Kavramların günlük dilde kullanımı ile felsefi anlamda kullanımı çoğu zaman birbirinden farklı olduğu için, zaman zaman kullanım amacını zorlaştıran ciddi yanlışlara neden olabilmektedir. Hele de kelime oyunlarında usta mertebesine yükselmiş sistem politikacılarının eline düştüğünde, bu tür sözcükler, kişilerin manipülasyonu amacıyla rahatça kullanılabilmektedir.
Örneğin felsefi anlamda ‘idealizm – idealist’ sözcükleri, metafizik düşünceyi ve bu düşünceye inanan kişiyi tanımlar. Başka bir deyişle ‘düşüncenin’ esas, ‘maddenin’ ise düşüncenin ürettiği bir olgu olduğunu” savunur. Bu anlamda idealizm, materyalist düşüncenin tam zıddı, metafizik bir felsefedir. Örneğin ‘objektif idealizm’, kavramın ilk okumada bıraktığı görece olumlu etkinin tam tersine, maddenin varlığını bütünüyle reddeder ve sadece düşüncenin (ruhun) var olduğunu savunur. Bilimi, bilimsel gerçeği bütünüyle reddeden; inancı, imanı temel alan düşüncelerin bütünü bu kategori içerisinde yer alır.
Ama ‘idealizm – idealist’ sözcüğü günlük dilde “yüksek bir amacı ve bu amaç için mücadele eden kişiyi” tanımladığı için ‘ülkü’ – ‘ülkücülük’ olarak da kullanılabilmektedir. Örneğin Türkiye’de kullandığımız politik dilde “Ülkücülük” ise, “vatan mevzuu bahis ise her şey teferruattır” diyecek kadar kendine yabancılaştırılmış, insandışı, ırkçı-milliyetçi faşist güçlerinden olan paramiliter bir cinayet örgütüdür.
‘Düşündüğüm’ için mi ‘varım’?
Felsefe alanında da bu yanlışlara sıkça düşeriz. Örneğin koyu bir Katolik olan filozof Descartes’ın “düşünüyorum o halde varım” (‘Cogito ergo sum’) sözünü alıp coşkulu konuşmalarımızı süslemek amacıyla sıkça kullanabiliyoruz. Oysa bir marksist materyalist için bu sözün doğrusu tam tersine, “varım ve düşünebiliyorum” olması gerekirdi. Çünkü en basit yaşam deneyimlerinden bile biliyoruz ki, dışımızda duyularımıza dokunacak maddi bir etki sunulmazsa, düşünce oluşamaz. Kaldı ki düşüncenin oluştuğu beyin de maddi bir varlıktır. “Descartes’ın idealist felsefesi… maddi nesnelerden oluşan dış dünyanın varlığına kuşkuyla bakılmasının, hatta varlığını tamamen yadsımanın yollarını açar.” (Prof. Dr. E.R.Pekünlü. Bilim ve Gelecek Dergisi. Sayı: 132.)
Peki bu tür yanlışların politik alandaki etkileri ne olur? Değerli dostum Sargut Şölçün’ün de uzunca bir yazısında örneklediği gibi, Alman Nazilerinin propaganda amaçlı olarak ‘geçmişi ele geçirme’ çabaları, geçmişe ve güne ilişkin olarak “dünyanın bilinebilirliğini yadsıyan” bütün düşünce sistemlerine sahip çıkarak başarılı olduğunu söyler. Naziler, kendi ideolojilerini toplumun bütün sınıf ve katmanları arasında yaymak amacıyla bu çalışmayı “edebiyatın ve sanatın diğer dallarından” yararlanarak gerçekleştirmeye çalışmışlardır. (Prof. Dr. S.Şölçün. “Hümanist Geleneğin Eleştirisi”. Makale. 1995.)
