Umut Yazıları

YARGI REFORMU STRATEJİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER – XWE Metin AYÇİÇEK

İçerik olarak “reform” kavramı üzerine

Mayıs 2019 tarihinde Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve kamuoyuna aktarılan Yargı Reformu Stratejisi, önümüzdeki dönemde yargı sisteminde yapılması düşünülen düzenlemelerin geniş bir açılımını ve değişiklik gereksiniminin nedenleri ve hedeflerini ayrıntılı olarak tanıttı.

Genel kullanımda “reform” kavramı sadece “bir formun, biçimin yenilenmesi” darlığıyla sınırlı olarak ele alınamaz. Rönesansla zamandaş olarak ortaya çıkan “reform” kavramı, tarihsel olarak kazandığı anlamla mevcut bir formun (biçimin) bir üst biçimle değiştirilmesi; bu anlamda, toplumlarda değişim hızı en yavaş kurum olan yargı kurumunun, zamanın gelişim düzeyine kavuşturulması anlamında olumlu bir anlamı içermlesi gerekir. Çünkü tam da bu nedenle, herhangi bir alanda ortaya çıkan yeni bir gereksinimi karşılayacak olan her değişim isteği ya da değişitirme çabası “reform” kavramıyla taçlandırılamaz.

Peki, “reform” kavramına olumluluk kazandıran öz nedir. Dünyada büyük insanlığın her alanda sürdürdüğü haklar çerçevesinde eşitlik ve özgürlük istemiyle sürdürülen büyük mücadeleler sonucu elde edilen kmazanımlar eski hukukun dar kapsamına sığmaz; onu patlatır. İşte bu gelişim, özü itibarıyla tutucu bir karaktere sahip olan yargının da değiştirilmesini zorunluluk haline getirir.

Hitler iktidarının ilk yıllarında mevcut yasalarda ve genel olarak hukuk içeriğinde ve yargılama presedüründe gerçekleştirilen düzenlemelerin bütünü, hak ve özgürlükler mücadelesinde elde edilen kazanımları geriye çeken bir içeriğe sahip olduğu için, değişiklik “reform” adıyla tanımlandırılamamaktadır.

Elbette her ülkede değişen sosyal ve politik koşullara bağlı olarak hukukun ve buna bağlı olarak yargı sisteminin de yeni koşullara uyarlanmak amacıyla değiştirilmesi doğaldır. Ama “yargı sisteminde reform” gibi iddialar için, söz konusu projeyle temelde eski hukuk siteminin sadece bir boyutunu ifade eden düzenlemeler anlaşılır. Ama sistemden kaynaklı sorunlar yaşayan bir yargının reforme edilebilmesi sadeğce yargı sistemine dokunmakla gerçekleştirilemez. Bu tür bir durumda doğal olarak “yönetim biçiminin”, buna bağlı olarak “hukuk siteminin” ve onun sadece bir bölümünü oluşturan yargı siteminin yenilenmesi sisteme uyarlanması amaçlanır.

2019 Tarihli “Yargı Reformu Stratejisi” Belgesi Üzerine

Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Mayı Üzerine s 2019 tarihli “Yargı Reformu Stratejisi“ adlı belgenin “giriş” mahiyetindeki bir numaralı açıklaması söz koınusu girişimin yargıda bir reform arayışının ürünü olmadığını her zamanki gibi karanlık bir dil ile dillendiriyor: “Adalet sistemimizde reform arayışları yeni değildir. Zaman içinde kısmi ya da kapsamlı reform çalışmaları yapılmıştır. Yargı Reformu Stratejisi’nin ilk kez hazırlandığı 2009 yılından itibaren ise plana dayalı reform dönemine geçilmiştir. Bu dönemin ikinci reform belgesi 2015 yılında hazırlanmıştır.” 2019 girişimiyle birlikte 10 yılda 3 reform girişiminden söz ediliyor. Bu açıklama, yapılmak istenenin, yukarıda anlatmaya çalıştığım “toplumsal değişim süreçlerinin zorlamasıyla, toplumsal-siyasal kurumlarda değişimle uyumlu yeni anlayış ve yapılanmalara duyulan gereksinim” nedeniyle bir reform anlayışı olmadığını sergilemektedir. Yani ortada gerçek bir “reform” hareketi yoktur. Bu girişim, devlet iktidarını geliştirmeye yönelik bir girişimdir.

