Analoji, Metafor ve Dil Üzerine
Günlük sohbetleri süsleyen fanteziler, analoji (veya metafor) katkılarıyla sunulduğunda, sohbetlere zaman ve mekân boyutlarında derinlik ve genişlik kazandırabilir; zihinsel anlamda geliştirici, düşünsel açıdan üretici olabilirler. Ama metafor (ya da analoji) kullanımı kolay bir edebî üslup değildir. Bu formun kullanımında sıkça “sinektir” yanlışı içerisine düşebilmemiz mümkündür.
Kavram olarak açarsak: Analoji ya da metafor iki farklı olay ya da olguda ‘çağrışım’ sonucuyla kurulan benzerliktir. Dünya ölçeği içerisinde sonsuzluk algısı yaratan gökyüzü (ya da okyanuslar) ile özgürlük isteminin yan yana getirilmesi ve bunun maviyle ortak tanımlanması bunu anlatabilen güzel bir örnektir. ‘Sinektir’ ise, ilgisiz iki şey arası bağlantı kurarak benzetme sanatıdır. Bazı dilciler, analojiyi, daha çok somut; metaforu görece olarak soyut benzetme olarak ayrıştırırlarken, genellikle şiirde kullanılan sinektir’de tanımın duygusal boyuta, şiirdeki süsleme gücü tek ölçüt olarak kalır.
Tanımlanabilir gerçekliğin, özellikle kültürel, ideolojik, sınıfsal birçok özelliklerin düşünce ve alışkanlıkları da keskin zıtlıklarla ayrıştırdığı insana özgün ilişkilerde yanlış metafor kullanımı, sıkça anlamı zorlaştıran ya da yönlendiren bir etkiye sahip olabilmektedir.
Bugünün verileriyle geleceğe yönelik çıkarımlarda bulunmak sadece sohbetlere renk katan fantezi üretimi alanında değil, bilim alanında da kullanılır. Gelecek bilimi (fütüroloji, fütürizm; gelecekçilik), bilimsel araştırmalarda, araştırma alanlarının özgünlüğüne bağlı olarak geçmiş ve günümüz verileri arasındaki karşılaştırmalı değerlendirmelerden yola çıkarak geleceğe ilişkin çıkarımlarda bulunan bilim disiplinlerinden biridir. Bence de başlı başına bir bilim ana dalı değildir. Ama bilimsel yöntemlere bağlı olarak geçmişin izleri üzerinde yürüyerek günü yakalayabilmek ve hareketin, değişimin bugünkü koşullar içerisinde yönelebileceği süreçleri saptamaya yönelik araştırmaları ve üretimi kapsayan çalışmaların bütününü içerir. Bir bilim disiplini olarak tanımlanması, onu hayalcilik ya da fantezi kurma çabalarından ayırır.
Bu nedenle günümüz dünyasında birçok üniversitede fütüroloji kürsüleri kurulmuştur. Fütürolojinin günümüzde kullandığı temel yöntem, çok geniş bir alanda sosyolojik ve ölçülebilir bilgiye dayandırılarak, geleceğe yönelik olası gelişmeleri saptayabilme çabası olarak tanımlanabilir. Elbette bu çaba için kurgu yapabilme becerisi önemlidir. Örneğin bir fizik profesörü olan Michio Kaku “dünyanın önümüzdeki yüzyıl içinde tamamen bilgisayarlara bağlı bir siber dünya olacağını” saptayabilmiştir. CIA çalışanı olan Marc Goodman ise gelişen siber dünyanın kendi içinde karşı güçlerini de yaratmakta olduğunu bilmekteydi. Goodman, yüzeysel bilgiyle donatılan bilgisayar çağının dünyasında “DeepWeb” denilen derin bilgi alanında çalışan hacker’lerin giderek daha da güçlenerek, kurulu sistemi zora sokabilecek her şeyi gerçekleştirebileceği öngörüsünde bulunarak bu gelişimi durduracak önlemler alınmasını istemekteydi.
