Batman, Gotham City’yi “suçtan” arındırmaya çalışıyordu – artı değer sömürüsünden, yani hakiki soygundan ibaret servetine bakmadan… Bane ise hapishanelerin kapısını açarken “bizim ordumuz hazır” diye mırıldanıyor ve kurduğu halk mahkemesinde şehrin zenginlerini ve diğer egemenlerini mahkum ederken, tüm veballeri de onların boynuna yüklüyordu-haklı olarak! Elbette Hollywood’un ideolojik dalavereleri neticesinde Bane’in akla gelebilecek tüm istenmeyen/negatif özelliklerle donatılmasına şaşırmamak gerekiyor. Şaşılası olan, hem Batman’ci hem ezilenci olunamayacağını yakalayamamak olurdu herhalde…
Gotham’da suç işleyenler kimlerdir? Ekseriyetle ezilenlerdir tabii ki. Zira Murat Menteş’in kurduğu pürüzsüz diyalektik der ki: “Hayatı bir ceza şeklinde yaşayanlar, her fırsatta suç işleyerek durumu dengelemeye çalışırlar.” Devamla, suç denen şeyin bir boyutu, ezilenin kendisine biçilen kadere razı gelmemesinden neşet etmez mi? Yoksul mahallenin hırsızı, ömür denen şey boyunca “çalışmasından”, yani kıymeti kendinden menkul kimi mercilere itaat ederek emeğini sömürtmesinden müteşekkil kaderine, o veya bu çeşit bir yolla (ki bu yolların çoğu, mücadelenin ilke ve ihtiyaçları ile çelişki halindedir) kazan kaldırmıyor mu? “Sağduyu” onu nereye davet etmekte? “Elin kolun tutuyor, git çalışsana!” Diyalektik meali: “ben sömürülmeye boyun eğmişim, sana ne oluyor!” Suphi Nejat “komünizm… kurulu değil yıkıntıdan çıkabilecek olandır” derken, “komünizm, gazetelerin üçüncü sayfalarında sergilenen düzenin yapısal iç savaşında aranmalıdır” derken, işte hep bu ezilenci, Bane’ci, Batman düşmanı perspektife atıf yapmıyor muydu?
Karaburun’da Börklüce Mustafa’ya, Ortaklar Köyüne omuz veren, dünün yol kesen kervan basan asker kaçakları… Lale devri çocuklarınca serseri, berduş addedilen Patrona Halil’in hamamcı karındaşları… Mao’nun uzun yürüyüşündeki yol arkadaşlarından tutalım da, İspanya iç savaşında faşist Franco güçlerine gerilla taarruzları yapan çetelere, eşkıyalara kadar, hemen her dönem düzenin “suçluları” kavganın parçası kılınabilmişlerdir. Elbette burada dolaysız, hokus-pokus vari bir kapsamaya gönderme yapmıyoruz. Örgütlenmenin tunçtan yasaları parantezine alınmış bir süreçten, bu sürecin sınıfsal normalliğinden ve muhtemelliğinden dem vuruyoruz: mücadelenin ilke ve ihtiyaçlarıyla -mutlak değil anlık, dönemsel- tezatlık ile düzenin sağduyusunda karşı başkaldırı, bu iki zıt kutup arasındaki gerilim, bu gerilimin öncü vasıtasıyla dönüştürülecek mücadeleye kanalize edilmesi ve en kritiği, buradaki “yatkınlık” trendi. Haylaz, yaramaz, tembel olarak sınıflandırılan liselilerin Dev-Lis’lileşmesini, dil çıkartan Einstein stickerıyla hafızalara kazınan “hepimiz tembeliz!” kampanyasını da belki bu pencereden değerlendirebilir, okuyabiliriz.
Uygarlık hayranı, aydınlanmacı-ilerlemeci genetik tortularımızın etkisiyle düzenin makul ve makbul formlarına teşneleşiyoruz. Vergisini ödeyen, trafik kurallarına uyan standart vatandaşa, düzenin öngördüğü yaşam basamaklarını itinayla takip eden tertipli işçiye, masumiyetini mazbutluğuna borçlu yıldızlı pekiyi kokan gence kan çekiyorsa, devrimin menzilinden uzaklaşılıyor demektir.
Şu koronalı günlerde, filancanın ilan ettiği kuralları, falancanın yürürlüğe koyduğu yasakları takmayan, patronların sevdiği deyişle “esnek yaklaşan” ya da büsbütün çiğneyen ezilenlere karşı Batman’leşildiği bir vaka gibi. An’a takılıp ezileni horlayan, aşağılayan ti’ye alan popülist hezeyanlara göz kırpmaktansa, kesintisiz ve kayıtsızca düzen sorgulanmalı, sorgulatılmalıdır: her radikal ve diyalektik tahkikatın nihayetinde hem hayli sabıkalı hem de devamlı suçlu ve sorumlu olduğu açığa çıkmaya mahkum olan “düzen”…