Umut Yazıları

Queimada, DİSK-AR’ın Raporu ve Bildik Konular Üzerine Sohbet – XWE Metin Ayçiçek

Ufak bir sağlık sorunu nedeniyle iki hafta yazamadım. Yeniden toparladım kendimi ve “nerede kalmıştık” diyerek tekrar merhaba.

Gençliğimden beri “kel” olduğum için, bir gün iradem dışı bir etkiyle şapkamın düşebileceğini bilerek, şapkamın altındaki gerçeği saklamadan, tersine, önceden söyleyerek yaşamayı çok erken öğrendim. Bunun için yapılması gereken şey öncelikle kelliğimle barışık olmaktı. Ve ikincisi çevre ilişkilerimi benim karakteristik bir özelliğim olan bu gerçeklikle birlikte kurmaktı. Bunu yaptım. Ve şapkamın düşüp kelimin göründüğü zamanlarda da dostlarım bana şaşkınlıkla bakarak “aaa, bu kelmiş!” diyebilme olanağını yakalayamadılar.

Bu yazıda, CHP’nin en azından sosyalist solun bir kısmı tarafından “devrim zaferi” havasıyla kucaklanan seçim zaferinden söz etmeyeceğim. Konuya ilişkin düşüncelerimi oylama öncesinde net olarak aktardım. Temcit pilavı gibi yeniden ısıtıp aynı konuyu aynı veriler üzerinden tartışmak yerine, politik iddialarımızın toplumsal süreçlerde test edilmesine şans tanımak gerekir. Ortaya çıkan sonuçları ise “ben haklıymışım” kibrine düşmeden ele alarak geleceğe yönelik dersler çıkarmak gerekir. Marksist sosyalist ideolojiye “bilimsel” karakter kazandıran da böylesi bir bilimsel yöntemi temel almasıdır. Toplumsal sorunların çözümüne yönelik sunulan politik önerilerin değerlendirilmesi, toplumsal hareketi belirleyen sınıfsal ilişki ve çelişkilerin süreç içerisinde ortaya çıkan sonuçları üzerinden gerçekleştirilebilir. Bu nedenle bu akışın sonuçlarını görebilmek ve dersler çıkarabilmek için bir süre beklemek gerekecektir.

Ama ısrarla savunduğum bu düşünce iyice daraltılarak bizleri, geleceğe yönelik yorumlarımızı, beklentilerimizi, hatta daha güzel bir dünya için gerçekleştirilebilmesi için sunabileceğimiz önerilerimizi toplumla paylaşmaktan alıkoymamalıdır.

«««  

İlginç bir ülkedir Türkiye! Çorum’un Bayat ilçesinde, kavga eden köpekleri kocaman bir kürekle vura vura ayırmaya çalışan kadına soruşturma açılmış. Bu şiddet eylemine hiç müdahale etmeden, olayı cep telefonunun kamerasına kaydeden komşu da şikâyet üzerine soruşturmaya alınmış. Oysa bu ülkenin yakın tarihinde Sivas’ta Rojava’da, Gezi’de, Suruç’ta, Ankara Garı’nda, Cizre ya da Sur’da gerçekleştirilen ve günümüzde Maxmur’da sürdürülen katliam boyutunda insanları öldüren köpekler hala özgür dolaşabilmektedir.

Hiç kimse sunduğum ilişkide “birinci halin yanlış olduğu” saptamasına ulaşmadan ben söyleyeyim. Köpekleri koruyan ve olayı belgelemek isteyen bir kalbin olayı engellemek için müdahale etmemesi sizce de dehşet değil midir? Başka bir soru daha: Köpekleri koruyan bir duygunun “milliyetçilik” adlı hastalıktan mustarip olarak insanları da kucaklayamaması acınacak bir hal değil midir?

«««  

Politik tavır alışımla ilgili bir tepki olarak değil, ama bir saptama olarak bugün Türkiye’de çoğunluğu “koyunlaştırılmış” bir toplumsal gerçekliğimizin varlığına inanıyorum. Biliyorum ki “itaate kayıtsız şartsız boyun eğmek” ile “koyunlaştırılmak” farklı kavramlardır. Birincisi korku, kaygı ya da çıkar beklentisi gibi faktörlere de bağlı olarak gerçekleşebilir. Ama ikincisi kesinlikle “öğretilmiş” ve içselleştirilmiş bir ruh hali, bir kişilik karakteri olarak belirir. Biatın, koşulların değişiminde isyana dönüşebilme olasılığı yüksektir, ama “koyunlaştırılma” halindeki birey artık, koşulların değişiminin karşısında direnen en kararlı güçtür. Birincisinde kaybeden biatcı kimlik, özgürlüğünü kazanmanın hazzını yaşarken, “koyunlaştırılmış” kişilerin bu halden çıkmaları bütün kimliğin kaybına neden olacağı için, onların gerçek anlamda psikiyatrik bir terapiye gereksinimleri olacaktır. Zira onların büyük bölümünün kendi özgün kimlikleriyle yeniden buluşup, kendi yollarını çizebilmesi genellikle mümkün olamaz.