Bu tür hileli kelime oyunları sistem taraftarları tarafından ‘materyalist’ sözcüğü üzerinden de geliştirilir. Felsefe de maddecilik (materyalizm), idealizmin zıddı olarak: maddenin esas, düşüncenin ise maddi koşullara bağlı olarak geliştiğini söyleyen bilimsel bir felsefedir. Sistem egemenleri yaşam tarafından da sürekli geliştirilen bu felsefeyi ‘madde’ sözünden yakalayarak ‘maddeci, maddiyatçı, maddi çıkarlarına düşkün’ gibi anlamlarla boğmaya çalışmaktadırlar.
Ve sorgulama yeteneğini ve kendini yeniden üretme becerisini sağlayamamış olan pek çoğumuz, konuşmalarımızı süslemek, önemini artırmak gibi nedenlerle bu tür alıntıları sıkça kullanarak bu tür hilelerin tuzağına düşebilmekteyiz.
Günümüzde hümanizm hilesi.
“Kadın-erkek ayırımına yanlış buluyorum, hepimiz insanız! Ben insanların Kürt-Türk-Ermeni falan gibi etnik kökenlerine göre adlandırılmasına karşıyım. Hepimiz insanız! Alevi de, Hristiyan da, Müslüman da insandır!” gibi sözler yaşanan toplumsal-politik gerçekliği ifade eden sözler değildir. Egemenlik kavramı bütün bu ayrım tanımlarını kapsayacak yaygınlıkta kaldırılmadan, insanlığın özgürleşmesi, yeteneklerini sonuna kadar açığa çıkarabilmesi, her bireyin yaşam içerisinde sahip olduğu haklarla eşitlenmesi olanaksızdır.
Günümüzde politika alanında en çok kullanılan söz ya da düşünce akımı “hümanizm” olarak tanımlanmaktadır. Neredeyse her derde deva olan bir hümanizmayı düşünce sisteminde geliştirmeye çalışıyoruz. Oysa maddi koşulları olmayan her düşünce sistemi gibi maddi koşulları olmayan bir hümanizma da sahtecilikten başka bir şey değildir.
Aslında toplumsal değerleri tanımlarken “insanı temel alan” düşünce sistemlerinin ortaya çıkışı hiç de yeni değildir. MÖ. 5. yüzyıl ve devamında insanmerkezli (homosentrik) düşünce örnekleri felsefe alanında yaygınca kullanılmaya başlanmıştı. Atinalı Filozof Protagoras’ın ortaya attığı “İnsan her şeyin ölçüsüdür” ifadesi, “inancın sübjektif ve izafi olduğu” gerçeğine dayanmaktaydı. Protagoras’a göre “bir kişi için doğru olan bir şey, başka birisi için yanlış olabilir.” Bu ölçülebilir şeylerin tanımlarında da geçerlidir. Kutuplardan gelen konuğumuz için 20 derecelik bir sıcaklık çok sıcak olarak algılanırken, sıcak Arap çöllerinden gelen bir insan için soğuk olarak tanımlanabilir. Toplumsal değerler sistemi de aynı ‘yasaya’ bağlıdır. Hiçbir şey, kendiliğinden iyi ya da kötü değildir. Bir şeyi iyi ya da kötü yapan şey, belli bir tarihsel dönemin içerisinde, belli değerler içerisinde yaşayan birey ya da toplumun, söz konusu olguyu hangi ölçü ile tanımladığıyla ilgilidir. Bir olay ya da düşüncenin “iyi ya da kötü olduğuna” karar vermesinden ibarettir. Ama buradan yola çıkan Protagorasçı filozoflar “hakikat, adalet ve erdemle ilgili mutlak tanımların varlığını reddetmesine neden olmuştur.
Ama zaman zaman günümüzde de sıkça klasik biçimiyle kullanılan hümanizm anlayışının doğumu, yaklaşık 2000 yıl sonra gerçekleşecektir. Ortaçağ skolastiğine ve Katolik kilisesinin karanlığına karşı tepkilerin ürettiği ‘aydınlanma’ hareketinin ilk adımı “hümanist” düşüncenin oluşturulmasıyla başlatılmıştır. Böylece insan, felsefede ilk kez ‘dünyanın yorumlanmasını’ ve ‘kendi varlığının gerçekliğini’ dolaysız sorgulamaya başladı. Bu hareket ve hümanizm düşüncesi, çağının devrimci dinamiği olan burjuvazinin tarih sahnesinde güç olarak ortaya çıkmaya başladığı ve yeni bir toplumsal yapı için feodalizme karşı savaşmaya yöneldiği yıllarda çok büyük bir öneme sahiptir.