***
Marksist “diyalektik ve tarihsel materyalizm” tarihsel süreçlerin değişiminin yönünü öngörme çabamıza düşünce ve yöntem olarak destek sunan önemli bir dayanaktır. Geleceğe ilişkin söylemlerde kehanetten tamamen uzakta kalarak, bütünüyle bilimin içinde durmaya çalışır. Değişimin, yani “çelişki ve hareket yasalarının geleceği kurgulayan/kuran temel gerçek” olduğu tezi üzerinden yola çıkar. Kendi öğretisinin de değişim yasasının etkisinden vareste tutularak bir “dogma” haline getirilemeyeceği vurgusunu sıkça ve önemle tekrar eder. Bu gelişim sürecine katkı sunmak isteyen insana düşen görev, bu yasaların bilincine ulaşarak, süreçlere katalizör olarak katılmak ve değişim sürecine iradeleriyle yön vermeye çalışmaktır. Bilimsellik, bu müdahale isteğini keyfilikten bütünüyle uzaklaştırır. Bu nedenle Marksizm, kendisini bilimden koparacak her türden akımı dıştalar.
Gandhi, Kılıçdaroğlu ve Öcalan
Olgu ve süreçlerin tanımlarında zaman-mekân etkisinin göz ardı edilmemesi, Marksistlerin asla dışlayamayacakları bir temel yasadır. Metafizik düşünce sistemleri ise değişimin savunurken bile değişimin reddini ifade eden inanışlar üzerinden hareket ederler. Bu tür tartışmalar zaman zaman ilginç olsa da her zaman komiktirler. Örneğin, ırkçı bir faşist olan Rasim Ozan Kütahyalı’nın bir zamanlar ortaya attığı “Deniz Gezmiş yaşasaydı bugün ne olurdu” sorusu kamuoyunda böylesi bir tartışma üretmişti. Tam da “bir delinin bir kuyuya attığı taşı, kırk akıllının çıkarmaya çalışması” gibi bir olaydı bu.
Öcalan’ın Mandela’ya benzeyip benzememesi; Kılıçdaroğlu-Gandhi benzetmesi gibi benzetmeler de zaman-mekân-koşullar ilişkisini benzerlik-farklılık çerçevesinde dikkate almayan zorlama benzetmelerden idi.
Sonuncudan yola çıkarak söyleyecek olursak, Gandhi ile Kılıçdaroğlu arasında fizyonomik görünüm ve kullandığı gözlük çerçevesi benzerliği dışında bir benzerlikten söz etmek mümkün değildir. Benzetmenin amacını oluşturan pasif direniş temelinde politik konumlanış ve yaklaşımlar, Gandhi ve Kılıçdaroğlu kimlikleriyle tümüyle sırıtan zıtlıktan başka bir şey değildir.
Kendi Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasını protesto için Eylül 2017’de elinde “Adalet” yazılı bir pankartla “Adalet Yürüyüşü” yapan Kılıçdaroğlu, o an tutuklu bulunan HDP eş sözcüleri, milletvekilleri ve binlerce politik tutuklu ve hükümet muhalifi gazeteci hakkında tek söz etmeyerek “adalet arayışının” ve Gandhi’liğinin nereye kadar ya da kimler için geçerli olduğunu sergilemiş oldu.
Öncelikle kıyaslanan iki mücadeleden ilkinin, sömürge Hindistan’ın İngiliz emperyalizmine karşı verilen “sömürgeciliğe karşı direniş” olduğunu unutmamak gerekir. İngiltere, bu geniş coğrafyada 1757’de silahlı mücadele ile başlayan direnişin ilk yüzyılında kırları terk etmiş, İngiliz askerleri can güvenliklerini koruyabilmek için büyük kentlere sığınmak zorunda kalmıştı. Gandhi bu mücadelenin son aşamasında (1920’den sonra) ortaya çıkmıştır.
Kılıçdaroğlu ise sömürge Kürdistan’a yönelik askeri saldırıların zirveye tırmandığı bir aşamada “devletin bekası” adına Yenikapı ortaklığını ilan etmiş bir partinin lideridir. Ona, açıktan karşı çıkıp tepki göstermediği sürece, Türk sömürgeciliğinin yandaşı olmaktan öte bir başka anlam yüklemek mümkün değildir. Sömürgeci TC’nin tarihsel köklerini oluşturan CHP’nin liderinin, sömürge Kuzey Kürdistan’a ilişkin “statükonun korunması amaçlı bir direniş” içerisinde olduğunu unutmamak gerekir.