Geleceğe yönelik kurgularımızın bu gerçeğin üzerinden atlayarak geçebilmesi ya da bu tür olguları görmezlikten gelmesi mümkün değildir.

«««  

AKP iktidarının, kişiyi açlığından yakalayıp satın almaktan, yasal ve yasadışı açık şiddet uygulamaya kadar her yolu kullanarak (birkaç muhalif basın dışında) bütünüyle ele geçirdiği yazılı ve görsel medya, sadece iktidar yanlısı politik taraftarları değil, toplumun büyük çoğunluğunu her tür yalana inandırma yeteneğini kullanmaktadır.

Bir toplumun büyük çoğunluğunun “koyunlaştırılmış” olabileceğinden söz etmenin muhaliflere yönelik bir saldırı olmadığını; bunun toplum mühendisleri tarafından rahatlıkla gerçekleştirilebileceğini sadece NAZI Almanya’sı tarihinden değil, psikolojinin ve sosyal-psikolojinin çalışmalarından kanıtlarla da görebilmek mümkündür. Meraklıları için sosyal psikolojide Polonyalı sosyal psikolog Solomon Asch’ın gerçekleştirdiği “Asch Deneyi” ve Stanley Milgram tarafından gerçekleştirilen “Milgram Deneyi” gibi bilimsel deneyimlere göz atmalarını öneririm.

Sosyal psikolojinin en önemli deneyi olarak saptanan Asch Deneyi, toplumsal ilişkilerde grup baskısının (Türkiye tarihinde örneklerini çok fazla sayıda gördüğümüz ve görmekte olduğumuz ayrımcı Mahalle Baskısının) neden olduğu bir “topluma uyum” sosyal yasası saptamıştır. Sürü psikolojisinin ortaya çıkış nedenleri anlaşıldıktan sonra, bu nedenleri yaratıp kontrol altına alarak istediğiniz değerlere sahip bir toplumsal yapıyı çoğunluk olarak elde edebilmek mümkündür. Çağımızın sosyal medya olanaklarını, para ve politik iktidar gücünün kullanarak Tayyip’in yaptığı şey tam da budur. Binlerce kişiden oluşan ve milyonlarca liraya mal olan AKP Troller Örgütü böylesi bir hedefin ve uygulamanın aracıdır. Tayyip’in “kanka” olarak tanımladığı, kızının nikah şahidi olan, İtalya tarihinin gördüğü en ahlâk yoksunu başbakanı “Medya İmparatoru” lâkaplı Berlusconi’den aldığı yöntemlerle sosyal gerçekliği tamamen başka biçimlerde sunup toplumsal algıyı çarpıtabilmesi, işte yukarıda Asch adıyla sözü edilen bu sosyal yasa tarafından mümkün olabilmektedir.

Düşünce ve düşüncenin sınır tanımaksızın her türden araçla özgürce ifadesi ve örgütlenebilme özgürlüğünün ortadan kaldırılmasının yaratabileceği en kötü şey, Asch deneyiyle de kanıtlanan, “çoğunluk iktidarının elindeki manipülasyon araçlarının kullanımıyla, bireylerin bu iktidarın belirlediği standartlara kolayca uyum sağlamasıdır. Böylece bireyler, kendilerine sunulan ve ‘tek gerçeklik’ olarak algılamaları sağlanan bu standartlar içerisinden kendi yaşamlarını tanımlamaya başlamaktadırlar.” Bunun sonucunda bireyler kendi kimliklerini tanımlayan düşünce ve ilkelerden de koparak, “gözle görülebilen gerçeklerden ve doğru bildikleri düşüncelerden bile vazgeçerek, çoğunluğun davranış ve düşüncelerinin esiri haline gelmektedirler.”

Bu durum, yönlendirilmiş- öğretilmiş bir bilinç, algı ve davranış modeli olarak toplumsal boyutta da aynı şekilde ortaya çıkabilmektedir.

