Umut Yazıları

TÜRKİYE ÜZERİNE YAZMAK – XWE Metin AYÇİÇEK

Aile boyu yaşanan değişik tür hastalıkların tadını hâlâ damağımda hissetmeme rağmen nihayet bağırabilecek hale gelince, “Tayyip fazla sevinmesin” düşüncesiyle ve sesimin çıkabildiği kadarıyla bağırmak için yazıyorum. Kürt yoldaşlarımın sıkça söyledikleri gibi: “Yaşamak direnmektir” diyerek selamlamak istiyorum herkesi. İki katkı ile mesajımı baştan vereyim: “Rüzgâr eken fırtına biçer. Çıkmayan canda umut vardır.”  Ve Tayyip’in benden de tek tek her birinizden de korktuğunu kesinlikle biliyorum.

«««

Türkiye’de yaşanmakta olan sorunların çözümlerine yönelik yeni öneriler getirebilen ön açıcı yazılar yazmak, her gün bir önceki güne kıyasla daha da zorlaşmaktadır artık. Gazete yazarları ya da aklı başında politik analistler için “ ‘devlet’ kavramının kapsamında yer alan dış ve iç politikada istikrarlı tavır zorunluluğu” bütünüyle ortadan kalkmış; devlet, aklı başında olmayan bir çiftlik ağasının güncel ruh haline göre kendi biçimini de şekilleyen, yani günü birlik hatta an be an değişen kararlara göre varlığını sürdürmeye çalışan, niteliksiz istikrarsız yeteneksiz bir yapıya dönüştürülmüştür. Tayyip ile sürdürülen devletler arası siyaset ilişkisi, çok bilinen fıkrada anlatıldığı gibi Ağa ile marabasının traktör ile yaptıkları çok kısa bir yolculukta, üzerine hiç düşünmeden, anlık çıkarlar için aldıkları kararlar sonucu birbirinin dışkısını yedikleri o bilinen fıkradaki hali birebir yansıtmaktadır. Ama fıkradan farklı yanı, günün öyküsünün gerçeğimizi yansıtmasıdır.

Devletin değiştirilmiş olan yönetim biçimi sınıfsal özü itibarıyla bildik tanımlar içerisinde kalsa da, uygulamaya sokulan biçimi, tam da bu devletin lideri Tayyip’in bir sanat eserini çöpe atarken kullanarak siyasete soktuğu terimi yansıtmaktadır: “Ucube!”

Elbetteki egemen sınıfın iktidar aracı olan sömürgeci-sömürücü bu devletin böylesi bir seviyeye düşmesi, nihai hedefi işçi sınıfı iktidarını kurmak ve giderek devletin sönüşünü gerçekleştirmek olan biz komünistleri sevindiren, umutlandıran bir durum olmalıdır. Ama ne yazık ki sınıflı toplumun çelişki ve çatışmalarını derin olarak yaşayan toplumumuzda böylesi bir amacı gerçekleştirebilmenin yolunu açabilecek fırsatlar yakalandığı an kullanılabilecek örgütlü bir güç oluşturulamadığı için, tarihsel olarak çoktan bitmiş, ömrünü tüketmiş olan sömürü devleti, zayıflığını saklamak için zulmünü artırarak ömrünü uzatmayı bugün de başarabilmektedir.

Korkum odur ki, Marksist bilgi derinliğimizi artırmak ve yaşamı kavramamızı, toplumsal hareketi bütün dinamikleriyle anlamamızı sağlayacak olan diyalektik ve tarihsel materyalist felsefeyi özümsemek konusunda haylice gerilere düştüğümüz içindir ki, çoğunu sadece ezbere bildiğimiz bazı olguları biçimsel kalıplara sığdıramadığımız zamanlar, olguyu özünden kopararak biçimiyle uğraşmaya uzun zamandır alıştık gibi. Sanırım “devlet” üzerine tartışmalar da işin özü üzerinden değil (kurulacak ittifakları anlatabilmek kaygısıyla) yüzeysel ve biçimle sınırlı olarak bir zaman daha konuşulup unutulacaktır.

