Umut Yazıları

SAVAŞLAR DURSUN MU ? – XWE Metin Ayçiçek

Son yıllarda “barış” sözcüğü neredeyse insanlığın tek isteği haline geldi. “Savaşlar dursun” sözü yeni bir dünyanın kapısını açabilecek sihirli bir anahtar gibi kullanılmaya başlandı. Elbette bunu yadırgamak mümkün değildir. Anadolu-Mezopotamya topraklarında yaşayıp da onca halk katliamları ve soykırımlara tanık olan bir tarih içerisinden gelen her bireyin savaşlardan nefret etmesi, “savaşa hayır” demesi tartışılamaz bir insanlık görevidir. Henüz Ermeni soykırımında akıtılan kan kurumadan ve o topraklarda oluşturulan Cumhuriyet döneminde tarihle yüzleşmeden, Rumlara, Yahudilere, Kürt halkına ve Alevilere yönelik onlarca katliam ve topraklarından söküp atma anlamına gelen tehcirden sonra “savaşa hayır!” sloganına sahip çıkmamak olsa olsa ırkçılık, sosyal-darwinizm gibi faşizme ideolojik gereksinim duyan politik yönelişlerin tavrı olabilir. Bu tutum, sadece maddi hayatı değil manevi hayatı da üreten yaratan insan bilinciyle bağdaşamaz. Böylesine haksız bir savaşın yüzyıla yakın bir zamandır ve insanlığın hak mücadelesiyle kazanılmış olan bütün savaş hukuku anlayışlarını da yok sayarak en acımasız zulümlerle gerçekleştirilen bu savaşın durması yüreğinde bir küçük sevgi taşıyan her insanın temel isteğidir. 

Tamam, yukarıdaki paragraf hoşunuza gitmiştir sanırım. Ama burada dillendirdiğim isteğin gerçekleştirilebilmesi olasılığı, sadece isteğin dillendirilmesiyle kalındığında, sıfırdır. Savaşa karşı tutum “her savaşı lanetlemek” formülüyle işlendiğinde, dünyanın bütün kötülüklerine kaynaklık yapan nedenleri saklamış oluruz. Bu tutum, savaşları var eden nedenleri besler, büyütür, ve savaşları yeniden yeniden üretir. 

*** 

Bahanesi ya da resmî gerekçesi ne olursa olsun, bütün savaşların temelinde yer alan neden aynıdır. Savaş teorisyeni olarak tanımlanan Karl von Clausewitz savaş üzerine yaptığı tanımlarla bunun altını çiziyor: “Savaş, insan ilişkilerinin bir biçimidir… Savaş politikanın bir aracıdır… Savaş, kendisini doğuran siyasal sistemden ayrılamaz… Savaş, siyasal, ekonomik, tarihsel bir olgudur.” 

Sınıflı toplumlardan beri bütün toplumlarda savaş, egemenlik kurmanın ve servet edinmenin en güçlü aracı olmuştur. Kapitalizmin doğuşunda sermaye birikimini oluşturan sömürgecilik (kolonyalizm), birçok uygarlığın yok olmasına neden olmuştur. Fetih yani başka toprakları zor yoluyla ele geçirme yöntemiyle var olmuş ve büyümüş olan Osmanlı Devleti’nin yaşamının son dört yüzyılında toplam 232 yıl savaşmış olduğunu hatırlamak bile, savaşın sömürgeci toplumlar tarihindeki yerinin ne olduğunu yeterince gösterir. (XVI. yy 80.5 yıl; XVII. yy 89 yıl;   XVIII. yy 23 yıl; XIX. yy 39,5 yıl.)

Kapitalist toplumda savaş ve özellikle savaş ideolojisinin üstlendiği görev, sadece başka toplumların zenginliklerinin gaspı ile sınırlı değildir. Savaş ideolojisi iç politikanın en temel ögesi haline getirilir. ‘Öteki’ halkların kanı üzerinden yaratılmaya çalışılan ulus toplumlar, “milli birliğin korunması” ve bir savaş aracı olan “devletin bekası” amacının diri kalması için “düşman” kavramı üzerinden gerçekleştirilen bir korku duygusunu sürekli kaşırlar. İç politika ve milli birlik duygusu, “ülkeyi çepeçevre saran dış düşmanlar” korkusu üzerinden geliştirilir. Düşmanla dolu olan böylesine bir coğrafyada ise savaşa her zaman hazır olmak gerekmez mi? Milli birliğin çıkarları için grevler yasaklanabilir, haklar kısıtlanabilir, ekmek küçülebilir, düşünce yasaklanabilir. ”Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” sözü gerçeği yansıtmasa da, bu duygunun üretilmesine katkı sunan bir manipülasyona hizmet eder. 