Gandhi’nin karşı çıktığı İngiliz sömürgeciliği, sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin kazanımları nedeniyle kırsal bölgeleri terk ederek, can güvenliklerini koruyabilmek için büyük kentlere sığınmaya başlamışlardı. Sömürgeci Türkiye ise geçtiğimiz son 4-5 yıl içerisinde, sömürge Kürdistan topraklarını, üstelik sivil halka yönelik kanlı katliamlarla adeta yeniden işgal etti.
Gandhi’nin son aşamasına katılabildiği Hindistan Bağımsızlık Mücadelesi, İkinci Dünya Savaşı sonunda Gandhi’nin yanı sıra Subhas Chandra Bose tarafından yönetilen Hindistan Ulusal Ordusu’nun da (INA) güçlü direnişiyle sürdürülmekteydi. Yani direniş sadece pasif direnişlerle değil ama aynı zamanda silahlı güçlerin de yer aldığı birçok direniş biçimini birlikte sürdürmekteydi.
Ve bütün bunların yanı sıra, Emperyalistler arası İkinci Paylaşım Savaşı sonrası savaş yorgunu İngiltere’nin eski statü ile de kalsa, Hindistan’ın İngiltere’ye bağlı tutulmasının maliyetini hayli yükseltmişti. Statükonun değiştirilmesi, bu maliyet hesabının emperyalizmin çıkarlarını koruyabilecek bir çözümü de içermekteydi.
Sömürgeci Türkiye ise, ekonomik varlığını koruyabilmek için sadece Suriye’de değil ama aynı zamanda dünyanın başka alanlarında da savaşan ve savaşı genişletmek için körükleyen bir politik anlayışa teslim olmuş durumdadır. Kim olduğunu dahi bilmediği halde Şah Süleyman anıtının bulunduğu Suriye topraklarını Türkiye toprağı olarak savunabilen ve “bu toprağa sahip çıkmadığı” için faşist Erdoğan’ın milliyetçiliğinin yetersizliğini eleştirebilen bir Kılıçdaroğlu anlayışının kendi sömürgeciliğine karşı olması da beklenemez.
Hindistan İngiltere için bir dış sömürge idi ve Gandhi bir sömürge halkın mensubu idi. Kılıçdaroğlu ise geçmişte sömürgeci devletin büyük bir bürokratı, bugün ise sistem yanlısı devletin en statükocu partisinin temsilcisidir.
***
Öcalan’ın zaman zaman okuduğu kitapları dışarıya da önermektedir. Onun buna ihtiyaç duymasının bir nedeni olarak, düşüncelerinden şu ya da bu doğrultuda etkilendiği ya da önemli bulduğu kaynakların dışarıdan da bilinmesinin, kendisinin doğru anlaşılmasında katkılı olacağı düşüncesi olduğunu sanıyorum. Bu kaynakların onun sınırlı yaşam koşulları içerisinde ulaşabildiği kaynaklar olduğu gerçeği, cezaevi yaşamından geçmiş olan hepimiz için bilinen bir şeydir. Örneğin esaretinin ilk yıllarında Marksizm’i yeniden sorgulama sürecinde keşfettiği Karl Popper’in okunmasını ısrarla önermişti. Bu yazarın üniversite çağlarımdayken okuduğum “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı iki ciltlik eseri öğrendiğim Marksizm’e karşıt bir eser olmasına rağmen, Öcalan’ın farklı düşüncelere yönelik düşüncelerinin de okunmasına yönelik önerilerini çok anlamlı buldum. Bugün de böyle düşünüyorum.
Son süreçte “Gandhi’nin yeniden okunmasını ısrarla önermesi” de, bence yaşanan mücadele sürecinde, farklı mücadele yöntemlerine dikkat çekmek için önemlidir. Bunun pasif direniş yöntemlerinin savunusu anlamında yorumlanması ise, kanaatimce geçerliliği olabilecek bir anlama sahip değildir. TC sömürgeciliği ile sömürge Kuzey Kürdistan direnişi ilişkisinde “Pasif Direniş” yöntemini yükseltmeye yönelik bir amaç, en azından mevcut koşullarda herhangi bir çözüm adımına katkı sunabilecek bir yeteneğe sahip değildir.