Bu döneminin yarattığı ‘aydınlanmacı’ filozofların savunduğu 14 ve 15. Yüzyılın ürünü olan ‘felsefi hümanizm’, sınıf savaşının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Üretici güçlerin gelişimi karşısında eski üretim ilişkilerinin tutucu karaktere bürünmesi sonrasında, toplumsal yaşam içinde önemi giderek artan, yükselen sınıf olan burjuvazi, toprağa bağlı serf sistemini reddederek mevcut sisteme karşı mücadeleyi başlattı.
Böylece, yaşamın biçimlediği insan düşüncesi, yaşamdan bağımsız olarak “insanın evrensel olan özü” arayışı ile 1789 Fransız Burjuva Demokratik Devrimi’ne ulaştı. Devrim’in sloganı olan “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” istemi, burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde ittifak arayışına destek sunan bir ideoloji olarak hemen benimsendi. Böylece insan olarak “özünden kaynaklanan” bir istemle özgür ve eşit olduğuna inandırılan serfin ve proleterin özgür olması savı, serfin kentlere akışını sağlayıp ucuz işgücüne zemin hazırlarken, feodal beylerin iktidarını da çökertmeyi başardı. Gelişmekte olan kapitalizm artık yeni toplum için gereksinimini karşılayabilecekti.
Hümanist felsefe, kapitalizmin şafağında, böylesi bir tarihsel sürece bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Ama günümüzde bu felsefi akımı, ortaya çıkış koşullarından çok farklı bir dünyada, farklı çelişkilerin ortaya çıkıp toplumları kuşattığı bir çağın içerisinde, burjuvazinin ürettiği eski söylemler üzerinden sürdüremeyiz. Bu felsefenin sahipleri olan burjuvazi de, devrimden kısa süre sonra devrimci dinamizmini bütünüyle kaybederek yeni toplumun sömürücü egemen sınıfı olarak yüzünü gösterdi.
Ansiklopedik bilgi olarak hümanizm, “insanın eğitime ve gelişme yeteneğine olan inanca, kişiliğine ve onuruna duyulan saygıya dayanan; onun yaratıcı güç ve yeteneklerinin tüm yanlarıyla gelişmesine, özgürce çalışıp serpilmesine ve insan toplumunun daha üst düzeydeki aşamalara genişleyen özgürlüklere sahip olmasına yönelik düşünce ve çabaların tümü” olarak tanımlanır. (G.Klaus-M.Buhr-1972)
Bu tanım, elbette savunulması gereken olumlu bir anlama ve derinliğe sahiptir. Ama bu düşüncenin insanlık tarihinde ortaya çıkış koşullarından kopuk olarak ele alınması ve “insanın özünde var olduğu” inancıyla “evrensel bir anlayış” olarak tanımlanması, konuyu bilim dışına iteleyen bir ideolojik kavrayışa neden olmaktadır.
Marksistler ve sosyalist hümanizma.
Marksist felsefede hümanizmin yeri üzerine kafa yoran çağdaş düşünürlerden biri olan Louis Althusser şu soruyu sorarak konuyu incelemeye alıyor: “ Sosyalist hümanizmin komünistlerle sosyal-demokratlar arasında bir diyaloğu; hatta savaşı ve sefaleti reddeden bu ‘iyi niyetli’ insanlarla daha geniş bir alışverişi mümkün kılacak kadar ikna edici ve çekici bir tema olup olmadığı sorusunu kendimize sorabiliriz.”