Sermaye sınıflarının sadece devlet, ordu/polis ve yargı gibi kurumlara dayanarak böylesi adaletsiz ve zalim bir egemenliği sürdürebilmesi mümkün değildir. Ve bu gerçeğin bilincinde olan kapitalist-emperyalist sistem, elinde tuttuğu yargı sistemi ile “adaletin”, burjuva parlamento sistemi ile “eşitliğin” ve silahlı güçlerle “güvenliğin” gerçekleştirilebileceğine ve bu nedenle de bu kurumların gerekliliğine kitleleri inandırmakta daha fazla zorlanmaya başladı. Ama bu kez kitle iletişim araçlarını bir bütün olarak kontrolüne alıp devreye sokarak yoksul halkların sisteme karşı öfkesini bastırmaya, hedeflerini saptırmaya yönelik yeni arayışlar ve uygulamalar içerisine girdi.

Bu çabalara rağmen bastırılamayan “sınıflar arası savaş” bazen kontrol altına alınabilir iç çatışmalarla ya da dış saldırılarla, bazen darbeler ya da değişik türden diktatoryal sistemlerle bastırılmaya çalışılmaktadır. Fakat özellikle günümüzde, toplumun uzun süreli denetim altında tutulabilmesi için bu tür kontrol sistemleri artık tek başına yetersizdirler. Bu tehlikeyi uzaklaştırabilmek için üniversiteler, din kurumları ve çok büyük bölümüyle yazılı ve görsel medya başta olmak üzere kitlesel iletişim araçları artık aktif olarak ve denebilir ki devletin şiddet örgütlerinden daha büyük rol üstlenerek uygulamaya sokulmuşlardır. İtalya’nın eski Başbakanı Silvio Berlusconi modeli “Medya İmparatoru” olmak, Tayyip Erdoğan gibi yeni diktatörler için de bir model oluşturmuştur.

***

Dünya yeni bir direniş dalgasına hazırlanıyor gibi. Bu gelişimin öncülleri farkına varılır biçimde görünür olmaya başlamıştır. Görünür nedenleri ne olursa olsun, onu yaratan temel dinamikler aynı kavramlarda birleştiriyor ekonomik analizleri. Küresel adaletsizlik, eşitsizlik, yoksulluk ve işsizlik arttıkça savaşlar da kaçınılmaz olarak yaygınlaşarak sürecektir.  

Küresel boyutta yapılan 2018 yılına ilişkin ekonomik saptamalar, gelinen noktada dünyada insanların yaşam olanakları anlamında eşitsizliğin adaletsizliğin boyutlarını iki cümlede özetlemeye yeter de artar bile: “Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun %50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir. En zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin 77 katıdır.” Yazıyı süslemek için daha fazla ayrıntı bilgi aktararak meraklı zihinleri yazıya odaklamaya gerek yok. 

Yoksullukla zenginliğin “uçurum” sözcüğüyle anlatılamayacak boyutta böylesine zıtlaşması, dünyanın yarısının yaşam olanaklarının fazlasını dünyada sadece 50 kişi de toplayabilmesi mevcut kapitalist-emperyalist sistemin ürünü olduğunu anlatmak için başka örneklere başvurmak sözü uzatmak olacaktır. Ve biliyoruz ki bugün dünyanın aç insanlarının sayısı, toklardan çok daha fazladır. Bunun yarattığı “dipten gelen dalga” aç ve yoksulların öfkesini artırırken, endüstri üretiminin yüzde 75’ini elinde tutan yaklaşık 2 bin monopol ise sisteme ilişkin korkusunu gün geçtikçe daha fazla şiddet içeren yöntemlerle gidermeye çalışmaktadır. 

Dünyada insanlığın yaşadığı adaletsizliğin böylesi bir boyuta ulaşması ve zenginliğin paylaşımında üreteci sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurumun birinciler aleyhine böyle bir derinliğe ulaşması, beraberinde yoksulluk, çatışmalar, açlık gibi başka sosyal problemleri de artan bir hızla üreterek gelişmektedir.

***   

Burada soruyu sorabiliriz? “Savaşlar dursun” sloganı tek başına yeterli midir? Varlığını destekleyeceğimiz savaşlar olabilir mi? Eğer bir halkın özgürlüğünü ve kendi kimliğinin kullanımını, kendi topraklarının yönetimini kendisinin yapması iradesi zorla elinden alınmışsa, ve eğer savaşsız yöntemlerle çözüm yolları bütünüyle kapalıysa, o halkın özgürlük için verdiği mücadele haklı bir mücadeledir ve haklı mücadeleler desteklenmelidir.