Pasif direniş yöntemlerini toptan reddeden bir anlayışa sahip değilim. Kırk yıldır büyük bedeller ödenerek sürdürülebilen sömürgeciliğe karşı mücadelenin büyük direniş cephesi içerisinden, bugün temel güç olan silahlı güçlerinin yanı sıra elbette zaman zaman Gandhicilik örneği direnişler de çıkabilir, çıkmalıdır da. Ama her mücadele yöntemi o çatışmanın somut koşulları ve direnen halkın kendi mücadele dinamikleri içerisinden doğar. Direnişin asli ve ikincil yöntemleri, sürdürülmekte olan mücadelenin gelişkinlik aşamasına uygun olarak ve tarafların içinde bulundukları somut koşulların çerçevesinde belirlenir.
Sömürgenin yeterince dayatması sonucu koşulların zorlanması halinde, sömürgecilerin de zaman zaman barıştan yana tavır koymaları elbette mümkündür. Henüz sömürgeci devleti uzlaşma çizgisine zorlayacak sosyal, ekonomik, politik ya da askerî bir neden olmadığına göre, sömürgeciliğin aslî mimarları içerisinden böyle bir misyonun üstlenilmesi mantıkî bir beklenti olamaz. Bugünkü koşullar içerisinden baktığımızda, pasif direnişin sömürgeciliği bir adım da olsa geriletebileceğini düşünmek ancak bir halüsinasyon olabilir.
Büyük çoğunluğu milliyetçilik-ırkçılık zehriyle sakatlanmış olan Türk halkının ise, bu konuda zerrece oluşmamış vicdani değerlerinin baskısıyla Kürt sorununda özgürlükçü bir yaklaşıma ulaşmalarının henüz mümkün olmadığını düşünüyorum. 20 Aralık 2015’te Şırnak’ın Silopi ilçesinde sokakta asker tarafından vurularak öldürülen ve cesedi öldüğü yerde bir hafta boyunca kaldırtılmadan bekletilen Taybet Ana örneğinde sessiz kalan muhalefet tavrı uzak bir tarihe ait değildir.
Savaş yorgunu ama moral olarak galibiyetin sinerjisini taşıyan İngiliz sömürgecilerinin 1940’lı yılların koşullarında artık Hindistan ile eski sömürge ilişkilerini sürdürmekten yana değildi. Son 20 yıllık süreçte uluslararası ilişkilerde attığı her adımda ise başarısızlığa uğramış, üretim olanaklarını neredeyse bütünüyle kaybetmiş olan kriz içerisindeki TC sömürgeciliği ise, bütünü devlet yönetimi elinde toplanmış zor gücünün (devlet şiddetinin) sınırsız kullanımıyla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu devlet, varlığını sürdürebilmesinin yolunun savaşın durmasından değil, savaş alanının genişletilmesi ve yaygınlaştırılmasından geçtiğini bilmekte ve bunu örgütlemektedir. Uzun zamandır, tam da bu nedenle, savaşın her an üretilebileceği mayınlı arazi olan Rojava-Kürdistan topraklarına yönelik ciddi bir operasyon düzenleme çabası ve hazırlığı içerisinde olduğunu biliyoruz. TC, bu amaçla her türden provokasyonu sürdürmeye, bu doğrultuda ciddi adımlar atmaya başlamışken, pasif direnişin gerçekleştirilebilse bile hiçbir etkisinin olmayacağını sanırım benden çok daha fazlasıyla Öcalan bilmektedir.
Üstelik henüz Türkiye’de Gandhi benzeri bir barışçıl düşünceye sahip, etkili bir örnek de yoktur. Başta Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere, sömürgeci devletin yasaları içerisinden seçtiğimiz, meşruiyeti reddedilemez önderlerin, onlarca eski-yeni seçilmiş vekil ya da belediye eşsözcülerimizin, on binlerce özgürlükçü politik aktifistin esaret altında tutulmalarına rağmen, bildik çok küçük bir sol-komünist azınlık dışında ses çıkarmayan bir ülkede, vicdanları etkilemenin yönteminin Gandi’ler değil Zilânlar olduğunu düşünmek, beni de rahatsız ediyor, ama gözlerimi kapadığım her an bu kâbusu bir gerçeklik olarak karşımda buluyor olmaktan kurtulamıyorum.
