Sanırım son 10 yıldır politik söylemlerde en sık tekrarladığımız sözdür “yeni darbe” sözü. AKP iktidarının insan haklarına ve özgürlüklere yönelik her saldırısını ya da Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği mevcut yasaları bile takmayan her uygulamayı “yeni darbe” olarak tanımlamak, “sömürgecilik” olgusunun üzerini karartmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgesi olan Kuzey Kürdistan kentlerinde genel ya da yerel seçimlere sömürgeci devlet müdahalesinin ‘yeni’ olan bir yanı yoktur. Yakın tarihlerde, TC. yasalarının denetimi altında seçimlere katılarak aday olmuş ve seçilmiş DEP milletvekillerinin TBMM’den derdest edilip cezaevine atıldığı günlerin yüreğimizde açtığı yara, bugünün kayyum zulmünden daha da ‘yenidir’. Ya da Gültan Kışanak’ın aynı Amed’de, gözlerimizin önünde (ve gerekli tepkiyi ne yazık ki gösteremediğimiz) Kürt halkının ona verdiği görevden devlet zoruyla alınması ve hemen arkasından HDP Eşsözcülerimiz Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın tutuklanıp cezaevine atılması… Ve aynı “rutin devlet işlemi” ile hâlâ cezaevine tutulan İdris Balüken ve diğer milletvekillerimiz… Ülkelerini terk ederek sürgüne çıkmak zorunda kalan seçilmiş milletvekillerimiz ve Kürt kentlerinin belediyelerinden eşsözcülerimiz … Ve çok daha fazlası…
Söyler misiniz bana lütfen, dünyanın gözü önünde sıkça yaşanan bir olayın bir kez daha tekrarı neden “darbe” sayılsın? Yasa tanımaz bir sömürgeci devletin rutin uygulamalarından sadece biridir, o kadar!
Sömürge bir ülkenin ‘demokratik’ hakları ancak ‘sömürgeci devletin çıkarlarını’ geriletmeyecek ve ‘sömürge statüsünü’ zayıflatmayacak düzeyde olabilir. Sömürge bir ülkenin devleti, sömürgeci devletin karar organlarıdır. Ve sömürgeciliğin doğası gereği, başta seçimler olmak üzere, sömürgelerde kullanılabilen bütün ‘yasal’ olanaklar sömürgeciliğe karşı mücadelede kullanılamaz. Sömürge hukuku budur.
Lozan’da, Müslüman halkların tabiiyeti ile ilgili düzenlemelerin biraz da oldu bitti ile hızlandırılmış hali Kuzey Kürdistan’da olduğu gibi, iç sömürge halklarının ‘vatandaş’ statüsünde zaman zaman sömürgecileri zorlayan önceden öngörülmeyen sorunlar yaratabilmektedir. Örneğin bu nedenle Anayasa ya da yasalarda “TC. sınırları içerisinde yaşayan Kürtler Türk vatandaşı sayılmazlar” gibi bir uygulamaya gidilememektedir. Bu nedenle özde vatandaş ile sözde vatandaş tanımlamaları zaman zaman bizzat devlet tarafından yapılabilmektedir.
Bir zamanlar üzerine ölü toprağı dökülmüş olarak kabul edilen Kürt halkının, PKK ile birlikte kendi küllerinden kendini yeniden yaratması sonrası, özgürlük için silahlı mücadele dahil her mücadele olanağı kullanılmaya başlandı. Kürt ulusal özgürlük mücadelesi bu koşullarda TC. parlamentosu dahil hayatın her alanında yeniden var olabildi.
***
Türkiye gibi sömürgeci ülkeler sömürgeler üzerinde iktidarlarını sürdürürken uygulamada zaman zaman kendi koydukları yasaların engeliyle de karşılaşabilmektedirler. Böylesi zorluklarla karşılaşıldığında geçerli yasalar izin vermese de yasa aranmaksızın uygulamalarla polis-jandarma ve ordu gibi silahlı güçlerini eylemlere sokuyordu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin hızlı gelişimi ve kısa zamanda sadece Kuzey Kürdistan’da değil bölgenin bütününde ve parçalanmış Kürdistan’ın bütün parçalarında etkili bir güç olunca, Kürdistan topraklarını işgal altında tutan TC. önderliğinde bölgede sömürgeci şer ittifakı, PKK Özgürlük Hareketi’ne karşı mücadeleyi mevcut yasaların dışına çekmek zorunda kaldı.