Bu soru, tam da Türkiye’de komünistlerin CHP ittifaklarına yaklaşımının yarattığı naif ortama açıklık getirebilecek, ya da HDP binası önünde “PKK tarafından kaçırıldıkları” yalanıyla çocuklarını devletten değil HDP’den isteyen; cinayet örgütü haline dönüştürülmüş bu devletin İçişişleri Bakanı ve yatılı Kuran Kurslarında çocuk tecavüzlerine göz yuman Aileden Sorumlu Bakanın ziyaretiyle onurlanan “anaların” davranış modelleri tartışılırken daha da önem kazanan bir soru. “Savaş kötüdür, kahrolsun savaş!” naralarının arasına sıkıştırılan mevcut sömürgeci statükonun yani “düzenin” bozulmamasını isteyen taleplerin sol jargonu da fazlasıyla etkileyen bir dönemde konuyu yeniden irdelemek bir zorunluluktur.
Althusser, Marx’ın özellikle 1844 Felsefe El Yazmaları’nı didik didik ederek incelediği hümanizmi iki tanım altında ele alır: ‘Sınıf hümanizmi’ ve ‘şahıs hümanizmi’. Ona göre şahıs hümanizmi sosyalist hümanizm ve burjuva liberal-Hristiyan hümanizmi olarak iki türde ortaya çıkabilir. Bu tür hümanizmanın gerçeklikle bağdaşmayan ama “Hristiyan ve burjuva hümanizm taslaklarında temsil edilmiş binlerce yıllık düşünü” gerçekleştirecek olan akım Sosyalist hümanizm’dir. O, Marx’ı yorumlayarak “sınıf hümanizminden geçildikten sonra kişi hümanizmine ulaşılabilecektir” der. Ve müjdeyi verir: “İnsanda ve insanlar arasında nihayet insan’ın hükümranlığı başlamaktadır.” (L.Althusser. Marx İçin. 1968)
Sahip olduğumuz Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm düşüncesi, insanlığın insana dair elde edebildiği bütün hak ve özgürlüklerin binlerce yıllık mücadelelerin sonucu kazanılabildiğini kanıtlamıştır. Toplumun alt yapısını oluşturan maddi koşulların (alt yapı) sürekli hareket ve değişim içerisinde olduğunu bilerek, bugün kazanılmış (ve üst yapı kurumlarından birini oluşturan) herhangi bir hakkın, özgürlüğün değişen yeni koşullara uygun olarak tekrar değişime zorlanacağını da aynı felsefeden yola çıkarak biliriz.
“Tarih, aklın akıldışı içinde, hakiki insanın yabancılaşmış insan içinde yabancılaşması ve üretimidir. İnsan; emeğinin yabancılaşmış ürünleri ile (metalar, devlet, din), farkında olmadan, insanın özünü gerçekleştirir. Tarihi ve insanı üreten insanın yok olması, önceden var olan, tanımlanmış bir özü varsayar. Tarihin sonunda, insandışı nesnellik halini alacak olan bu insan; tüm insan, hakiki insan olmak için, mülkiyet, din ve devlet içinde yabancılaşmış kendi özünü, özne olarak yeniden ele geçirmek zorunda kalacaktır.” (Althusser.)
Marksist teoride ideoloji toplumsal yapı içerisinde yer alan insanın, içinde yaşadığı varlık koşullarıyla ilişkisini sorgulamasına dayalı olarak üretilmez. Çünkü böylesi bir sorgulama bilimsel bilgiye dayanmak zorundadır, bilimsel verilere ihtiyacı vardır, yani bilimin görevidir. Oysa ideoloji “kendi varlık koşullarını yaşama tarzlarını ifade eder.” Ve “Bu, hem gerçek ilişkiyi, hem de ‘yaşanan’, ‘hayali’ ilişkiyi içerir.” Başka bir deyişle, ideoloji “insanların kendi ‘dünya’larıyla ilişkilerinin ifadesidir: yani gerçek varlık koşullarıyla gerçek ilişkilerinin ve hayali ilişkilerinin (üstbelirlenmiş) birliğidir.” (Althusser.) Örneğin burjuva ideolojisinin söylemlerinde yer alan ‘özgürlük” kavramı soyut anlamda “bütün insanlar için” istenen bir istemdir. Ama örneğin parası olmayan bir işçinin seyahat özgürlüğüne sahip olmasının bu özgürlüğü kullanabilmesinde bir yararı yoktur.