Hele de İngiliz Emperyalizmi ve sömürge Hindistan örneğine benzetmelerinden yola çıkarak, milliyetçilikten malul, çakma Türk Gandhi’sinin “direnişleriyle” sömürgeciliğin (yıkılması şöyle dursun) barışa yönelik bir adım geriletilebileceğini düşünmek, akla aykırı olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
***
Direniş yöntemi olarak sivil itaatsizlik ve pasif direnişi savunan Gandhi esas olarak Satyagraha adıyla tanımlanan Hinduizmin Ahimsa (şiddetsizcilik) ilkesinin bir inananıdır. Buna rağmen Gandhi de zaman zaman sürdürdüğü mücadele yönteminin bir zorunluluk olarak ortayı çıktığını itiraf eder: “Ama dediğim gibi, biz şiddetsizliği çaresizlikten benimsedik. Atom bombamız olsa, Britanya’ya karşı onu kullanırdık.” (Mahatma Gandhi. The Last Phase, Pyaleral, Volume 2, s. 326 , Navajivan Publishing House, 1956. Aktaran: E. Kürkçü)
Bu tür açıklamalarına rağmen Gandhicilik zaman zaman Komünistler arasında da reformizmin dillendirilme biçimlerinden biri olarak ortaya çıkar. Bu türden yaklaşımlar sadece sınıfsal devrimden vazgeçmek değil ama aynı zamanda günümüz TC sömürgeciliği gerçeğinin de bütünüyle yadsınması anlamına gelmektedir.
1928 yılında Komünist Enternasyonal’in programında yer alan Gandhi eleştirisi, özellikle sınıfsal bir devrimin gerçekleştirilme yollarını “barışa” kilitleyen Gandhicilik için de geçerlidir:
“Hindistan’daki Gandhizm gibi baştan sona dini kavramlarla dolu olan, en geri ve iktisadi bakımdan gerici yaşam biçimlerini idealize eden ve kurtuluşu proleter sosyalizmde değil, bu geri biçimlere geri dönüşte gören, pasif sabır örgütleyip sınıf mücadelesini yadsıyan akımları, devrimin gelişme süreci içinde açıkça gerici güçlere dönüşüyorlar. Gandhizm her geçen gün daha çok, halk kitlelerin devrimine karşı yönelen bir ideoloji haline geliyor. Komünizm bu ideolojiyle amansızca mücadele etmelidir” (1928 Komünist Enternasyonal Programı, s. 83, Komünist Enternasyonal’in Strateji ve Taktiği, İnter Yayınları.)
Ateşle Oynamak Kimin Oyunu?
Ormanlar yanıyor. Orman yangınlarını söndürme çalışmalarının Türk Hava Kurumu’nun (THK) elinden alınarak özelleştirilmesi süreci tartışma konusu olmaya devam ediyor. “Su akar, Türk bakar” sözünde olduğu gibi, “ormanlar yanıyor, devlet bakıyor!”
Bunca gürültü ve haber kirliği içinde, “devletin Kürdistan’da gerçekleştirdiği uygulamaların aynısı ama neden?” ya da “acaba Türk mafyasının konut inşası için arazi açma çabası mı?” falan diye yanıtlanmayı bekleyen sorular üretirken, kendini ortaya atan bir el, yangınların arkasındaki el olduğunu açıklayarak ortaya düştü: Ateşin Çocukları İnisiyatifi. Bir de bildiri yayınlayarak, varlıklarına inanılmayacağı düşüncesiyle, bu “başarılı eylemleri” gerçekleştirdiklerine dair, kamuoyunu inandırmaya çalıştılar. Yazılı açıklama yapan Ateşin Çocukları İnisiyatifi, 11 Temmuz – 24 Ağustos tarihleri arasında çok sayıda ormanı ateşe vermiş. İyi halt etmiş!
Aklın durduğu an. Bu tür eylemlerin devlet eliyle yapıldığı bir ülkenin evladı olarak aklım durdu. Bildirilerinde “Cizre bodrumlarında yaralı olan halkı cayır cayır yakıp maç karşılaşmalarında ‘aşk bodrumda yaşanır’ diyenleri ateşte boğacaklarını; Suruç, Ankara Amed katliamını yapanlardan ve sessiz kalarak destekleyenlerden intikamın misliyle alınacağını; Kürt halkının dilini, kültürünü ve özerkliğini red eden, baskılayarak engelleyen, özgür iradesine karşı şiddet uygulayıp terör yöntemiyle saldıran kişi, kurum, siyaset, ekonomi ve bu sömürge sistemini ayakta tutarak besleyen, büyüten faşist soykırımcı kesimin Kürdistan’ı cehenneme çevirmelerinden edindikleri rahat yaşamlarını, temel hedefleri haline getirdiklerini…” açıkladılar.