Bu dönem, kayıtlı sayısı sadece TC’de bile 17500’e varan faili meçhullerin ya da eroin mafyası başta olmak üzere yeraltı örgütleriyle kurulan taşeron ilişkiler gibi, yasadışı uygulamaların yaygınca kullanıldığı, yazılı hukuk ile sömürgeci sistem çıkarları arasında ortaya çıkabilen çatışmalarda yasa tanımayan devlet şiddetinin yoğunlaştırıldığı bir ‘sömürgeci hukukunun’ egemen olduğu, fiili zorun devreye sokulduğu bir dönem oldu.
‘Ergenekon’ gibi devletin resmî cinayet örgütlerinin bir kısmının cari yasalara aykırı (yasa dışı), ama sömürgeci devlet anlayışına bire bir uygun eylemleri, devletin bütününü ele geçirmek isteyen AKP iktidarı için şantaj malzemesi olarak kullanılarak ‘silahlı kuvvetler’ geçici olarak baskı altına alınıp susturuldu. Bu suç örgütünün yargılanması sürecinde, örgütü ele geçirmek isteyen diktatör Tayyip Ergenekon’un savcısı olmayı üstlenirken, bu örgütü elinden kaçırmak istemeyen sömürgeci Kemalist geleneğin lideri Baykal ise eli kanlı canilerden oluşan örgütün Avukatlığını üstlendiğini ilan etti.
Sonraki gelişim ve düzenlemeleri çok sıcak hatırlarız: Hükümet (idare), uygulamalarında yasama organının (Meclis) denetimi dışına çıkarıldı. Başlangıçta Türk sömürgeciliğinin mimarı Kürt düşmanı CHP’nin elindeyken, bir süre sonra Kürt düşmanı Fethullah’ın eline geçen yargı erki de tepeden başlayarak tasfiye edilip, AKP iktidarının denetimi altına alındı. Böylece devletin bütün kurumlarında ‘sömürge Kürdistan’da büyüyen özgürlük mücadelesine karşı ortak mücadele” anlayışında teklik sağlanarak Kürt halkının hızla büyüyen kazanımlarının önü kesilip, özgürlükçü demokratik gelişim engellenmeye çalışıldı. Önce fiili uygulamalarla yasadışı uygulamaların üstünü kapatılmaya çalışıldı, sonra bu tür uygulamalara yasal kılıflar geçirilerek savunmaya başlandı ve nihayet Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı sistemiyle, bu tür uygulamalara yasallık kazandırılarak sürdürüldü. Bunun da yeterli olamama durumunda ise OHAL ve KHK aracılığıyla sömürgeci devletin Kürt halkına ve Türkiye’de özgürlükçü barışçı muhalefet hareketlerine karşı kullanılan orantısız devlet şiddeti ve bu tür uygulamalar yasal denetim dışı tutulmaya başlandı.
***
7 Haziran 2015, sömürgeciliğe karşı verilen uzun soluklu mücadelenin başarılı kazanımlarından sadece biri olarak değerlendirilebilir. Türk genel kurmayının sürünerek girebildiği anlarda Şırnak’ta gerillanın kazanımları da öyledir. Askerî ve sivil politik alanlardaki bu başarılar sömürgeciliğe karşı verilen mücadelede birer an’dır. Ama elbette bu başarıların hiçbiri, sömürge statüsünü değiştirmeye yeterli kazanımlar değildir. AKP-Tayyip iktidarının, PKK’nin mücadelesiyle hayli mevzi kaybeden sömürgeci devlet sistemini yeniden pekiştirecek (Akil adamlar girişimi, açılımlar, çalıştaylar gibi) birçok taktik adım da bu amacın dışında başka bir anlama sahip değildi.