Geçmişte Kurtuluş hareketinin Avrupa’daki her türlü eylem birlikleri ya da ittifaklara katılımı için temel ilke olarak belirlediği “Türkiye’deki devlet biçimi”nin adlandırılması sorunu, uzun yıllar Kurtuluş hareketini hem Kürt Özgürlük Hareketi’nin hem de “Faşizme Karşı Cephe” kurma girişimlerinin dışında bırakmıştır. 1980 Askeri darbesi sonrasında eylem birlikleri, güç birlikleri ya da ittifaklara katılımımız için olmazsa olmazımız, bizim dışımızdaki sol gruplardan (sanırım Ala Rızgari hariç) hiçbirinin kullanmadığı “devlet tanımımızın” dayatılması idi. Bir dönem, bu ittifakların dışında kalmamak için, bizim devlet tanımımıza katılmayan bildirilere imza atmamızı engelleyen “ilkeli” tavrımızın yarattığı sorunu, bu türden bildirilerin kabulünde altına “Kurtuluş, bu bildiride adlandırılan devlet tanımına katılmamaktadır” şerhini koyarak ortak davranış olanakları yaratılabildi. Ne var ki bir süre sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü Avrupa Özel Organı’nın bir toplantısında “şerhli katılım” eleştirilip oy çokluğuyla mahkûm edilip tekrar yasaklanınca “devlet biçimi” saptamasının olmazsa olmazlar arasına girmesi 23 Ocak gerçekleştirildi.

«««

Osmanlı’nın son dönemi devlet iktidarının oluşturulmasının temel biçimi olarak 1913’te Bab-ı Ali Baskını’ndan itibaren darbecilik İttihat ve Terakki’nin geleneksel tarzı olarak yerleşti. Bu geleneğin içerisinden doğan Cumhuriyet’in kendisi de darbe niteliğinde gerçekleştirilmişti. Muhaliflere yönelik sertlik Cumhuriyet’in içeriğine ilişkin tartışmaları durdurmuş, Sultan’dan daha yetkili bir güç olarak tek adam (tek lider) egemenliği tesis edilmiştir. Çok kimlikli Anadolu-Mezopotamya topraklarının varlık koşullarına aykırı bir istemle yaratılmaya çalışılan “tek millet” ötekilerin üzerinde sürdürülen katliamlarla gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Saltanat sistemi yerine getirilen Cumhuriyet’in özgürlük kavramından uzak ve demokrasiyi asla tanımayan çehresi sermaye diktatörlüğüne bütünüyle damgasını vurmuştur. Bir dönem doğrudan “Tek Adam”lar kontrolünde, bir dönem sonra “Tek Adam”ların mirasına sahip çıkıp koruyan Askeri Darbeler ile sistem devam ettirilir. Ve Atatürk’ün yazarı Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı kitabında Atatürk’ün emriyle Hitler’in 50. Yaşını kutlamak için gittiği ziyaretinde Hitler ile bir anısını aktarır: “Hitler heyetimizi kabulü sırasında bize, Atatürk’ün iki öğrencisi var: Birincisi Mussolini, ikinci de benim!..“

Aynı Hitler Atatürk’e övgüler yağdırmak konusunda ikizi Mussolini ile adeta yarış halindedir. Övgüsü kurulan Cumhuriyet’in demokratik içeriğinin ne olacağının da müjdecisidir. “Türkiye’de doğmuş ve parlamakta olan yıldız bize izleyeceğimiz yolu gösteriyor. Atatürk öyle büyük bir karakter ki daima çağımızın en büyük adamından daha ileri olacaktır.” (S. Vyryonis, Jr. Aktaran. Yörük, Zafer. Türk Kimliği. Sosyalizmin Sorunları Kitap Dizisi II. Irkçılık ve Milliyetçilik. 1995. s. 61.) Ve tarih, Mustafa Kemal’e böylesi övgüler dizen faşist Hitler’i yanıltmaz. Hitler de İttihatçı soykırımcıların içinden gelen Mustafa Kemal geleneğini sadece demokrasi karşıtlığıyla değil ama aynı zamanda soykırım geleneğiyle de sürdürür. Birinde soykırım mağdurları Ermeniler, Asuri, Keldaniler, Rum Pontus’lar, Süryani, Alevi, Ezidiler ve elbette kadınlardır; ikincisinde Yahudiler, Komünistler, LGBTİ ve diğerleri ve elbette kadınlardır.