Ve 1845 sonrası olgunlaşmış haliyle diyalektik ve tarihsel materyalizmi inşa ederek, insanın toplumun üretim güçlerine bağlı olarak değişen üretim ilişkileri içerisinde yeni biçimlenişler kazandığını; yani her şey gibi değişim yasasının içerisinde yer aldığını ve bu nedenle de değişmez insan özelliklerinden söz etmenin mümkün olmadığı görüşüne ulaşan Marx, ‘insanın özü’ varsayımı üzerine inşa edilen geleneksel Hümanizm felsefesini kökten reddeder. Böylece hümanizmin, insanın doğasından gelen bilimsel bir oluşum olarak değil, ideolojik bir tanımlama olduğunu söyleyerek, kendinden önceki bütün düşünürlerden farklı bir felsefe yaratmıştır. Çünkü her ideoloji verili bir toplumun bağrından doğar. Tarihsel bir varoluşu ve toplumsal olarak üstlendiği görevler vardır. Üstelik salt insana bağlanmış olan bir düşünce sisteminin, insanın içinde yer aldığı toplum ve doğayı dışlayarak düşünmeye yönelişi ise günümüz kapitalizminin klasik hümanizmi de aşan yeni versiyonudur. Bu versiyonda “insan” ölçüsü sadece propaganda amaçlı olarak dillendirilir ama hedeflenen gerçek “insanın daha çok tüketime yönlendirilmesidir. Çağımızda, kapitalist sistemi yönetenlerin insana yaşattığı gerçek “her şey kâr için” ölçüsüyle ele alınmaktadır. Bu nedenle, bugün insanı kendi ekosisteminden bütünüyle koparan bir insancılık; kendi oluşum ilkelerinin bile gerisine düşerek bir felsefe sistemi olmaktan da çıkarak sadece bir propaganda sloganı düzeyine indirgenmiştir. İnsan için daha fazla inşaat yapılması, insan için olan on binlerce ağacın kesilmesinin gerekçesi olarak kullanılabilmektedir. Çağımızda burjuvazi ve burjuva liberalleri “her şey insan için” söylemini “her şey kâr için, daha fazla kâr için” isteminin üzerini örtmek için kendi belirlediği sınırlar içerisine kapatmıştır. Bu anlayış bugün sadece kitleleri aldatmaya yönelik bir propaganda sloganı olarak kullanılmaktadır. “Her şey kâr için, daha fazla kâr için” istemi ise sistemi yönlendiren egemen sınıfların burjuva pragmatizmiyle de desteklenen insanı dışlayan felsefesiyle yer değiştirmiştir.
Bu anlamda Marx’ın teorik olarak burjuva hümanizmine temelden karşıt bir duruşta olduğunu söyleyebiliriz. Onda ifade edilen ‘sosyalist hümanizm’ ise, temel konuları olan bireyin özgür gelişiminin, yeteneklerinin açığa çıkarılmasının, kişi onurunun korunmasının hangi koşullarda yaşanabileceği sorunuyla ilgilidir. ‘Hümanizm’ kavramını soyutluktan çıkararak, somut koşullar içerisinden inşa etmektir. Çünkü maddi koşullar değişmeden, o koşullar üzerine inşa edilmiş düşünce sistemlerinin alt edilmesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle bu düşünce, sadece ‘eleştirel’ düşünsel platformda kalmaz, aynı zamanda pratik girişimleriyle gerçekleştirilmeye çalışılan, bütünüyle devrimci bir düşüncedir.
Yine Altusser’den aktararak bu bölümü kapatalım: “Ve Marksistler bilirler ki, bir stratejiye dayanmayan hiçbir taktik mümkün değildir — tıpkı bir teoriye dayanmayan hiçbir strateji mümkün olmadığı gibi.”
Kimlikler, özgürleşip eşitlenmeden ortadan kalkmaz.