Biliyoruz ki, toplumlar tarihte her reform girişimi, sonuncu değişimin sosyal pratik içerisinde yeterince test edilmesinden sonra, yani ancak uzun zaman dilimleri arasında bir gereksinim olarak ortaya çıkabilir. Özellikle birey-birey, birey-devlet ve devletin kendi içindeki kurumlar arası ilişkileri düzenleyen hukuk ve bunun uygulama biçimi ve aracı olarak yargı sistemi, bu alanda istikrarı uzun süreli olarak sürdürebilmek için diğer resmî kurumlara kıyasla değişimde daha tutucu bir karaktere sahiptir. İhtiyaç olan alanlarda yasa çıkarmak ile, bütün bir yargı sistemini düzenlemek aynı şey değildir.

Burada söz konusu olan düzenlemenin, gerçekte, uzun süredir polis, asker, yargı, üniversiteler ve benzeri kurumlarda sürmekte olan Fethullah-Erdoğan çatışmasının, gücü eline geçirmiş olan Erdoğan’ın Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı Sistemini iyice pekiştirmek için iktidarı dışında kalmış olan mevzileri de ele geçirmeye yöneliktir.

Bu düşüncemi kanıtlamak için birkaç not yeterlidir.

****

Hukuk ve yargı alanlarına ilişkin içeriğe dokunacak ve kuruluş formunu değiştirecek gerçek bir yargı reformu bugünkü devlet biçimlenişi üzerinden gerçekleştirilemez. Bunun için atılması gereken ilk adım, hukuk ve yargıda tarihin yaşadığı bu en büyük kargaşanın nedenlerinin doğru saptanması olmalıdır.

“Doğru saptamak” sözü elbette bütünüyle görece bir içeriğe mahkumdur. Devlet-toplum ilişkisinde kurguladığınız biçim, bu iki öznenin hangisinin ve ne kadar egemen olacağı ölçüsünü temel alır. Osmanlı’dan beri toplumu devlete bağlı olarak düşünen, yani devlet öncelikli bir modelin demokratik bir toplum olabilmesi, demokratik bir hukuka ve adil bir yargıya ulaşabilmesi mümkün değildir. Batı Demokrasisi modeller ile Türkiye yönetim iadesi arasındaki temel fark buradadır.

1 – Bir hukuk-yargı reformu için atılacak ilk adım, ancak devlet-birey ilişkisini tersden kurgulayan önceki diktatoryal devlet anlayışlarının reddi olmalıdır. Aksi halde yapılacak her değişim (bugünkü devlet modeli ve iktidarın yapısının da zorlamasıyla) demokratik hakların biraz daha daraltılması; iktidar gücünün bütününün tek lider elinde toplanmasına yönelik olacaktır.  

Türkiye, 12 Eylül ile kurulmuş darbeci-diktatoryal hukuk sistemini bütünüyle yargılamadan, Cunta iktidarının çıkardığı 800’ü aşkın yasayı yok saymadan demokratik bir sisteme geçiş yapamaz. 12 Eylül’ün baskı ve tehdit koşulları altında % 92 oy ile kabul edilen bir anayasasının sağı solu bükülerek, birtakım maddeleri değiştirilerek “demokratik bir anayasa” yaratılamaz. Erdoğan yönetiminin hukuk alanında bugüne kadar yaptığı bütün değişimler, Evren iktidarının mirası üzerine oturmuştur. 12 Eylül hukukunun Erdoğan’ın diktatoryal yönetimine hizmet edebilecek bütün mantığı ve maddeleri Erdğan sistemi tarafından hassasiyetle korunmakla kalmamış, lider sultasını daha da geliştirecek katkılarla iktidar tek elde toplanmıştır.

Böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü kendi tarihiyle doğru bir hesaplaşmayı yapamamış hiçbir ülke, hiçbir devlet ya da halk, o tarihin baskısı altında yönetimini sertleştirmekten başka bir yol bulamaz. Tayyip’in liderlik ihtirası Türkiye’nin bütün enerjisini tüketirken, Türk halkının da giderek daha fazla liderine benzeyerek Solomon Asch’ın deneyimlerinden de tanığı olduğumuz bir “koyunlaşma-koyunlaştırılma” sürecine girdiğini üzülerek görebilmekteyiz. Bu kadar fazla yalan söyleyebilen bir lideri benimseyebilmek için öğretilmiş bir bilinçle yalanın meşruiyetini savunmak; halklara yönelik bu kadar zalim davranışlara tahammül ederek “liderin yanında kalabilmek” için mağduru suçlu ilan etmek gibi adalet yoksunluğu yaşanır. Ve sonuç olarak “lider yönetimi”ne geçmiş ve kendisini denetleyecek bütün kurumları kendisine bağlayarak etkisiz hale getirmiş olan bir lider bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir.

2 – Erdoğan yönetiminin hukukta, yargıda ya da diğer devlet kurumlarında demokrasi ve özgürlükler lehinde bir reforma gitmesinin mantıken de anlamı yoktur. Zira bu iktidar Kanun Hükmünde kararnameler; Olağanüstü Hal Kararları gibi diktatoryal araçlarla tam anlamıyla bir “sultanlık” sistemini sürdürmektedirler. Demokrasinin ve özgürlüklerin gelişiminden yana olmak, bu yönetimi çocuk cinayetlerinden (Kürt illerinde “polise taş atan çocukların da öldürülebileceğine yönelik beyanatı unutulmamalıdır) ve yolsuzluk ve rüşvete; Soma, Roboski, Gezi, Ankara Garı, Suruç, Cizre vb toplu katliamlardan meclis kararı olmadan komşu ülkelere savaş açmak ve saldırmaya; cinayet örgütü İŞİD’e silah ve cephane yardımı yapmaktan “barış akademisyenlerini” barış talepli bir bildiriden dolayı mahkum etmeye, ve dahası onbinlerce gazeteci, sanatçı, akademisyen, politiker ve diğer yeni mültecinin ülkelerini terk etmek zorunda bırakmaya kadar birçok suçtan yargılanmasına neden olacaktır.  

3 – Avrupa Sürgünler Meclisi’nin bir bildirisinde şunları ifade etmiştik: “Erdoğan ‘bu reform belgesiyle, AB tam üyelik sürecine bağlılığımızı da ifade etmiş oluyoruz’ ifadesini kullanıyor… Oysa Türkiye “OHAL Uygulamalarının ve Kanun Hükmünde Kararname’lerin ve daha sonrasında ve bugün de süren siyasi mahkemelerde verilen ceza kararlarının ve tutuklamaların, adil yargılama ilkelerine aykırılıkları nedeniyle uluslararası hukuk normlarına uymadıkları ve taraflı görüldükleri” için AİHM tarafından suçlu bulunan Türkiye, bu kararları hiçbir hukusal düzlemde geçerli kabul etmiyor ve tanımıyor.

4 – Yargı Reformu Stratejisi, bütünüyle manipüsyon amaçlı yalana başvurarak hazırlanmıştır. 3. Giriş notu şöyle diyor: “Şimdiye kadar yürütülen çalışmalarla; hukuk devletinin güçlendirilmesi, hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, etkin ve hızlı işleyen bir adalet sisteminin oluşturulması amaçlanmıştır.”

Böylesine cesurca ortaya atılabilen bir yalan olamaz. Oysa Avrupa Sürgünler Meclisi’nin saptadığı görünüm anlatılanın tam zıddıdır. “Bugün Türkiye`de 150’den fazla gazeteci, 70 binden fazla öğrenci, 9 vekil, 68 belediye başkanı tutuklu. Cezaevlerindeki insan sayısı 264 bini aşıyor.” Ülkede “iş kazası” olarak tanımlanan işçi cinayetleri her ay yeni bir rekor kırıyor; bugünkü hukuk uygulaması kapsamında mahkemede kıravat takarak iyi halden yararlanacağını bilen erkek canilerin gerçekleştirdiği kadın cinayetleri; çoğu zaman cinayetle sonuçlanan çocuklara yönelik taciz ve tecavüzler bütün tarihimizde görülmemiş bir boyutta tırmanmıştır.