Ve bu deneylerin arkasından psikolog Philip George Zimbardo tarafından gerçekleştirilen ve Stanford Üniversitesinden lisans öğrencileri arasında seçilen 24 öğrenci ile gerçekleştirilen “Stanford Hapishane Deneyimi” incelenerek, temelde “koyunlaştırma” prensiplerine dayanarak, hem de 6 gün içerisinde nasıl bir cinnet toplumu ve cinayet örgütü yaratılabileceğini de anlayabiliriz.

Geçmişte de Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunu kastederek “cinnet toplumu” derken hakareti hedefleyen bir yaklaşımdan hep kaçtım.

«««  

Keskin tartışmaların kutuplaştıracağı beyinleri ikna etmenin zorluğunu ve “aklın yolunun birden çok olduğunu” bildiğim için, “bana göre” diye özellikle çiziyorum düşüncelerimin altını.

Son günlerde “devrimci mücadele” adına eylemleriyle tanıştığım “Halkların Birleşik İntikam Milisleri” örgütünün ne adı ne de eylemleri benim devrimci duygularımı heyecanlandırmadı. Tersine, bizi biz yapan değerlerimizden kopuşun hangi derinliklere kadar ulaşabileceğini sergileyerek ürküttü, rahatsız etti.

Üstelik, özellikle İstanbul yerel seçimleriyle sosyalist düşüncenin sunumunda tam anlamıyla dibe vuran bir dönemin yaşanmasının ardından bu tür düşünce ve davranışların sergilenebilmesi, geleceğimize ilişkin kaygılarımı iyice artırdı diyebilirim.

Fazla derine girmeden birkaç cümle ile düşüncelerimi özetleyebilirim:

Komünistler “intikam” için değil, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya için savaşım örgütleri kurarlar. Ve onlar “zor” kullanma yöntemlerini bir tercih olarak değil, zorunlu kaldıkları için başvurdukları geçici bir araç olarak değerlendirirler. Kapitalizm, öncesinde kurgusal bir projenin ürünü olarak ortaya çıkmış toplumsal bir varlık değil, tarihsel-toplumsal gelişimlerin ürettiği bir toplum biçimidir. Bu sistemin bütün değerleri, bu üretim biçiminin varlığını devam ettirebilmesi için biçimlenmiştir. Bütün uygulamaları “kâr, daha fazla kâr” amacının gerçekleştirmesine yöneliktir ve tam da bu nedenle ne doğa ne insan bu sistem için özel bir öneme sahip değildir. Bu toplumsal yapılanmanın ilk aşamalarında en geniş haliyle uygulanan burjuva demokrasileri de daha sonraki aşamalarda ortaya çıkan faşizm dahil totaliter-otoriter bütün burjuva devletler de sömürüye dayalı bu toplumun ihtiyaçları olarak var olmuşlardır.

Toplumu politik iktidarların dayattığı biata mecbur etmek için “idam” gibi “hukuk” kurallarını sürdürmek isteyen devlet adıyla bilinen “resmî terör örgütleri”, işçi ve emekçiler ve bütün ezilenler üzerindeki sömürüye dayalı iktidarlarını korumakta kesin kararlıdırlar. Egemen sınıf iktidarları olan devletler; ya da kadınlar üzerinde erkek iktidarını korumayı hedefleyen geleneksel aile kurumları, iktidarlarına biatı korumak amacıyla, sistem karşıtlarının her eylemini “intikam” adıyla cezalandırırlar. İntikam, devletin biat etmeyenler üzerinde sürdürdüğü bir uygulamadır. Cezaevleri de işkence tezgâhları da sömürüye dayalı bu devlet anlayışının ürünüdürler. Erkek iktidarlarının “intikam” olarak adlandırdıkları “erkek töresinin cinayetleri” resmi ailenin model biçimi olan devlet-iktidar anlayışının devamı olarak sürer. Ya da recm olarak adlandırdığımız mevcut erkek dinlerinin cinayetleri de yine bu sistemlerin ürünü ve kullanım aracıdırlar.

Ama sosyalistler “intikam” hedefine değil, “sınıf sömürüsünü kaldırmaya” bilinçli bir biçimde kilitlenmiş; sürdürdükleri mücadeleyle toplumlar tarihinin akışını yönlendirmeyi hedefleyen düşünce ve kurumlarla tanımlanırlar. Bizim örgütlerimizde bu temel amacı aşan, intikam gibi “bireysel” hedeflerle yoğunlaşan bir anlayış olamaz.