Günümüzde kimlik tanımlarına karşı kullanılan “hepimiz insanız, hepimiz kardeşiz, Kürt-Türk, Alevi-Sünni ayrımı yanlıştır” diye başlayan “hümanizma” oyunu, farklılıkları aynılaştıran gerçek dışı kurgularla biçimlendirilerek, egemen politikalara hizmet amaçlı yönlendirilmektedir.
“Hepimiz insanız?” Yok öyle bir şey!
Bir canlı türünün tanımından başka bir anlamı yoktur bu sözün. Egemenlik bağımlılık ilişkisinin somut bir gerçeklik olarak var olduğu sömürüye dayalı toplumlarda işçi ile patron varlığını sürdürebilmek için aynı olanaklara sahip değildir. Sınıflı bir toplumda bir avuç aileyi içeren egemen sınıf ile milyonlarca aileyi içeren işçi ve emekçiler, ezilenler ve yoksullar yaşam olanakları açısından aynı “insan” kavramı içerisinden değerlendirilemezler. Böylesi bir kabul için ön şart, bütün toplumun, zenginliklerin paylaşımı dahil her alanda özgürleşmesi ve eşitlenmesine bağlıdır. Sömürüye dayanan sınıflı toplumlarda böylesi bir kimlik eşitlenmesi o toplumun kuruluş mantığına, doğasına aykırıdır.
Ama biliyoruz ki her tür kimliğin ortadan kalkması, ancak bütün kimliklerin özgürleştirilmesi ve eşitlenmesi sonucunda mümkün olabilir. Bir kimliğin kullanımının kişiye onur olarak da çıkar olarak da bir ayrıcalık sağlayamadığı bir toplumsal sistem yaratılmadan, mevcut toplumun belirgin karakteristiği olan bu farklılıklar ortadan kalkmaz. Farklı kimlikler ancak böylesi bir özgürlük ve yaşam olanakların paylaşımında tam bir eşitlik sağlanabilmiş bir ortamda bir gereksinim olmaktan çıkarak, “insan” kimliği altında toplanarak, giderek silinerek yok olur. Parçalanmış olan insanlık böylece yeniden bütünleşebilir.
“Hepimiz anayız?” Yok öyle bir şey!
“Hümanizma” safsatasına dayandırılarak, yaşanan çirkin savaş gerçekliğinin üzerini örten; egemen kimliğin iktidarını sürdürmek için kimlik tanımlarına karşı kullanılan hamaset görevli bu tür süslü cümleler, farklılıkları aynılaştıran gerçek dışı kurgularla biçimlendirilirler. Böylece kitleler egemen politikalara hizmet amaçlı yönlendirilebilirler.
Hadi Ermeni, Rum-Pontus, Süryani, Alevi soykırımlarını “geçmiş geçmiştir” gafleti içerisinde “yok” sayalım; , sadece son birkaç on yıl içinde sömürgeci devlet örgütlenmesiyle gerçekleştirilen 17500 faili meçhulün yaşandığı, ve sadece Kürt oldukları için Roboski’de olduğu gibi ekmek parası için sınır ticareti yapmak zorunda kalan üniversiteli gençlerin uçaklarla bombalanarak katledildiği, sadece Kürt oldukları için Cizre’de olduğu gibi çocukların sığındıkları evlerin bodrumlarında diri diri yakıldığı bir ülkede, bu acıların yaşatıldığı anneler ile faili meçhullerin İçişleri Bakanı faşist Meral Akşener aynı kavram içerisinde buluşturulabilir mi?
Alevi katliamlarında bir tutam saç dışında bir anısı olmayan zorla birbirinden koparılmış kardeşlerin trajedileriyle sömürge Kuzey Kürdistan’ın her karışına evlatlarının kanını vermiş özgürlük sevdalısı yurtsever Kürt anaları aynı acıları duyarlar. Ama insanların yüzde 25’i açlık sınırı altında yaşayan bu ülkede, beyni Tayyipleşmiş bir ana, çocuğunun gayri meşru yollarla elde edilmiş milyonlarca dolarını saklamaya çalışırken, çocuğunu beslemek için çöp toplamak zorunda kalan Suriyeli anayla empati kuramaz.
