seçimlerde  HDP’lilerle çalışmaya yönelen eski yol arkadaşlarını darp eden Ülkücü tosuncuklar ne adamın hastanesini bastılar, ne dişini kırdılar, hayret!

Suriyelilere sığınmacılar üzerinden bilinçli olarak tırmandırılan ırkçılık artık inanılmaz derecede yaygınlaştırıldı. Evet, hiçbir açıklama yapma gereği bırakmayan, düpe düz ırkçılık. Üstelik zaman zaman sosyalist kimliklerin de “ama…” diyerek katıldıkları Hitler SA zamanı. Plajların yasaklanması, dışlama ve benzeri bütün uygulamalarıyla en tipik tanımlarla bire bir örtüşen bir ırkçılık aldı başını gidiyor. Kemalizm’den devralınan Arap nefretinin kardeş Suriye halkı üzerinden sürdürülmesi. Savaşın mimarlarının savaşın mağdurlarını suçlayan aşağılık tavrı. “Bir tecavüzden bir şey olmaz” diyebilen Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’nı taşlayamayan bir toplumun eşeğini değil semerini dövmesi halleri.

Kadın cinayetlerinin en yüksek olduğu ülkelerden birinde, kendi tecavüzcüsüne göz yumup, müsebbibi olduğumuz savaşın mağdurlarını suçlayacak kadar aşağılık bir ahlaki dibe vuruş halleri.

Bütün belirtileriyle bir cinnet toplumu.

****** 

Yine Evrensel Gazetesi’nden bir aktarma: “Emek Partisi Çorlu İlçe Örgütü çağrısıyla gerçekleştirilen, ‘kıdem tazminatı’ konulu panelde, ‘Kıdem tazminatının gaspına karşı, fabrika fabrika bir araya gelinerek eylem ve mücadele programı oluşturmalıdır’ denildi.

İşte, varmak istediğim hedef de bu.

Fabrika fabrika, mahalle mahalle örgütlenerek mücadeleye yönelteceğimiz o kadar çok alan var ki! “Konfederasyonların çoğu, ‘Tazminat kırmızı çizgimiz’ deseler de şimdiye kadar sadece sözde karşı çıkıyorlar. Oysa bütün konfederasyonlar ayrım yapmaksızın bir araya gelip eylem ve mücadele programı oluşturmalı. Yoksa iş işten geçtikten sonra atı alan Üsküdar’ı geçiyor” diyen Gıda-İş Genel Başkanı Seyit Aslan’ın sözünü biraz daha genelleştirerek; işçilerin yanına sınıf dışı toplumsal muhalefet dinamiklerini de katarak sömürülenlerin, ezilenlerin,  dışlananların, inkâr edilenlerin, katledilenlerin hepsini kucaklayabilecek bir sosyalist propaganda dili geliştirerek insan yaşamının her alanında sosyal-siyasal örgütlenme çalışmalarını gerçekleştirmek gereklidir.   

Elbette bu tür bir çalışmada kıdem tazminatı sorunu sorunlardan sadece biridir. Hayat pahalılığından işsizliğe, iş cinayetlerinden kadın haklarına o kadar çok sorun var ki. Ve işçi yoğun mahallelerde yaşanan yoksulluk ve sefalet ve devletin, mafyanın baskı ve zulmü, onların yoğun olarak yaşadığı alanlarda kitlelere .

MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) İktisat Profesörü Daron Acemoğlu, Türkiye üzerine yaptığı değerlendirmesinde “yüzde 15’e yaklaşan işsizlik oranı, yüzde 20’lerde gezen enflasyon ve 6 lirayı geçen dolar kuruna sahip Türkiye ekonomisinin” gidişatına ilişkin değerlendirmesinde “büyük ihtimalle henüz –ekonomik krizin- en kötü kısmı başlamadı” yorumunu yapıyor.

Seyit Aslan’ın dediği gibi: “… işçiler ile konuşmalı ve komiteler kurmalıyız. İşçileri mücadeleye hazırlamalıyız. Eğer fabrikalarda birliğimizi kurarsak ne sendikal bürokrasi sessiz kalır ne de iktidar ve patronlar kıdem tazminatımıza el uzatabilir. İşçi sınıfının kaderi birdir… Biz işçiler olarak kendi sorunlarımızı çözmek için birleşip mücadele etmeden kimse bizim sorunlarımıza sahip çıkmaz ve çözmez.”

Bunu sendikalar için, sosyalist örgütler için, ortak bir mücadele cephesi için, öz savunma güçlerinin oluşumu için yapabiliriz. Daha ötesi: Yapmalıyız! Yapmak zorundayız!  

****** 

“Almanya Mayer Werft tersanesinde inşa edilen Estonya Feribotu 28 Eylül 1980 yılında sefer halindeyken, gece 00.50’de sert dalgalar nedeniyle su almaya başladı ve kıyıya yakın bir mesafede yavaş yavaş yan yatarak saat 1:50’de tamamen battı. Bu kazada 852 yolcu öldü, 137 yolcu kurtulabildi. Daha sonra gemi mühendisleri tarafından yapılan araştırma ilginç sonuçlar üretti:

987 yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz feribotu terk etti. Geri kalan 852 yolcu ise, gemi kaptanının ‘Panik yapmayın; dünyanın en güçlü feribotundasınız’ sözlerine inanarak su boşaltma işlemini izlediler. Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar izleyenler ve bu nedenle son anda kurtulamayarak ölenler ‘Estonya Feribotu Sendromu’ olarak tartışılan bir konu içinde yer almıştır… İşte Türkiye’de de bugün Estonya Feribotu Sendromu yaşanıyor.” 

Yukarıya aktardığım alıntının sahibi olan ekonomist Özdemir konuyu şuraya bağlıyor: “Bir tarafta sıcak paranın artık gelmemesi nedeniyle ekonomiyi bir türlü derleyip toparlayamayan bir hükümet, diğer tarafta felaketi görüp de ‘Bize bir şey olmaz’ diyerek izleyen kahraman (?) Türk halkı.” (4 Kasım 2013. Remzi Özdemir. Yeniçağ Gazetesi)

Çoktandır çürümüş kaburgası çatırdayan gemiciklere sığınmış, hamuru çıkar hırsıyla yoğrulmuş bu güruhun feri söndü botu batmak üzere. Ve sanırım Hitler sonrası utancından “bilmiyordum, görmedim” sahtekârlığına başvurarak da sorumluluktan kurtulamayacaksınız. Çünkü tarihin iki kez tekrarlanması mümkün değildir. Ve insanlık onurunun ayaklar altına alınması, insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçtur.

Paylaşın