Peşin olarak söyleyeyim: Öncelikle böyle bir örgütün varlığına inanmıyorum. İkincisi bu bildiriyi üreten beynin sol-sosyalist olduğunu düşünmemem için bildiride haylice kanıt var. Örneğin bildiride kullanılan “Faşit devlet zihniyetinin temsili olan sistem” sözü bile sistem-devlet ilişkisinin ters yüz edilmiş biçimidir ki bir Marksist bu saçmalığı yapmaz. Kaos’un devrim yaratacağı tezi, aynen açlığın devrim yaratacağı sözü gibi boş bir spekülasyondur. Faşistlerle evlenenlerin, selam verenlerin bile cezalandırılacağı tehditine kadar mücadele ve eylem alanını genişleten bir örgütün, sokağa çıkmaya gücünün yetmemesi de seçtiği eylem türünün rastlantı olmadığını gösteriyor. Bu bildirinin bütünü, neyi neden yaptığını ya da ne yaptığını bilememe halinin açık ifadesidir.
Eğer devletin kendi polislerini öldürme eylemlerinde de kanıtlandığı gibi, yakın program hedeflerinde kullanmak için hazırladığı provakasyon amaçlı resmî eylemler değilse; yani iddia edilen bildiride söylenen amaçlar doğrultusunda çalışmak için kurulmuş böyle bir örgüt gerçekte varsa, seçtiği eylem türü bütünüyle yanlış ve anlamsız, yayınladığı bildiri içerik olarak tutarsız ve saçma, kitlelere hitap ettiği dil sokak kabadayılarına yakışır bir dilin cehaletle donatılmış halidir.
Bu bildiri, eylemin Kürdistan Ulusal Özgürlük Hareketi’yle hiçbir ilişkisi olmadığını göstermektedir. Çünkü ekolojik devrimi programına alarak, ülkesinde yakılarak yok edilen doğayı korumayı neredeyse kutsallık düzeyinde önemseyen bir devrim hareketinin böylesine doğa düşmanı bir tepkiye ortak olması değil, yakın düşmesi bile düşünülemez. Çünkü bilinir ki Beritan onuruyla biçimlenmiş Zilân ruhuyla yürümüş olan bu ulusun mücadelesi de, insanlığın önüne yepyeni bir örnek olarak dikilmiştir. Dağda iken tanığı oldum: Ağaç diplerine kökünü kurutur gerekçesiyle işetmeyen, mağara oyuklarına akıtılan su yollarından deterjan malzemesi kullanılan kanalların doğayı korumak amacıyla diğer kanallardan ayrıştırılarak özel hazırlanmış kuyulara boşaltıldığı bir siyasal kültür içinden orman yakacak bir zihniyetin doğması mümkün değildir.
Ne yaşandığını anlayamayan ezilen, kime saldıracağını da bilemez. Kapitalizmin ilk yıllarında örneğin Çartist Hareket benzeri eylemler de ne yaşadığını henüz anlayamamış öfkeli işçilerin tepkili hareketleriydi. Bu tür yaklaşımlar öz yerine biçim ile sınırlanmış bir uğraş içerisindedirler. Egemen sınıf iktidarı yerine onun anlık organlarıyla, yani hükümetlerle uğraşmayı tercih ederler. Ve bu çapsızlık hali giderek ana hedeflerini iyiden iyiye kaybetmelerine, nihai hedefi bütünüyle unutmalarına, süreç içerisinde düşman olarak tanımlayarak çatıştığımız güce dönüşmelerine neden olur. İşte küçük burjuva anarşizminin özeti budur ve bu sınıftan beslenen bir komünist devrim olamaz.
Tamam, komünist falan olmanızı beklemiyorum. Ama yine de aslını öğrenene kadar soracağım:
Ateşin çocukları, kimsiniz siz? Ve neden Kürt özgürlük hareketinin ve kırk yıldır büyük bedel ödeyerek savaşı geliştiren Kürt halkının büyük bedeller ödeyerek yarattığı ayrıcalıklı rengi, ekolojik devrim düşüncesini böylesine kirlettiniz?

 
             
                     
                     
                     
                                             
                                         
                                         
                                        