Halklar üzerinde katliamlarla sürdürülen bu sömürücü-sömürgeci sistemde, polisin her tür şiddetine rağmen 800 haftaya yaklaşan bir süredir kayıp çocuklarını arayan Cumartesi Anneleri ile egemen ulustan devletçi-milliyetçi bir annenin dayanışması mümkün değildir.
Irkçı-milliyetçi Tayyip’in, “daha da büyüyecekler ve inşallah şehitlik mertebesine ulaşacaklar” diyerek takdis ettiği çocukları için endişe duymayan Müslüman bir ananın, çocukları şehitliğe götürecek savaşlara yaklaşımı aynı olabilir mi? Böyle bir ananın devletin sömürge topraklarına buğday yerine ektiği mayınlarla bedeni parça parça olan Ceylan, ya da 12 yaşındayken ayağında terliklerle vücudunda 13 kurşunla katledilen Uğur ya da ekmek almaya giderken öldürülen Berkin için üzüntü duyabilmesi mümkün mü?
Güldürmeyin insanlığı üstünüze! “Anaların gözyaşları aynıdır” sözünün sadece gözyaşının maddesiyle ilgili bir söz olduğunu; ama o gözyaşlarını döktüren duygu ve düşünce sistemlerinin birbirinden çok farklı hatta birbirine zıt yönde olabileceğini hepimiz biliyoruz. Ötekilerin çocuklarının katli karşısında ağlamayan ananın kendi çocuğu için döktüğü gözyaşı kirlidir, çünkü kanlıdır. Bu sömürücü-sömürgeci devlet-toplum modeli içerisinde kaybedenin üzüntüsünün de, kazananın mutluluğunun da nedeni ortaktır: İktidar karşısındaki konumlanış.
O halde, bir sınıfın, bir ulusun ya da bir cinsin başka sınıf, ulus ya da cins üzerindeki egemenlik-bağımlılık sistemini reddetmeden insanlığı bütünleştirmenin olanağı yoktur. Ve bu görev ancak komünizm ile gerçekleştirilebilir.
Devrimci zor olmadan sosyalist hümanizma gerçekleştirilemez.
Emperyalist-kapitalizmin ulusal ölçüleri çoktan kaldırarak uluslararasılaştığı, tekelci sermayenin yoğunluğunun rekabeti bütünüyle ortadan kaldıran düzeye tırmandığı, ve sermayede bu gelişmenin siyasette yansıması olarak küreselleşTİRme ihtiyacını doğurduğu günümüz dünyasında, ulus toplum ve ulusal devlet kurgusunun çökmekte olduğu bilinen bir gerçektir.
Bu çöküş, yoksul halkları ve toplumsal birlikleri korumak amaçlı yeni kimlik arayışlarını da geliştirmiş, yaygınlaştırmıştır. Cinsiyet kimlikleri, etnik kimlikler, inanç kimlikleri ve ülkelerin birbiri karşısındaki konumlanışlarını ifade eden statü tanımları ve bu tanımlar arası çatışmaların artması, devrimci barutunu çoktan yitirmiş olan burjuvazinin hümanizm iddiasının bütünüyle çöküşünün somut ifadesidir.
Hele de Türkiye gibi bir ülkede geleneksel hümanizmaya sığınmak, dinlerin yaptığı cennet vaadi kadar gerçek dışıdır. Hümanizm kavramı, sınıflı toplumların ürettiği toplumsal çatışmaları, egemen sistem çıkarları doğrultusunda evcilleştirmeye yönelik sahte barış arayışlarında kullanılan bir hileden başka bir şey değildir.