Elbette bu türden her adımı Kürt Özgürlük Hareketi elinin tersiyle itmek yerine “kullanılabilir” hale getirerek değerlendirmeliydi ve böyle de yaptı. Ama “sömürgeciliğin” bir bütün olarak bu tür girişimlerle tarihin çöp tenekesine atılacağını düşünmek ancak bir fantezi olabilirdi ve böyle de oldu.
7 Haziran seçimlerinden kısa süre önce Tayyip, “Türkiye’de idari yapı fiilen değiştirildi. Seçilecek yeni Meclis bu yeni yapının yasal düzenlemelerini yapmalıdır” içerikli ünlü açıklamasıyla, gerçekleştirilen ‘yönetim darbesini’ ilân etmişti. En alt düzeyde çalıştırılsa da devlet yönetiminde hâlâ meclis seçimleri, vekil dokunulmazlığı, kuvvetler ayrılığı gibi klasik burjuva devletlerin ilkelerinin bir kısmı ‘sömürgeciliğe uygun düzenlemeleriyle’ de olsa uygulanmaktaydı.
AKP’nin mecliste çoğunluğu ele geçirmesi ve sömürgeciliğin sürdürülebilmesi için Tayyip’in sunduğu yeni devlet kuruluşunun gerekliliğine CHP’nin de ikna edilerek HDP’yi politik arenadan silecek yeni bir konsept üzerinden yeni bir devlet ittifakı oluşturuldu. ‘Yeni’ süreç başlatıldı. Seçim sonrası ‘hükümet’ olabilmesi için HDP’nin sunduğu açık desteği de reddeden CHP’nin bu yeni sürece katkısı en az AKP’nin çabası kadar etkili ve katkılı olmuştu.
7 Haziran seçimlerinden hemen önce gerçekleştirilen darbe hukuku sonrası (Kılıçdaroğlu’nun özel çabası sayesinde ve CHP’nin marifetiyle) gerçekleştirilen yeni devlet konseptinin ilk uygulaması, demokratik seçimlerinin iptali ve 1 Kasım operasyonu oldu. Ankara ve Suruç katliamlar devreye girdi. Kürt kentlerinde ‘hendek’ iddialarıyla sivil halka yönelik topyekûn askeri saldırılar ve Kürt halkının kitlesel imhası gibi ‘insanlık suçlarıyla’ süreç taçlandırıldı. CHP ittifakıyla, sömürgeci yönetimi yasaların tamamen dışına çeken yeni devlet konsepti böylece iktidar oldu. Kılıçdaroğlu’nun “Anayasa’ya aykırı ama yine de evet diyeceğim” diye itiraf ettiği yasa tanımaz sürece girilmişti artık. Darbe bu noktada tamamlanmıştır. Gerisi bu yeni darbe hukuku üzerinden elde edilen sömürgeci statükonun kullanımıdır.
***
Şaşırmamak gerçekten mümkün değil! Sanki kayyum uygulaması ilk kez oluyormuş gibi “yeni bir darbe” açıklaması ile uygulamayı TC’nin bu kanlı sömürgeci tarihinden kopararak ve mevcut politik sistem uygulamalarının dışında yeni bir gelişmeymiş gibi sunmak, basiretin bağlanması gibi bir şey. Hayatın her alanında gereksiz yerde ve gerektiğinden fazla kullanılan kavramların içinin boşaltılacağını biliyoruz. Böylesi bir bilinçsiz kullanım, devletin yoğun manipülasyonunun da etkisiyle, süreçleri görememe gibi bir körlüğe neden olacağı için tehlikelidir.
Sömürgeciliğin gereği olarak egemen devletin gerçekleştirdiği her uygulamayı “yeni bir darbe” olarak adlandırmak, belki de devlet, hukuk ve darbe kavramlarının iktidar olgusunda bütünleşen tanımlar olduğunun yeterince anlaşılmamasından kaynaklanıyor. Bu durum, çok büyük çoğunluğu sömürgeciliği içselleştirmiş olan Türk toplumu için anlaşılabilir bir şey olabilir. Ama bu kargaşanın içerisinde komünistlerin de yer alması halimizin sorgulanmasının ne kadar büyük bir gereksinim olduğunu sergilemektedir. Komünistlerin giderek daha da derinleşen Marksizm’den kopma halleri, sömürgeciliği egemenlik üzerine kurulmuş sürekli bir olgu olarak görmek yerine, devletin zaman zaman ortaya çıkan ‘mevcut yasalara aykırı politik uygulamaları’ olarak kavrama yanlışına itmektedir. İşte, sol cephede ortaya çıkan ciddi bir hastalık buradan kaynaklanmaktadır.