«««

1946 sonrası Emperyalistler Arası II. Paylaşım Savaşı (II. Dünya Savaşı)’nın zaferle taçlandırdığı SSCB’nin özellikle 3. Dünya Ülkeleri arasında prestijinin güçlenmesi, Çin’de, Küba’da ve Avrupa’da yayılan “Sovyet modeli” devletlerin devletlerarası ilişkilenmedeki tek kutuplu denge oluşumunu kökten değiştirerek çok kutuplu yeni bir denge statükosunun biçimlenmesi, dünyada faşizme karşı demokrasi ve özgürlükten yana bir rüzgârın esmesi, Türkiye’de de demokrasi istemlerini yükseltmeye başladı. 1950 sonrası yaşanan süreçte, Asya’yı Avrupa ile birleştiren Türkiye’yi de Kore savaşına katarak bedel ödeterek NATO saflarına katıp, emperyalizmin sınır karakollarından biri haline soktu. Böylece, eski Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın sözüyle aktaracak olursak “donuna kadar Amerika’ya bağımlı”,  kapitalist-emperyalist Coğrafyanın Asya’ya açılan, NATO’ya bağlı bir Batı Karakolu konumuna taşıdı.

1960 sonrası Afrika ve Asya halkları içinden özgürlükçü hareketlerin çığ gibi büyümesi, Küba’da Batista diktatörlüğüne yönelik başlatılan devrimin zaferiyle taçlanan, Asya ve Afrika’da Vietnam, Angola, Mozambik, Gine-Bossa gibi sömürge ülkelerde sömürgecilere karşı başlatılan mücadelelerin hızla yaygınlaşması emperyalist-kapitalist ülkeler içerisinde varlıklarını koruyabilme yeteneklerine yönelik büyük bir kaygı ve geleceklerini görememek gibi bir korku yarattı. Dünya ölçekli yeni düzenleme diktatoryal Batı ülkelerinde bazı demokratik açılımlarla yaşanabilir bir seviyeye yükseltilirken (Karanfil Devrimi vb.), öte yandan yeni sistem arayışlarını kontrol altına alacak ve sınıf çatışmalarını ortadan kaldıracak adımları da atmaktan geri kalmadılar.

Ne var ki demokrasisiz cumhuriyetin sömürgeci-kapitalist biçimlenişinin, Tayyip’in tanımladığı “bir şirket gibi yönetim” formülünden de farklı bir biçimlenişe dönüşmüştür. Açıktır ki bu yeni model ne 92 dönemi “çete devlet” modeline ne de 2000 başlarındaki Tayyip modeline benzemektedir. Egemen sınıflar içinde iktidar çatışması uç noktalara kadar tırmanırken, Tayyip’le birlikte saltanat olmuş güç odakları Tayyip ve birinci dereceden şürekasının birlikte sürdürdükleri ve artık TV kameralarına bile düşecek kadar açıktan gerçekleştirilen sınırsız soygundaki paylarının azalması üzerine gözlerini karartarak devletin kolluk güçlerini mafya türü kullanarak yeni soygun sistemleri geliştirmişlerdir. Talan öylesine açıktan ve öylesine yaygın sürmektedir ki, bu süreci durduramayacaklarının farkında olan talancılar da bunu fark ederek egemenliklerini sürdürebilmek için yeni arayışlar içerisine girmek zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler’in son “İnsani Gelişme Raporu” yaklaşan fırtınanın altını çiziyor: “Dünyanın her yerinde yoksulluğa, açlığa, haksızlıklara ve baskılara karşı ortaya çıkan protestolar; içinde yaşadığımız toplumda en iyimser söylemle bazı şeylerin kötü gittiğini ortaya koyuyor. Bunun nedeni toplumsal refahtan sadece küçük bir azınlık dışında kimsenin yeterince pay alamaması.”