Bu toplumlarda insanlar birbiriyle eşit haklara sahip olarak doğmamaktadır. Sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Türk-İslam (Sünni) kimliği, erkek egemen sistem olarak kadınlar ve farklı cinsel tercihlere yönelik cinsel saldırıyı, katletmeyi, yaşam tercihlerine müdahale etmeyi meşrulaştıran yaklaşımında; sermayenin egemenliği olarak işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde her yıl binlerce işçinin ‘iş kazası’ adı verilen işçi cinayetlerine de yol açan azgın sömürü uygulamasında; egemen ulus kimlik olarak Kürt, Rum-Pontus, Asuri-Keldani-Arami, Ermeni ve Türk olmayan diğer kimlikler üzerinde inkar, imha yöntemlerine de sıkça başvurabildiği şiddetinde; egemen din olarak Sünni-İslam olmayan Alevi, Ezidi, Hıristiyan, Süryani ve diğer inanç grupları ve ateistler üzerinde zaman zaman katliamlara da başvurabilen yoğun baskıda; ve sömürgeci olarak işgal altında tuttuğu Kuzey Kürdistan ve Kıbrıs üzerinde her yıl binlerce insanın kanıyla korunmaya çalışılan sömürge statüsünü devam ettirme inadında açığa çıkan tek gerçek, hümanizma üzerine yapılan bütün konuşmaların (bireyleri, niyetlerinden vareste tutsak bile) korkunç bir yalan olduğu gerçeğini sergilemektedir.
Bu hilenin devlet tarafından bilinçli olarak kurgulanarak medya kanallarıyla yapılması ise, açıkça bütün bu zulme ve sömürüye ortak olmak anlamına gelir.
Altusser’in Marx’ı yorumlayarak vardığı yeni insan teorisi, yeni tür bir politik eylemi zorunlu kılar: “Pratik bir yeniden sahiplenme politikası”. Böylece devletin kitleleri yönlendirme gücü yok edilerek tersine döndürülebilir. “Politika artık basit teorik eleştiri, özgür basın yoluyla aklın inşası değil, insanın kendi özünü pratik olarak yeniden sahiplenmesidir… Bundan böyle, bu pratik devrim, felsefenin ve proletaryanın ortak eseri olacaktır, çünkü felsefenin içinde insan teorik olarak onaylanır; proletaryanın içinde, pratik olarak yadsınır.”
Ve bu doğrultuda bir geleceğin inşası elbette egemenlerin gönüllü rızalarına dayanarak gerçekleşmeyecektir. Günümüz dünyasında insanın insana yönelik her türlü sömürüsünü ve egemenliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen sosyalist hümanizma, bu düşüncenin hayat bulabileceği ve insanın parçalanmışlığına dayanan sistemi nihai olarak ortadan kaldıracak koşulları yaratmak için devrimci zoru kullanmak zorunda kalacaktır.
O halde, sosyalist hümanizmanın söylemi, Türk egemen sınıflarına karşı proletarya ve emekçilerin sınıf savaşını; sömürgeciliğe karşı sömürge halkların özgürlük mücadelesini; kadın kimliğinin erkek kimliğiyle bütün alanlarda eşitlenmesi mücadelesini; doğanın ekolojik dengesinin bütün alanlarda korunmasını; ve birey olarak insanın oluşturduğu ‘devlet’ karşısında, varlığı hiçbir şey ifade etmeyen kendine yabancılaştırılmış bireyin yeniden ‘insan’ olabilmek için her türden mücadele araçlarını kullanarak ‘devrimci zorun kullanımını’ önermek, örgütlemek ve uygulamaya yönelik olmalıdır. Çünkü böylesi bir toplumsal mücadele her türden araç ve olanak kullanılarak örgütlenemediği takdirde, iyiniyetli olduğu varsayılan “demokrat” kesimlerin kazanımları gibi bir niyetle sürdürülen ‘hepimiz’ bütünlemesi, alçakça bir yalan olur.
Sonuç olarak: Türkiye’de oligarşinin sürdürdüğü kapitalizme, sömürgeciliğe ve erkek egemen sisteme karşı açık tavır almadan; yani, anti-kapitalist, anti-sömürgeci (anti-şovenist) ve anti-cinsiyetçi olmadan; her türlü ayrımcılığı reddetmeden hümanist olmak asla mümkün değildir.