Değişik örneklerde bu algının örneklerini görmek mümkündür. Kitlelerin ‘sömürgeci, kapitalist, soykırımcı bir devletin egemenlik alanında yerel komünist belediyelerin kurulabileceğine’ inandırılma çabaları, ya da ‘sömürgeciliğin parlamenter sistem içi kazanımlarla yıkılabileceği’ inancı, bilinçli olarak hazırlanan bir tuzak olmasa da, kitleleri yanlış hedeflere yönelten çabalardır. Çünkü bu iki olasılık da mevcut koşullarda eşyanın tabiatına aykırıdır.
***
“Meşruiyet” kavramı da çok sık olarak yanlış kullanılan kavramlardan biridir. Örneğin Kayyum olayı üzerine TKP, “AKP’nin kararlarının hiçbir meşruiyeti yoktur! Bu iktidarın zerre kadar demokratik meşruiyeti kalmamıştır” diyor ve devlet iktidarını ‘halkın iradesini gasp etmek, seçimlerde sandıkta kazanamadıklarını devlet şiddeti ile gasp etmek’ istemekle eleştirmektedir. Oysa AKP iktidarının yaptıkları, sömürgeci TC. Devletinin mevcut haliyle varlığını devam ettirebilmesi için yapması gereken şeylerdir. Meşruiyet “yasaya, töreye vb. uygunluğunun, geçerliliğinin, yasallığının” olup olmamasına bağlanan bir kavram olduğuna göre, ‘meşruiyete’ dayandırılan eleştiriler komünistlerin sistem içi eleştirilerinde sağlam bir anlama ve tutarlılığa sahip değildir. Başka bir deyişle, iyisi kötüsü demeden burjuva devlete toptan karşı çıkmayan bir muhalefet komünist muhalefet olamaz. Hele de bu devlet sömürgeci ise, devlete karşı çıkmak sadece komünistlerin değil, evrensel insan hakları savunucularının da tartışmasız muhalif olması gereken bir durumdur. Biliyoruz ki anti sömürgeci, anti-şövenist olmak sadece komünistlerin değil, tutarlı demokratlığın da en temel ilkesidir.
Kayyum üzerine yapılan tartışmalarda sıkça kullanılan “kayyumların lüks içinde yaşamaları” ya da “Belediye bütçesini borç içerisine soktukları” gibi eleştiriler ise öz ile değil biçim ile uğraşmanın, esastan kopup usulle didişmenin bir örneğidir. Sömürgeci Devletin ‘kayyum’ sistemi, resmî ‘sömürge valisi’ (ya da yardımcılarından) başka bir şey değildir. Gasp edilen şey sömürge halkın siyasal iradesi, özgürlüğü ve tümüyle demokratik haklarıdır. Kayyum, ‘özde’ vatandaşların egemenliğini ‘sözde’ vatandaşlar üzerinde zorla sürdürme kurumunun en açık örneğidir. Bu nedenle reddedilmelidir. Kayyumun da seçilmiş bir belediye başkanının da lüks içerisinde yaşayıp yaşamaması, olayın özüyle ilgili değildir.
***
Bu sonuncu kayyum örnekleri Kürtleri ve onların özgürlük mücadelesi yanında yer alan Komünistleri söz konusu sorunun çözümüne yönelik olanaklar üzerine yeniden değerlendirmeye yönlendirecektir, yönlendirmelidir. ‘Halkların kardeşliği’ biz komünistlerin ideallerimizi taçlandıran en barışçı çözüm önerisi iken, Türk halkının çok büyük çoğunluğunun bu ilkeyi düşünmeye bile değer bulmamasını, sömürgecilikte ısrarını sürdürmekte kararlı olduğunu açıkça gördük. Bu gelişmelerin ışığında şimdi ilkenin, taleplerin ve mücadele yöntemlerinin, hedeflerinin mevcut koşullar üzerinden yeniden değerlendirilmesi bir gerekliliktir. AKP+MHP+CHP+İyiP+Ulusalcı ve Türkçü-İslamcı ya da İslam-Türkçü diğer güruhların toplamı üzerinden düşünmek gerekmektedir.