İkincisi “doğanın korunması yani ekolojik devrim” kapitalistlerin değil esas olarak sosyalistlerin amaçlarının başlarında yer alır. Kürdistan’da ormanları katleden bir anlayışın karşıtları, örgütlü olarak orman yakımı gibi bir eylemin savunucusu, uygulayıcısı olamazlar. Bu, sadece doğanın katlini onaylamak değil, aynı zamanda “onlar yaparsa kötü, biz yaparsak iyi” tanımlı bir çifte ahlâk anaforu içerisine düşmektir ki, bildiğimiz gibi her yeni kuruluşta kurucularının baştan itibarıyla savunduğu ilkeler ve değerler, yeni topluma genetiksel kodlarını da büyük oranda verirler. Geleceğin devrimini gerçekleştirmeye soyunan devrimcilerden, bugünden devrimciliği yaşamlarının temel ilkesi haline getirmelerini istememizin nedeni budur. Komünist solun bugün bile büyük kesimin düşüncelerini sulandıran, devlet karşıtı eyleminin önünü kapayan temel nedenin cesaret, atılganlık, davaya bağlılık gibi niteliklerden kaynaklanmadığını; ama 90 yıldır komünist anlayışımızı sulandıran ve komünistleri sisteme yamamaya çalışan Kemalizm’i tanımlarken bu gerçekliğin bir etken olduğunu unutmamak gerekir.

Üçüncüsü, “otel” yakarak turistleri ürkütüp ülke ekonomisini çökertebileceğimize inanmak, ancak mücadele gücü olmayan sol sekter örgütlerin kendi varlıklarını devam ettirebilmek ya da en kolay yolla isimlerini duyurabilmek için başvurdukları sansasyona dayalı bir anlayışın ürünü olabilir. Turizm kaynaklı bu malî maddî kaynağı “boykot çağrılarıyla” gerçekleştirmek ve bunun için buna uygun ikna temelli çalışmalar üretmek tek yolumuzdur. Bu çabalardaki başarılarımız gerçek anlamda kazancımızdır. Öteki yollarla onları “mecbur bırakmak” ise düşman sayısını çoğaltmaktan başka bir sonuç üretemez.

Eğer azıcık da olsa savaşçı bir eylem gücüne ve araçlarına sahipsek, bunu kendimizi ifade etme özgürlüğünün yasaklandığı alanlara, sokaklara, eylemlere taşımak gerekir. Bu gücü, Cumartesi Anneleri’nin barışçı eylemlerini basarak kol kıran, yaşlı kadınları darp ederek yerde sürükleyen Tayyip iradeli Soysuz’un saldırgan timlerine karşı kullanarak, kararlı bir biçimde bu tür eylemlerin direnişlerini sürdürebilmeleri ve daha çok kitleselleşebilmeleri için cesaret vermeye yönelmek daha doğru değil midir?

Yasal eylemlerimize silahla saldıran kolluk güçlerinin geri püskürtülmesi; ya da en azından yasal eylemlerde bile bu kadar kolayca mermi kullanamaz hale gelmesi için, var olan gücün uygulama alanlarını meydanların yeniden ele geçirilebilmesi amacıyla kullanmak gerekmez mi?

«««  

Marlon Brando’nun en önemli filmlerinden biri olan 1969 yapımı “Queimada” adlı filmi hatırladım bir an: Antiller’de Portekiz sömürgesi bir adada süren özgürlük mücadelesini bastırabilmek için yemyeşil adanın sömürgeciler tarafından yakılarak teslim alınmasının, yani Güney Amerika’da sömürgeciliği sergileyen müthiş bir film idi. Filmin aklımda kalan en önemli replikleri, “özgürlük sana veriliyorsa özgürlük değildir” , “insan bir başkası için çalışıyorsa bunun adı işçilik olsa da köleliktir”, “sömürgeciliğin ateşlediği her yangının arkasında, bir mücadeleyi yeniden ateşleyecek bir kıvılcım mutlaka kalır” ve halkların yarattığı “bir efsaneyi öldüremezsiniz” sözleri idi.

Sanırım 2011 yılı başlarında, Kuzey Kürdistan’da “PKK’li gerilla avını” gerçekleştirebilmek amacıyla Türk devletinin Kürdistan ormanlarını ateşe verdikleri dönemde sesini asla çıkarmayan CHP lideri Kılıçdaroğlu da kendisiyle yapılan bir röportajda “en favori filminiz hangisidir?” sorusuna, “Quiemada filmi” cevabını vermişti.

