Uzun zamandır hasret kaldığımız iç aydınlatan, umut yeşerten, mis gibi insan kokan haberlerden birini okudum birkaç gün önce. Türkiye güncesinin yaşattığı depresyon hallerimin ilacı gibi oldu: Lösemili can Öykü Arin adlı varlığımız için açılan kampanyada kök hücre vermeye gönüllü donör sayısı 150 bini aşmış.
Her gün sokaklarında oluk oluk kan akan, 80 milyon insanın yaşadığı bu ülke topraklarında bu kadar donör sayısı az bulunabilir ki bu doğrudur. Ama devlet ve resmî din kurumlarınca her gün her saat can almanın meziyetleri öğütlenen bu cinnet toplumu içerisinde, bu sayı bile büyük umutların kaynağı oldu.
Öykü’nün yaktığı insani kıvılcım çocuklara umut olmayı sürdürüyor.
Ve annelerin sokak ortasında herkesin gözü önünde öldürüldüğü o topraklarda anne Eylem Şen Yazıcı, “Bütün Öyküler için donör olun, umut olun, çünkü kök hücre bağışı hayat kurtarır” diyerek, geleceğe dair güzel öyküleri unutan Türkiye’de umudu yeniden yaratmak için verdiği olağanüstü çabayı sürdürüyor.
*********
18 Ağustos:Kırıkkale’de eski eşi Fedai Varan (43) tarafından öldürülen Emine Bulut, saldırı sonrası ‘Ben ölmek istemiyorum’ derken, Bulut’un 10 yaşındaki kızı F.B.B.’nin ‘Anne lütfen ölme’ diyerek ağladığı görüldü orada bulunan bir “delikanlı” olaya müdahale etmek yerine, cep telefonuyla olayı kameraya alıyordu. “Ambulans arayın” diye çığlık atan çocuk, daha sonra şaşkınlığını anneanneye şöyle dile getiriyor: “Ben ambulans arayın diyorum, bunlar çekim yapıyor anneanne, bunlar çekim yapıyor.”
Ve bir kadının erkek şiddetiyle katli, henüz yaralıyken yaptığı çağrılara kulak tıkayan başka bir erkeğin eylemiyle taçlandırılıyordu.
Anneanne soruyor: “Hiç mi Müslüman yokmuş karşısında?”
Oysa Müslüman mıydı bilmiyorum ama, çok sayıda İslamcı vardı Emine’nin “karşısında”.
Örneğin İnci Sözlük’ün kurucusu İslamcı Serkan İnci. Bu şerefsiz, bu erkek cinayetine ilişkin şöyle yazıyor: “Boşanmalardan dolayı babalara her türlü zulmü hak gören mahkemelerin nasıl bir bela yarattığını, aile babalarını nasıl insanlıktan çıkardığını görmeye çalışın. Bir insan her şeyini kaybettikten sonra, her şeyi yapmaya hazırdır. Can da alır, can da verir, katliam da yapar. Mevcut hukuksal altyapı, erkeklerin elini resmi olarak bağlıyor. Yıllarca ailesinin sorumluluğunu taşıyan, hayatını veren adamlar bir mahkeme kâğıdı ile yok oluyor.” İşte İslamcı bir erkek modeli.
Tablo eksik kalmasın, bir de İslamcı savcıyı ekleyelim: Cinayeti cep telefonu kamerasıyla kayda alan ve sosyal medyada paylaşan 19 yaşındaki B.Y. ifadesinin alınmasının ardından savcılık tarafından hemen serbest bırakıldı.
Kadın katliamları için örgütlenmiş bir başka İslamcı da, “Boşanmış Babalar Derneği Başkanı” Muhammet Özen. Bu sapık, Bulut’un katili eski kocaya ‘aslan parçası’, ‘kahraman’ diyerek övgüler yağdırarak kadın katliamlarına özendiriyor. Savcı ‘Suçu ve suçluyu överek suça tahrik etmek” iddiasıyla soruşturma başlatsa da bu yazı bitmeden sapığın serbest kalacağından ülkece eminiz artık…
Ve korkularımı kabusa dönüştüren haber de tez zamanda yetişti. TC’nin Aileden Sorumlu Bakanlığı, “olayla yakından ilgilendiğini ve 10 yaşındaki çocuğu devletin yakından koruyacağını” açıkladı.