Bu gerçekleri elbette HDP de biliyordu. Onlar, bu ceberut devletin çatısı altında parlamentodan özgürlüğe kapı açılmayacağını hepimizden iyi bilerek, ırkçı büyük çoğunluğun içinde, her an linçi bekleyerek, Kürt Türk ve diğer halkların, ezilenler, emekçilerin, dışlananların ve demokrasi güçlerinin sesi olmaya çalıştılar. Kayyum uygulaması, HDP’nin bu onurlu çalışmalarının devlet üzerinde ürettiği sömürgeci refleksin ürünü olarak da ortaya çıkmıştır. Ve elbette her şeye rağmen 31 Mart seçimlerinin sonuçlarını, kazanılmış mevzileri savunmak, bunun için her tür direnişi örgütlemek ve önünde olmak hepimizin en doğal hakkı ve politik çalışmalarımızda sömürgeci kapitalist devletin deşifrasyonu için oldukça önemlidir.
Bu nedenle artık HDP de, işlevi neredeyse bütünüyle kaldırılmış olan Meclis çatısı altında hapsolmadan, kaldıysa eğer var olan ‘yasal’ haklarını kullanarak daha çok sokağa taşıp, yeniden sokağa hitap etmelidir. Ama HDP’den daha ötesini beklemek akıldışıdır. Açıktır ki Türkiye sokakları HDP’yi koruyabilir konuma ulaşmadan onlardan bir şey istemeye hiçbir sosyalistin hakkı olamaz.
Ertuğrul Kürkçü’nün de dediği gibi: “Kürde ‘sömürgecilik’ dayatan anayasalcılığın, Türk’e ‘demokrasi’ sunmayacağını görmek; Türk’e kendisini yönetme hakkını tanımayanın Kürd’e, ‘Balıkçı’ tablasında ‘ayrılma hakkı’ teklif edemeyeceğini idrak için 96 yıl yeterince uzun bir süre sayılır.”
***
Bir kez daha görülmüştür ki, sömürgeciliği ortadan kaldırılmasının politik uzlaşmalarla bu coğrafyada gerçekleştirilebilme olasılığı yoktur. Tersine Güney’i de gasp ederek sınırları Misak-ı Milli sahteciliği ile genişletmek Türk başbuğunun rüyalarını süsleyen ana hedeftir. Buna rağmen ilk barış denemelerinde, barışın sesi olmak ve dünyanın beklentilerini karşılayacak bir duruş sergilemek için, ciddiye alarak barışçıl olan her yol denendi.
Bugün, Türk sömürgeciliği Kuzey Kürdistan’a kan kusturup demografik yapısını değiştirme planları yaparken, Güney Kürdistan’ı ilhak çalışmaları sürerken, Rojava’yı coğrafyadan bütünüyle kaldırmaya yönelmişken, ondan ‘yeni çözüm süreçleri’ içerisine girerek bir ‘barış’ beklemenin bütünüyle hayal olduğu yeni bir döneme girildi.
Müzakereler, Kürt özgürlük hareketinin barışçıl bir çözüm uğruna devlete verilebilecek bütün ödünlerin verilmesi, savaşın fiili savunma dışında bütünüyle tek taraflı olarak durdurulması kararlılığıyla, ama tek taraflı olarak Kürtlerin üzerinden sürdürülebildi.