Mevcut devlet çetesinin izni dışında herhangi bir grubun iktidar gücü elde etmesini engellemeye yönelik değişik önlemler alınmıştır. Sermaye gruplarından sorun olabilecek muhalif güçler devlet gücü kullanılarak değişik yöntemlerle tırpanlanmıştır. Mevcut uygulama içerisinde bürokrasinin iktidar gücü dışında başka bir güçle yakın durabilmesi mümkün değildir. Valiler, seçilmiş belediyeler üzerinde sürekli tutulan kayyum sistemi, yıllardır sürdürülen olağanüstü hâl uygulamaları da yetmemeye başlamıştır artık. Talan kaynakları daraldıkça rant fareleri her zamankinden daha fazla devlet hazinesine yönelerek soygunun boyutlarını derinleştirmiştir. Birbiriyle olan dayanışma ise birbirinin ipini çektirecek sırların paylaşılmasını zorunlu kılmıştır ki artık devletin bir “organize suç örgütü” olduğunu söylemek bile gerçeğin bir kısmını aktarmaktan başka bir anlama sahip olamaz.

Bu organize suç örgütünün yoksul kitleler üzerinde gerçekleştirdiği sınır tanımayan zulmün yaratacağı tepkilerin olağan devlet uygulamaları ile bastırılabilmesi artık mümkün değildir. Ve bu nedenle AKP’nin baştan tanımladığı ilkesel İslami duruş da kökten ortadan kaldırılmış, devlet emperyalizme uşaklık konusunda gelmiş geçmiş bütün politik iktidarlardan daha teslimiyetçi bir rolü benimsemiş ve bağımlılık konusunda kendini çok odaklı bir bağımlılığın kollarına atmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, artık kendi ülkesinde en az yüzde seksenlere ulaşmış olan yoksul işçi ve emekçileri baş düşman ilan ederek açlıkla terbiye etmeye yönelmiştir. Sadece işçi sınıfını değil ama onunla birlikte, ancak örgütlü işçi sınıfının önderliği altında devlete karşı amansız bir savaşa girme cesareti gösterebilen sınıf dışı dinamiklere yönelik baskılarını da yaşadığı korku düzeyinde artırmıştır. Bu devlet, sadece kendi halkına karşı uygulamalarında değil, bu coğrafyada işgal edilmiş topraklarda tuttuğu halklar nezdinde de, komşu ülke halkları ile ilişkilerinde de, hatta çağımız hukukunun tanımları içerisinden de terör devleti haline gelmiştir. Örneğin sadece polis, jandarma, asker ve özel güvenlik birimleri ile değil ama Hitler’in SA’ları modeli içerisinden örgütlenmiş SADAT sivil milis çeteleri ya da Sedat Peker gibi uyuşturucu bağımlısı halk düşmanı mafya bozuntularının da içinde olduğu silahlı bir güç oluşturulmuştur.

Yetmedi. Yakın tarihte İstanbul’da yapılan, Şehir ve Güvenlik Sempozyumu’nda çetebaşı Tayyip şunları söyledi. “Artık şehirlerimizin güvenliğini sadece kolluk kuvvetleri ile sağlayamayacağımız bir dönemdeyiz. Yeni fikirler geliştirmek gerekiyor.”

Suç ortağı olan İçişleri bakını Soysuz’un görevini devam ettirebiliyor olması bile bu programın nasıl bir dehşeti doğuracağının habercisidir.

Birlikte yola çıktığı bütün politik ortaklarını programlı bir sürece bağlı olarak tasfiye eden Tayyip ve hırsız çetesinin yarattığı kapitalizm, kendini talan ve ranta bağlamış ve devlet gücünü bir grubun elinde tuttuğu bir ekonomik-politik sistem haline gelmiştir ki bu farklı sermaye gruplarına sahip olan sıradan bir kapitalizmin kabul edebileceği bir düzenleme olamaz. Kurulan bu Çete Sistemi kapitalizm, çete Reis’inin vereceği bir karar ile Çete sermayesinin dışındaki sermaye gruplarının bir gecede yoksullaşmasını da zenginleşmesini de sağlayabilir bir sisteme dönüştürülmüştür. Mevcut iktidar güçlerinin tek lideri olan Tayyip’ten fetva almadan herhangi bir sermaye grubunun sermayesini koruyabilmesi olanağı kalmamıştır.