İki egemen devlet arasındaki savaşta iki tarafın da savaşı derhal durdurmasını isteyebiliriz. Ama “sömürge halkların gasp edilen egemenlik haklarının ve özgürlüklerinin derhal iade edilmesi” talebi olmadan, sadece “savaşa hayır!” demenin savaşı durduran bir etkisinin olacağını düşünmek mümkün değildir. Savaş bazı gerçek nedenlere dayanarak ortaya çıktığına göre, çözümsüzlüğü yaratan nedenler ortadan kaldırılmadan savaşın kaldırılması mümkün olmayacaktır. 

Varlığını esas olarak işgal ve ilhaklarla ve bunlar sayesinde elde edilen talan ve gasp yoluyla yaratmış ve sürdürmüş Osmanlı’nın Cumhuriyet olarak sürdürülen devamı, eski kurumsal yapılanmaların bir kısmını ortadan kaldırarak kapitalist gelişimin önünü açmaya çalışırken, Türk-İslam (Sünni) olmayan halklara ve inanç gruplarına yönelik düşmanca tavrını koruyup sömürgeciliği sürdürerek yol almak istedi. Ermenistan’ın, Pontus’un ilhakı ve halklarının imha ve sürgünü; Kürdistan’ın yeni Cumhuriyet’te tam sömürgeleştirilmesi askerin varlığına daha fazla gereksinim duyma, devlet şiddetini sürekli kullanma ve anti demokratik uygulamaları rutin hale getirerek daha fazla kullanma yöntemlerini geliştirdi.

Yeni sistemin oturtulmasında “yurtta sulh cihada sulh” sloganı sahte bir vizyon sergilemekten öte bir anlama gelmiyordu. Devlet yönetiminde “şiddet” belirleyici öge olarak kullanıldı. Özgürlükler alanının sınırları da devletin kararıyla ve “ulufe” geleneğinin bir devamı gibi iktidar değişimlerinin ürünü olarak biçimlenmekteydi. Kapitalizme yönelse de haylice zayıf olan kapitalist üretimin yanı sıra Kürdistan’ın Osmanlı zamanından daha ağır koşullarda sömürgeleştirilmesi bu dönemde gerçekleştirildi. 70’li yılların başında ise, önceden belirlenen bir program izlenerek Kıbrıs’ın kuzeyi de yeniden işgal edildi ve bu kez sömürgeci Türkiye’nin müdahalesi ve programı dahilinde demografik yapı da değiştirilerek işgal statüsü günümüze kadar sürdürüldü. 

***

Varlığını sömürgecilik ve ilhaklar üzerinden inşa etmiş bir devletin barışçıl olabilmesi mümkün değildir. Ortadoğu’da statülerin-sınırların yeniden belirlenmeye başlandığı bir dönemde Türkiye gibi sömürgeci bir devletin pasif kalacağını düşünmek mümkün değildi. Parçalanmış Kürdistan’ın her parçasını kucaklayabilen ve her parçada mücadele yürütebilme yeteneği ve gücüne ulaşmış bir PKK bölgede giderek daha kesin hatlarla çizgilerini çizerken, sömürgecilerin bütününün birlikte saldırması beklenilen şeydi. Devlet Rojava’ya “yanlışlıkla girmiş” bile olsa, “özür dileyerek bile olsa” tekrar çıkışı iki haçlı seferi yapmak demektir. 

Bir yanda, insana özgü bütün haklardan zorla yoksun tutulan bir halk ayaklanmış, özgürlük için meşru direnme hakkını kullanıyor; diğer yanda, bir devlet, kendi halkının bütün değerlerini de yok ederek sömürgeci-sömürücü zulüm sistemini sürdürmeye çalışıyor. Sömürge ülkenin halkı, barış içerisinde birlikte yaşama arzusuyla bugüne kadar yapmadığı özveri kalmadı. PKK’nin varlığı bile Türk halkı için büyük bir şanstı. Özgürleşmek için verdikleri haklı öz savunma hareketinde sivil halka zarar vermemek amacıyla olağanüstü bir dikkat harcadı.

Savaşın “derhal durdurulması” talebi elbette bir görevdir. Ama bu talep “sömürgeciliğe ve şovenizme de” de karşı çıkmadan; yani Kürdistan’ın sömürge statüsüne itiraz etmeden dillendiriliyorsa (ve eğer bilinçli bir çaba yoksa) yanlış ifade edilmiş bir barış talebidir. Özgürlük mücadelesinin savaş gerekçesini haklı görerek sömürgeciliğe lanetlemeden ve ona karşı çıkmadan, fail ile mağduru eşitleyip “hadi barışın” demek, mevcut statükoyu sürdürmek istemine denk düşer. 

Asgari düzeyde, birlikte yaşadığı halklar için anti-şövenist bir talebi bile dillendirmeden barış isteminin inandırıcı bir yanı olamaz. 

Paylaşın