5 – Bugün Türkiye’de hukuk ve yargı bütünüyle siyasi otoritenin belirleyici keyfiliğin egemen olduğu bir keşmekeş içerisindedir. Tayyip, henüz sorgulanmamış tutuklular hakkında basın önünde bile “suçludur” fetvasını açıkça verebilmekte ve yargı “durumdan görev çıkarıp” bu kararı hukuksal statüye kavuşturmaktadır. Basın toplantılarında “benim yargıcım bunun hesabını soracaktır” diyerek savcılara ve hakimlere açık talimat verebilmektedir.

6 – Aynı belge ve yine daha giriş satırlarında “Adalet sisteminde reform ihtiyacı, temel olarak toplumsal taleplere dayanmaktadır” diyerek toplum algısını yanıltmaya çalışmaktadır. Elbette Türkiye halklarının büyük çoğunluğu yeni bir Anayasa’dan başlayarak hukuk anlayışının ve sisteminin bütünüyle reforme edilmesinden yanadır. Ama 17 yıldır bu talebi kullanan Erdoğan, yeni bir Anayasa söylemini sadece seçim öncesi tarihlerde gündemleştirip, sonrasında sözünü tutmayarak günümüze kadar bu görevden kaçmıştır. Mevcut devlet iktidarının halktan gelen bir reform talebini ciddiye almak gibi bir derdi olmadığı gibi, toplumun bu doğrultudaki taleplerini ortaya çıkaracak bir çalışma da asla gerçekleştirilmemiştir. Bütün kurumlarıyla birlikte Tayyip ile özdeşleştirilmiş “Devlet”, TBMM’nin işlemesini de engelleyerek kendi bildiğini uygulamaya devam ediyor. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik hiçbir ciddi çalışma gerçekleştirilmemiştir.

7 – Reform iddiasıyla yazılan bu belge, aslında “yalanların efendisi” tarafından kaleme alınmış muhteşem bir eserdir. Yorumsuz olarak şu üç konuyu aktararak bu bsölümü bitirmek istiyorum:

Belge’de öne çıkan ana başlıklar, “hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi, hak ve özgürlüklerin daha etkin korunup geliştirilmesi, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının güçlendirilmesi, sistemin şeffaflığının artırılması… Türkiye, bu Strateji Belgesi ile demokrasisini güçlendirmeye, hak ve özgürlükleri geliştirmeye ve genişletmeye güçlü bir şekilde vurgu yapmaktadır.”  

“İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçasını oluşturan ifade özgürlüğü, demokrasilerin en önemli koşulu ve unsurudur. Son on altı yıllık süreçte ifade ve medya özgürlüğünün geliştirilmesine yönelik önemli adımlar atılmış ve başta Anayasa olmak üzere mevzuatta köklü değişiklikler yapılmıştır.”

“Geçmişte ileri sürülen sistematik işkence ya da kötü muamele iddiaları artık bulunmamaktadır.”

“Tutuklama bir cezalandırma aracı değil, ceza soruşturma ve kovuşturmalarının etkinliğinin temini için düzenlenmiş bir koruma tedbiridir. Mevzuata göre tutuklama, istisnai nitelikte-dir.”

Söz konusu belgeden alarak yukarıya aktardığım bütün alıntılar, korku duvarını aşmış insanların cesaret edebileceği büyük yalanlardır. Bunu, “adalet” işlerini yürütmekte olan bir devlet kurumunun üretmiş olması, bu yapının bütünü bilinince çok da şaşkınlık yaratmıyor. Sadece, bu kadar fazla sayıda yalanın birkaç paragraf içerisine sığdırılabilmiş olması, mantığına güvenen insanlarda bile şaşkınlıkla büyümüş bir hayranlık hissini üretmektedir.

Tarihte benzerleri çok nadir görülebilen ama Türkiye’de güncel yaşamın bir parçası haline gelmiş olan rutin bir ayrıntıdır bu resmî tarz. Yani, mevcut felsefesi ve kurumlarıyla yargı, ekonomik sistemin ürettiği bir kurum olduğuna göre, bütün bu yaşananlar, politik sistemin değiştirilmeden yargının eşitlik ve özgürlük yönünde geleşimeyeceğinin da açık kanıtlarıdır.

Paylaşın