Devletin “çocuklara yakınlığı” sözünün ne anlama geldiğini biliyoruz. Pozantı Çocuk Cezaevinde yaşananları henüz unutmadık. Ve dahası, 45 çocuğa tecavüz olayı ile tanıdığımız “devlet destekli toplu çocuk tecavüz kurumu” Karaman Ensar Vakfı’nın gönüllü çalışanlarından olan Aileden ve Sosyal Politikalar Bakan Sema Ramazanoğlu’nun fetvası hâlâ toplumsal karabasanımızdır.
Bunca çocuk tecavüzü sonrasında basın karşısına çıkarak açıklama yapan bu kadın, toplu tecavüz olayını, “bizim, hizmetleriyle her zaman gurur duyduğumuz bir vakıfla ilişkilendirilmek istendi” diye sunarak başladığı konuşmasında Ensar Vakfı’na avukatlığını yapmıştı. 45 tecavüz mağduru çocuğun yaşamını karartan olay “kötü niyetli bir kişiye” yüklenerek bu “İslamcı kurum”, “İslamcı Devlet” tarafından aklanmaya çalışılmıştı. “Bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzun karalanması için gerekçe olamaz” diyerek (25 Mart 2016) tarihin en aşağılık fetvasının altına bir kadın, bir anne olarak imza atabilen kişi ise İslamcı bir “Bakan” idi. İşte “İslamcı” AKP, böylesine bir ahlak yoksunluğunun adı idi.
Bu fetva çocuk tecavüzlerinin yolunu açıyordu. Süreç bu yolda ilerledi elbette. Sadece 9 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilebileceğinin medyada da açıkça savunulabildiği bir karanlık çağ devlet eliyle adım adım hazırlanmıştı.
AKP’nin getirdiği bu anlayış, erkeklere cennette Huriler yetersiz görerek Gılman müjdesini de yeryüzüne indirmiş ve meşrulaştırmış olan bir sapkınlıktan başka bir şey değildi. (“Gılman” için Tûr Suresi’ne bakınız. Gılman: “Çocuk, bıyığı yeni terlemiş genç, hizmetçi” anlamına gelen “gulâm” kelimesinin çoğuludur. “Cennet Gençleri” olarak da adlandırılırlar. 24. Ayet: “Etraflarında, sedeflerinde saklı inciler gibi tertemiz gılmanlar dolaşır” der.)
Bir haber: Şanlıurfa Barosu’nun hazırladığı rapora göre, 2019’un ilk altı ayında Şanlıurfa’da 378 çocuk istismara maruz kaldı. Raporda yaş aralığı 12-16 olan çocuklardan 21’inin hamile kaldığı belirtildi.
Şanlıurfa Barosu’nun Adli kayıtlardan yola çıkarak hazırladığı bir rapora göre, bu kentte 2019’un ilk altı ayında yaş aralığı 12-16 olan 378 çocuk istismara maruz kaldı. Şanlıurfa İl Kadın Platformu, bu sayının sadece yargıya intikal eden olaylardan oluştuğunu, gerçeğin ise belki bu sayıdan birkaç kat daha fazla olabileceğinin altını çizerek dikkat çekti. 378 çocuğun 287’si kız, 91’i erkek. Çocuklardan 21’i hamile kaldı. (20 Ağustos 2019).
Haber değeri olmayan bir tekrar: “Erdoğan Emine Bulut’un babasına telefonda: “Allah sabrınızı artırsın” demiş.
Yeni bir haber: 24 Ağustos. Bafra’da bir erkek eşini ve kızını öldürdü.
Erdoğan ona da sabır dileyecektir yakında.
Çünkü zalim, önce bütün onurunu kaybedecek ve kendi döktüğü kanda boğulmamak için zulüm karşısında kalan mağdura sabır dileyecektir.
Sabret ki zulüm sürsün.
*********
Bülent Arınç ile Melih Gökçek arasında 2015 Mart sonlarında patlayan tartışmayı hatırlıyor musunuz?
Bülent Arınç, “Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçimlerinde paralel yapının kucağında oturduğunu” söylemiş ve “bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır, yurt yerleri vermiştir, zengin iş adamlarına okullar yaptırmıştır, imar planlarında değişiklikler yaptırmıştır” iddialarında bulunmuştu.
Melih Gökçek’in panik içerisinde yaptığı saçma sapan tartışmalar sonrası Arınç, 7 Haziran seçimlerinde AKP’yi zedelememek için “Ankara’nın parsel parsel satılmasına ilişkin bilgiyi belgeleriyle tek tek açıklayacağını” söyleyerek “8 Haziran’a kadar müsaade; 8’inden sonra hesabını sorarım” diye açıklama yaptı. (25 Mart 2015). Gökçek ise verdiği yazılı yanıtta “Sen bir adım geri kalırsan sana yazıklar olsun. Mahkemede hesap sormayan Gökçek namerttir!” diye noktalamıştı.