Bunları biz biliyoruz da Tayyip ve onun devlet adını verdiği tacizci, tecavüzcü, hırsız ve mafyatik hastaları da içeren çetesi bilmiyor mu? Biliyor elbette. Ve bundan dolayı gelecekten çok korkuyorlar. Bu korku onların zulmünün temel kaynağıdır ama yok oluş sürecini hazırlayan da hızlandıran da yine bu korkudur.

«««

Yeni bir şey değil elbette, bilinen ve sürekli yeniden gerçekleşen değişmez gündeme gelebilmek için değiştiremediklerimizi yeniden dillendirdim. Olanı anlattım, hastalık zaten belli. Üstelik eskiden fısıltıyla söylenebiliyordu hastalığın adı, şimdi açıktan açığa söylenebilmektedir. Geleceğe hiçbir zaman karamsar bakmadım ama her türlü olanakla donatılmış her türden mücadele yöntemlerini sürdürebilecek güçlü bir direniş gücü oluşturulamadığı takdirde, varlıklarının anlamına kendileri bile inanmayan örgütlerimiz sistemin aksesuarı olmaktan öteye bir anlam ifade etmeyecektir. Elbette zayıfız, örgütsüzüz, donatımlarımız yeterli değil ve her şeyden öteye, savunduğumuz ideolojik-teorik görüşlerimizi sıradan tartışmalarda kullanılabilir sıradan çerezler anlamsızlığına mahkûm ederek anlamlarını, önemlerini iyice kaybettirdik. Yeni şeyler üretmek şöyle dursun, eskiden üretilmiş olanları da hoyratça ve bonkörce harcayarak tükettik. Google’dan eğitimimizi sürdürerek bilginin bütünlüğünden kopup sistemin bankacı bilgilenme tuzağı içerisine çekilmeyi daha rahat bulduk. “Değerler” yerine, “devrim” sözcüğünü başına ekleyerek süslediğimiz “çıkarlar” ön plana alınınca Marksist yerine pragmatist-Makyavelist oluverdiğimizi bile fark edemedik. Uzun süreçli öğrenme çabalarını, zor direnişleri terk ederek çoğumuzun sol memesinin üstündeki cevahiri delik deşik etti sistemin okları.

Sosyalist sol sanırım tarihinin en büyük ve en derin bunalımını yaşamaktadır. Yenilgiden öte bir şeyler yaşanmaktadır. Pragmatizmin batağına düşün solumuz sağımıza iyice teslim olmuştur. “Sol” sözcüğü bütünüyle sosyalizm sözcüğü yerine kullanılarak sulandırılmış ve böylece tanımın özü ve içerdiği sistem karşıtı bütün dinamizmi kaybettirilmiştir.

Yani sözün özü şudur ki, titreyip kendimize gelmeliyiz yeniden. Yeniden okumalıyız, kısa uzun demeden. Yeniden dövüşmeliyiz, kazanmayı nihai hedef olarak ilan edip başından, ve zafere mutlaka ulaşacağımıza inanarak. Yeniden büyümeliyiz kitleler içinde yaşayarak, kitleler içinde öğrenerek ve kitlelere öğreterek. Yeniden savaşmalıyız sistemin kumdan zabitlerine karşı her türlü araçla donanarak. Yeniden üretmeliyiz edebiyatımızı, bilimi, sanatımızı ve bilcümle organa hitap ederek kendimizi. Yeniden umut olmalıyız faşizme, emperyalizme, şovenizme karşı çıkarak. Ve ayrıştırmalıyız kendimizi sağlaşan milliyetçi sol’dan, Kemalist sosyalistten, inanç sistemleriyle sarmaş dolaş olan mistik devrimciden, sistem reklamı olarak yaşatılan sistem içi komünistten. Manifestomuzu yeniden alarak elimize, ve katarak beyin hücrelerimize her satırını barikatlarımıza koşalım yeniden.

Nekahet dönemi bitti hastalığın. Yeniden baharı müjdelemeli sesimiz.

Paylaşın