Umut Yazıları

Buradan Geri Dönüş Yok! – İsmail Güldere

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir video yayınlandı. Görüntülerde bir polis, Yunanistan sınırına zorla getirdiği mültecileri otobüsten indirmeye çalışıyor. Önce bağırıyor, sonra dövüyor, hızını alamayıp silahının namlusuna mermiyi vererek ölüm tehdidi ile otobüsten indirdiği mültecilere sesleniyor. “Buradan geri dönüş yok!”

Bu yaşanan olayın vicdanlarda yarattığı öfke halini bir kenara bırakırsak, ortada başka bir doğru var ki o da artık kimse için mevcut andan bir daha geri dönüşün olmadığı, olamayacağıdır.

Hatırlayalım, Erdoğan – Davutoğlu kumpanyasının stratejik derinlik olarak geliştirdiği komşularla sıfır sorun sloganı Ortadoğu politikalarında sıfırın altında kaldı. Bizzat iktidar gücünün tercihi ile tüm komşularla düşmanlaşma siyaseti, iç siyasetin bekası adına yükseltildi. Bölgede neredeyse iktidarın tek dostu sarayın çıkarları adına savaşmaya hazır paralı cihadist çeteler kaldı. Devletlerle yaşanan sorunlar karşısında, Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarını cihadist çetelerle kurduğu ilişkiler şekillendirdi. Erdoğan’ın doğrudan talimat verdiği bu çete örgütleri ile ilişkilenme öyle bir noktaya geldi ki “Milli Ordu” gibi süsleme kavramlar ve Suriye Suriyelilerindir propagandasıyla, Suriye rejimine ait topraklar üzerinde dahi hak iddia etme hadsizliği ile kronik işgalci söylemle meşruluk yarattığına inandı. İdlib şehri TC’nin vatan savunması yaptığı yer oldu. Ancak evdeki hesap Ortadoğu pazarında yine tutmadı ve İdlib’te yüzlerce cihadist çetenin yanında, onlarca TSK askerinin de ölmesiyle “savaşta mıyız, İdlib’de ne işimiz var” tartışmaları yüksek sesle yürütülmeye başlandı. Sistem güçleri tarafından da askeri başarısızlık olarak değerlendirilen İdlib işgal stratejisi Erdoğan tarafından soluğu hızla Rusya’ da almasına vesile oldu. “Omuz üstünde baş bırakmayan” hamaset nutukları, “Suriye Arap Cumhuriyeti” tanımlanması ile mevcut durumun olduğu gibi kabulüne imza atmaya razı etti. Belli ki iç siyasetin bekası an itibarı ile bunu gerekli kılmıştı. Söz konusu bölgenin gerçekliği, protokol durumuna uzun süre devam edemeyecek gerilim ve çatışma hatları üzerine kurulu. Söz konusu mutabakat Erdoğan için bir başarısızlık vesikasıdır ancak belli ki zaman kazanmaya ve iç siyasette kendi tahkimatını yeniden planlama adına bir ihtiyaç olarak buna zorunlu kalmıştır.

5 Mart’ ta gerçekleşen protokol, Astana ve Soçi görüşmelerinin biçim verdiği İdlib’deki yol haritasıyla yer alan noktaların, gözlem kulelerinin statüsünü boşa düşürmüştür. Oysa Moskova öncesi Erdoğan’ın kırmızı çizgisi rejimin gözlem noktalarının dışına çekilmesiydi. Suriye’nin toprak bütünlüğü ve Putin’in teröristlerin yok edilmesi noktasındaki BM destekli kesin vurgulu konuşması, Türkiye’nin sadece kendisi açısından süreci uzattığı bir anlaşma olduğunu göstermektedir. Gelişen bu süreçte Erdoğan rejiminin hem cihadist terör gruplarıyla geliştirdiği ilişki hem de emperyalistler arasındaki çelişkiden faydalanma taktiği sona dayanmış, sürdürülemez bir boyuta ulaştığı görülmüştür.

Afrin, Serekaniye, Tel Abyad işgal operasyonları ile bir başarı politikası olarak servis edilen Rojava ve Suriye macerası bu sefer İdlib’ de güç dengelerinin, ittifakların uyuşmadığı bir noktada kilitlenerek Erdoğan rejimini zora sokmuş oldu. Ancak gelinen aşama ve iktidarın girdiği yol açısından düşünüldüğünde Erdoğan’ın başta İdlib olmak üzere işgal ettiği topraklarda tası tarağı bir gecede toparlayıp vazgeçmeyeceği görülmelidir. Bunun gerçekleşmesinin kalıcı yolu iç siyasette faşist rejimin geriletilmesine bağlıdır aksi durumda emperyalistlerin çelişkileri ve krizleri üzerinden geliştirilen politikalara devam etmek, yeni boşluklar bulmak faşist Erdoğan rejiminin sürdürülebilirliği için tek seçenektir. Çünkü iç siyasetteki gelişmeler itibariyle iktidar açısından sürdürülemez olma koşulları daha da hızlanacaktır.

İdlib gündemi başlamadan hemen önce Abdullah Gül’ün açıklamaları, Babacan’ın partisinin kuruluş tarihini güncellemesi, ekonomik krizin intiharlarla dışa vurumu, darbe söylentileri… Erdoğan rejiminin kâbusu olmaya yetiyor da artıyor. Bunun üzerini örtecek hali hazırda yegane perdeyi “fetihcilikte” ve dış siyaset krizinde görüyor. Ancak bu yolla muhalefeti arkasına yedekliyor. Dış düşman olgusu ile kendini var ediyor. Bunun yetmediği yerde tüm düzenin muhalefet partilerinin kesişim kümesi olan Kürt halkına yönelik saldırılar her an uygulamaya konan bir çare olarak sürdürülüyor.

Şimdi Erdoğan rejimi için savaş siyasetinden geri dönüş söz konusu değildir, düzeyi ve yönü değişebilir ancak savaş vazgeçilmezdir. Ok yaydan bir kere çıkmıştır. Bu konsept içerisinde faşist rejim karşıtlarının sadece “Savaşa Hayır” demesi, naif bir hümanizmle muhalefet etmesi bu süreci durduramaz. Savaş iktidarını savaşmadan durduracağını düşünenler yanıldıklarını “savaşa hayır” sözünün dahi bir gecede yasaklandığını görerek tecrübe etmişlerdir. Yasaklanan şey aslında “barış” talebi değildir. Yasaklanmaya çalışılan iktidara karşı mücadele edilmesini engellemektir, sokağa çıkılmasını durdurmaktır. Bu savaş, ona karşı savaşmadan, faşizmi yıkmadan bitmeyecektir. Bu savaş kaçınılmazdır, polisin mültecilere seslendiği gibi buradan geri dönüş yoktur. Ancak aradaki fark ; sadece mülteciler için değil bunu söyleyen polis de dahil olmak üzere herkes için geçerlidir. Yarın o iktidara sırtını yaslayarak zulüm eden polis de, Erdoğan rejimi de geri dönüşü olmayan bir yolda oldukları acı gerçeğini, ezilen halkların karşısında adalet terazisine çekildikleri an anlayacaklardır.

Paylaşın