Arınç’ın davranışı aslında çok açık bir suç idi. Kendi açıklamalarından öğrendik ki o, yolsuzluk suçunun işlendiğini bilmesine rağmen, bu bilgiyi saklayıp suç ortaklığı yapmıştı. Üstelik, seçim sonrası süreçte de açıklama yapmaktan vazgeçerek suç ortaklığını sürdürmüştü. Gökçek ise mahkemede hesap sormadığı için zaten namertliği bizzat kabul etmiş marka bir onursuzdur.
Sonra ne oldu?
7 Haziran süreci CHP’nin aktif katılımıyla 1 Kasım’a evrildi. Ne Arınç yeni bir açıklama yaptı, ne Gökçek hesap sorma girişiminde bulundu. Çünkü ikisi de yalan, hırsızlık, yolsuzluk ve her türlü şerefsizlikten oluşan aynı materyalden oluşmuşlardı.
Şimdi yeni parti kurma çabasında olan Davutoğlu’nun Tayyip’e höykürmesi de böylesi bir oyunun tekrarıdır. Son açıklamalarının birinde “terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman, eminim en kritik dönemlerden, birkaç aydan biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır” diyor Davutoğlu. Devamla, “Terör” spekülasyonu ile oy kazanmaya çalışan zihniyet her asker cesedini oya tedavül etmeye çalıştı.” (“Ne kadar şehit, o kadar oy!”) diyebilen Davutoğlu’nun, 20 Ekim 2015 tarihinde Van mitinginde söylediği “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak” derken, en az “ustası kadar” alçak ve eli kanlı bir katil olduğunu söylemek abartı mı olur?
Ve anlaşılıyor ki “insan yüzüne çıkamaz”lardan ilki ve en şerefsizi böylesi büyük suçların suç ortağı olan Davutoğlu’dur. Politik mücadelede bir şantaj için kullanıyor bu kanlı tarihin kayıtlarını hafızasında. Cinayet örgütü haline getirilmiş bir devletin yarattığı bu mahlukatlar, kendi kirli varlıklarının idamesini de “devlet” adı verilen bu suç örgütünün sırları içerisinde tutmaya devam ediyor.
Biliyorlar ki Pandora’nın kutusu açıldığında her biri insanlığa karşı işledikleri suçlardan dolayı İnsan Hakları Mahkemesi’nde; “Stratejik Derinlik” arayışı içerisinde bugüne miras bırakılan “Libya ve Suriye Savaşları” nedeniyle Lahey Adalet Divanı’nda yargılanacaklardır. Ama zaten bugün de özgür halkların vicdanlarında, “azınlık” olarak tanımladıkları toplumsal gruplara yönelik uyguladıkları ötekileştirme-yadsıma-yok sayma temelinde inkâr ve imhaya dayalı politikalar ve gerçekleştirdikleri soykırım ve katliamlardan dolayı yargılanmış ve haklarında “bütün insanlığın ve her tür özgürlüğün düşmanları” hükmü çoktan verilmiştir.
*********
Gelelim günümüze: YSK tarafından başvurusu değerlendirilip herhangi bir engel bulunmadığı için yerel seçimlerde Diyarbakır’dan belediye başkanı adaylığı onaylanan ve seçimi kazanarak Belediye Başkanı olan Adnan Selçuk Mızraklı’yı ”terör örgütüyle ilişkilendirerek” görevden aldırtan kişi Diyarbakır Emniyeti’nin Terörle Mücadele Şube Müdürü Mustafa Yalçın Güven’dir. Bu kişinin, Tayyip Erdoğan’ın şikâyetiyle halen Fethullahçı terör çetesine “üyelik” nedeniyle yargılandığını biliyorsunuz değil mi?
Burası “taşların bağlanıp itlerin ortaya salındığı ülke”, Türkiye.
Herhangi bir hafta içinde Külliye’ye girip çıkanların listesini çıkarmak bile, kemik ortaklığının ulaştığı boyutları yeterince sergiler.
Ama CHP de, kayyumlara yönelik “eylemsizlik” tavrıyla ondan beklediğimiz tavrı bir kez daha sergiledi. O şimdilik “silah fabrikalarımızın” Katar’a satılması olayı ile yoğun meşgul. Ve HDP Eş Genel Başkanımız ve vekilimiz Sezai Temelli bu konuda öfkesini dillendirmiş ama CHP’nin kayyum uygulamasını protesto için değil de Tank Palet Fabrikası’nın özelleştirilmesiyle ilgili eyleme gitmesinin ‘başka yerlerde başka şeylerin peşine düşmek’ olduğunu öne sürmesine de ben şaşırdım.