Buna rağmen, Ankara’da, Suruç’ta, Cizre’de Sur’da Şırnak’ta, bilcümle Kuzey Kürdistan’ın bütününde sivil Kürt halkına yönelik asker-polis destekli kitlesel katliamların gerçekleştirilmesine, HDP’li vekillerin cezaevine atılmasına karşı sivil halka yönelik aşırı tepki gösterilmemesi; önceki kayyum olaylarının ince bir tevekkülle kabullenilmesi bile Yavuz’un kiniyle biçimlenmiş bu Osmanlı soysuzluğunu besleyen Türk milliyetçiliğini kendinde sorgulamaya ve hiç bedel ödemedikleri halde Kürtlerin avuçlarıyla onlara sunduğu barışı yakalamaya yeltenmedilerse, bundan sonrasının yelteneceklerini düşünmek en azından şimdilik abesle iştigaldir.
***
Sömürge zincirinin bu etapta demokratik müzakere yollarıyla kırılabileceğini düşlemek, yaşanan bunca zulümden sonra sanırım şimdilik ‘akıl dışı’ bir düşünce sisteminin ürünü olabilir.
Bu devlet yapısı içerisinden bir “çözüm” olanağının yaratılabileceğini düşünmek artık abesle iştigaldir. Çünkü günümüzde Türk halkı ve özellikle işçi ve emekçi sınıfların bu sorunun barışçıl çözümünden yana devleti zorlayacak nitelikte ve yetenekte bir baskısı yoktur. Sorunun ciddiyetini kavrayarak itirazlarını seslendiren çoğu akademisyen ise sürgünlere zorlandılar. Türk halkının kendi coğrafyasından katliamları bile milliyetçi sloganlar atarak seyretmekle yetindiği bu savaş, Türk-İslam Sentezi’nin kapsamı dışında kalan hiçbir halkın kendi kaderini kendi iradesiyle belirlemesine hoşgörüyle bakmayacaktır.
Açıktır ki kentlerin sokaklarında gerçekleştirilecek ciddi ve yaygın bir direniş olmadan; polisin fütursuz saldırılarının örgütlü halk güçleri tarafından her türlü araç kullanılarak püskürtülebilme yeteneği kazanılmadan; “teröre karşı mücadele” gerekçesiyle sendika liderleri tarafından açıktan açığa satılan işçilerin haklarının yanında olunduğu bu büyük güce hissettirilmeden, ezilenlerin dışlananların büyük çoğunluğu bu kavgaya katılmadan bu ceberut devleti alaşağı etmek için kitlesel adımlar atmak mümkün olmayacaktır.
Türkiye’de muhalefet güçleri bu tarihsel görevi en hızlı biçimde gerçekleştirmek zorundadır. Ve bunun için ön şart, başarısızlığı kanıtlanmış olan parçalı yapıların “varmış ya da oynuyormuş” gibi yapmak yerine “var olmak ve oynamak” için yeniden adım atmak ve birlikte mücadele olanaklarını zorlamak olmalıdır.
Kürt özgürlük hareketi için Rojava ve Kürdistan’ın diğer parçalarındaki ulusal mücadelelerin yükseltilmesi elbette önemlidir. Ama dört parçada Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ana damarının bugün de Kuzey Kürdistan olduğu bir gerçektir. Ve bir kez daha görülmüştür ki, bütün eksikliğine rağmen, Ortadoğu halkları için taslak bir model olan Rojava’nın bekasının da ezilen halklarının mücadelelerinin bölgede tekrar yükselmesinin de en önemli dinamiği ve öncüsü yine, Kürt ulusunun PKK öncülüğünde Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü mücadele olacaktır. Kuzey Kürdistan Kürt özgürlük hareketi güçlü olmadığı takdirde diğer parçaların özgürleşme umudu da çok zayıf kalacaktır.
Ve artık kesin olarak kanıtlanmıştır ki, ne Türkiye’de sosyalizm hatta burjuva demokratik bir cumhuriyet için mücadele, ne Kuzey Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin başarısı devletle sürdürülecek bir “barışçıl yoldan” gerçekleşmeyecektir. Bu umutlara destek olabilecek bütün varsayımları sömürgeci TC. Devleti tek tek boşa çıkardı. Bu yolda bütün yollar ve yöntemler denendi, bütün olanaklar ve fırsatlar değerlendirildi. Belli ki Türk devleti genetiğine yerleştirilmiş olan sömürgecilik denilen o habis hücreyi kendi isteğiyle söküp atmaya yanaşmayacaktır.