Demek ki kaşarlanmış sömürgecilerin bile halkların özgürlük mücadelelerini bastırmak için orman yakmanın yararlarını daha çok öğrenmeye çalıştığı bir çağda, devrimciler sömürge halkın direnişiyle empati kurarak ders çıkarmayı bile başaramamışlar.

Ben, daha önceki yazılarımda solun “dibe vurduğunu” söylemiştim.

Yanlış saptama yapmışım, özür diliyorum, “dibin de dibi varmış” meğerse, yaşım genç, öğreniyorum.

«««  

DİSK-AR’ın işsizlik ve istihdama ilişkin yayınladığı son araştırma raporu, yaşadığımız toplumsal ve politik krizlerin analizinde yer alması gereken önemli veriler sunuyor. Bu saptamaların, devrimci mücadelemizin rotasını belirlemek için çok önemli bilgileri içerdiğini düşünüyorum. İlgilenen örgüt varsa ”arz ediyorum!”

– Türkiye bir yandan yüksek enflasyon ve diğer yandan yüksek işsizliğin birlikte görüldüğü bir ekonomik kriz yaşıyor. Ekonomideki durgunluk ve küçülme, kaçınılmaz olarak işsizlik ve enflasyonun tırmanışına eşlik ediyor. Sanayi üretiminde ve büyümede yaşanan gerilemenin sonucu olarak işsizlikte sert bir tırmanış yaşanıyor. Ekonomik krizin istihdamda yarattığı tahribat giderek çok daha net biçimde görülüyor. İşsizlikte adeta bir deprem yaşanıyor.

– Dar tanımlı (standart) işsizlik Ocak 2019’da % 14,7’ye yükselerek 4 milyon 668 bin oldu. Geniş̧ tanımlı işsiz sayısı ise 7 milyon 552 bine (% 22,1) yükseldi. Geçen yıla göre en fazla artışı gösteren genç işsizliği % 26,7, genç kadın işsizliği % 16,5, tarım dışı kadın işsizliği ise % 20’ye tırmandı.

– Ekonomik kriz ve işsizliğe paralel olarak işsizlik sigortası ödeneği alanların sayısında da bir patlama olarak 677 bine ulaştı. Bu bulgu, işsizlik oranlarının önümüzdeki aylarda da yükselmeye devam edeceğini göstermektedir.

Bildiğimiz gibi, kapitalist toplumlarda işsizlik olgusunun toplumun bütün yaşam alanlarını aynı anda etkileyebilen gerçek yüzü “geniş tanımlı işsizlik” araştırmalarıyla sergilenebilmektedir. Bu tanım, devrimci mücadelenin ulaşması gereken hedeflerin ve çalışma alanlarının belirlenmesinde büyük öneme sahiptir.

– Ve aktaracağım son saptama: Devletin 2019 yılı için Ekonomi Programı’nda ilan edilen hedefe göre, yıl için bütçe açığının toplam 80.6 milyar TL olması beklenirken, 2019 yılının ilk yarısında (Ocak-Haziran) ulaşılan açık miktarı toplam 78,6 milyara ulaştı.

Anlatılanları tercüme ettiğimiz zaman, bir işçi sınıfı devrimi için çalıştığını iddia eden bütün sosyalist devrimci partilerin örgütlemekle mükellef olduğu büyük alan sergilenmektedir. Bu saptamalara LGBTİ’leri, iktidarın karşısına aldığı yok edilmek istenen inanç ve kültürleri, ulus devletin inkâr ve imhası altındaki halkları, inşaat mafyasının silahı altında yaşamını sürdürmek için direnen varoş yoksullarını, ırkçılar tarafından ırkçı saldırıların hedefine konulmuş savaş mağduru Suriyeli ve diğer halklardan mültecileri, erkek şiddeti uygulamasından her gün onlarcasını kaybettiğimiz kadın gücünü de katarak hayallerimizi zenginleştirelim.

Sınıfın gücünün yanına sınıf dışı devrimci dinamikleri de kattığımız zaman, bu devasa sistemi yıkmak için aradığımız enerji kaynaklarının ormanlardan yükselen ve doğayı yok eden ateşte değil, fabrikalardan, alanlardan, sokaklardan ve bütünü daha kolayca ulaşabileceğimiz günlük hayatın içinden taşan öfkenin yeni bir dünyayı kurabilecek değiştirici-yaratıcı enerjisinde olduğunu görebileceğiz.

Ne dersiniz? Kapitalizmi yerle bir etmek için bu gücün ortaya çıkarılması daha doğru değil midir?

Paylaşın