Bu parti Türk sömürgeciliğinin kök hücresidir ve onun bugünkü “kasetli başkanı” milliyetçilikte Tayyip ile bir yarışa girmiştir. Yakın bir tarihte Bandırma’da yaptığı konuşma da mı bize bir şeyler söylemiyor? “Eğer bugün Kıbrıs’ta Türk bayrağı dalgalanıyorsa rahmetli Ecevit’in sayesindedir. Sen ‘milliyetçilik’ diyorsun, hangi milliyetçilik? Sakarya’daki orduya ait Tank Palet Fabrikasını, Katar Ordusuna peşkeş çekeceksin, ben buna itiraz edeceğim” diyen Kılıçdaroğlu’ndan Kürt yerel yönetimlerinin kayyuma teslim edilmesine ilişkin “devlet refleksinin dışında bir davranış” beklemek mümkün değildir.
TC’nin fiili işgali altındaki sömürge Kuzey Kıbrıs, demokrasi ve özgürlük güçlerinin 45 yıldır utançla yaşadığı bir sorun iken, adam bununla övünüyor. Aynı sömürgeci devletin başka bir sömürgesinde “özgür halk iradesinin” yerine “sömürge valisinin tayinini” gerçekleştirmek bu devletin en has adamı Kılıçdaroğlu’nu neden rahatsız etsin ki?
Adam, Musa’nın 10 Emir’ine özenerek “7 İlke” saptamış. Bütününün içi boş. Çözüme ilişkin politik-pratik tek öneri getirmeden, düzenleme önermeden hamaset yapıyor.
Bandırma’da Belediye önünde konuşan Kılıçdaroğlu: “Bizim siyaset anlayışımız bu, yeni bir siyaset anlayışı. Ayrımsız ve herkesi kucaklayan bir siyaset anlayışı” diyor ve bu yeni siyaset anlayışını örnekliyor: “Eğer bulunduğunuz kentte, mahallede, ilde, ilçede bir çocuk yatağa aç giriyorsa o gece rahat uyumayacaksınız. O çocuğun karnı doyacak, ailesi, annesi huzur içinde akşam yatağa yatıracak.”
Hoş bir söylem içerisine hapsedilmiş güzel bir istek! Ama nasıl gerçekleştirilecek bu, söyler misiniz? Bunu belediye başkanları yapacak, tamam da nasıl? Evlere “yoksullar için yemek” mi dağıtılacak; yoksa halkı soyan, kanını emen iktidar ortaklarından ve özellikle de büyük sermaye gruplarının, bankaların yani bilcümle sermaye güçlerinin servetlerine el koyup, halkların ve emeğin iradesini gerçekleştirerek mi? Nasıl olacak?
Biliyorum, bu sonuncu cümle çoğu kişi için burada ağır kaçtı, iyi de insan onurunu zedelemeden gerçekleştirilebilecek hafif öneriyi de siz getirin.
Tamam, bu yazıda dinlendim biraz. Ama “benim oğlum bina okur; döner döner yine okur” tekerlemesindeki gibi sıkıcı olmak istemedim.
Benim de önerilerim var elbette. Önce sokakları tekrar almamız gerekir, eylemlerimizi geri püskürtmek isteyen polis ve asker güçlerini sokaklardan kovarak. Bunca yıldır devrimci-demokrat güçlerin sürdürdüğü mücadele elbette olağanüstü değerliydi ve bugün de değerlidir. Ama bu savunmayı program, örgütlülük ve donanım anlamında daha etkili araçlarla donatmadığımız sürece bu resmî-sivil saldırgan sürü kendini büyütmeye devam edecektir.
Sadece teşhis için özel çabaya gerek olmayan engeller değil, ama bugün meydanlara sürülmemiş olan bir karşıdevrim savaş gücü “AKP’nin oluşturduğu özel silahlı milisler” de gelecekteki örgütlenmelerimizin güne ilişkin programlarında özel başlıklarla yer almalıdır.
Bekleyen Dervişlerin muratlarına erdiği iddiası da katliamlar tarihiyle yalanlanmıştır. Sabrın sonunun selamet olduğu yalanını atalım bir kenara. Fazla sabrın sonu her zaman felâkettir. Çünkü tarih bize diyor ki: “Yaşamak, direnmektir!”