Ben kendimi bu hareketin bir kızı olarak görüyorum. Bu odada o kadar çok kadın, o kadar çok devrimci kadın beni ve benim kuşağımı kolektif olarak yetiştirdi ki, burada olmak gerçekten büyük bir onur. Destan Kadın Meclisi’ne ve gönüllü çevirmen ekibine özel teşekkürler.
Konuşmama mücadelede hayatını kaybeden kadınları anarak başlamak istiyorum ve özellikle geçen ay soğukkanlılıkla katledilen arkadaşımız Nagihan Akarsel’e saygılarımı sunuyorum.
Ne zaman böyle etkinliklerde bir araya gelsek onların varlıklarını hissediyoruz ve mücadelelerine saygılarımızı sunuyoruz.
Ben bölünmeden küresel ölçekte söz etmek istiyorum. Son kez buluştuğumuzdan beri, 2018’deki son konferanstan beri sistem değişikliği talep eden yerel ve uluslarüstü kadın mücadelelerinde yükselişe tanık olduk. Aynı zamanda da dünyanın çeşitli yerlerinde sağcı faşist hareketler kısmen kadınlar, azınlıklar, yoksullar, göçmenler ve adalet arayan toplumsal hareketler üzerinde devlet baskıları nedeniyle güçlendiler. Trump gibi, Erdoğan gibi, Modi ve Bolsonaro gibi kişileri istisna saymamamız, tam tersine faşizmin normalleştirilmesini üreten ve yeniden üreten siyasal iklimi ve küresel koşulları dikkate almamız gerekir. Aslında birçok açıdan yoğunlaşmak istediğim kapitalist patriyarkal sistemin gerçek, çıplak yüzünü temsil ediyorlar, doğadaki bir kusur değiller. Onlar istisna değiller, sistemin hakiki yüzü onlar.
Yani kadın kurtuluş mücadelelerinin yükselişine tanık olurken aynı zamanda liberalizmin eşitlik ve değişimin en güvenli ve uygun seçeneği olarak kadın mücadelesine nasıl dayatıldığını da görüyoruz. Bugün radikal devrimci slogan ve sembollerin gittikçe daha fazla metalaştırıldığını, seri üretildiğini, içlerinin boşaltıldığını ve plastiğe sarılarak bu değerleri yaratırken hayatlarını kaybetmiş insanlara geri satıldığını görüyoruz. Bugün Frontex gibi, CIA gibi, NATO gibi grupların şiddeti bile işe alım reklamlarında mora boyanıyor, pembeye boyanıyor (tarihi ya da bir olayı kadın+lara yönelik olarak olumlu gösterme çabası -çn*) örneğin.
Ne yazık ki bugün sistem dediğimiz şeyin bir kadın yüzü olduğunu, bir LGBT yüzü olduğunu da görüyoruz. Devletlerin ve sermayenin çıkarlarına uygun hareket eden kadın ve kuir başkanlar, bakanlar, CEO’larla birlikte. Son birkaç haftadır birçok harika protesto videoları gördük elbette. Ama ben şunu sormak istiyorum, belki mücadele eden kadınlar imgesinin kendisi yıkıcı değildir. Özellikle de bu imge çalınabilir, çarpıtılabilir, köklerinden koparılıp atılabilir, bağlamından kopartılabilir.
Tabii Kürt kadın savaşçı görüntüsünün ya da “Jin Jiyan Azadi” sloganının sıklıkla Holywood benzeri bir eğlence mecazı misali çarpıtıldığını görmüştük. Kürt kadınlar öncelikle bir NATO üyesi tarafından, ikinci büyük NATO ordusu tarafından kimyasal silahlar da dahil olmak üzere her gün öldürülürken. Kapitalist ve patriyarkal sistemin bu imgeyi kullanmasının nedeni, çünkü bu imge çok güçlü. Yani sistemin, içini boşaltmak amacıyla, çalmak amacıyla, kadınların örgütsel çabalarını pasifize etmek amacıyla bu imgeye ihtiyacı var.
Kadınların bir yandan faşizmin ana hedefleri arasında olduğu, öte yandan tabiri caizse erk sistemlerinin giderek daha da fazla “güzel” yüzü haline geldiği bir dünyada. Ve sağ faşist hareketlerde birçok kadın da görüyoruz, ideolojik uyanıklığın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bugün sormamız gerekiyor:
-Ne tür bir kadın aktivizmi makbul kabul edilir?
- Devletler ülke içinde ya da dışında toplumsal hareketleri hangi yollarla kendi jeopolitik çıkarları için kullanırlar?
- Hangi feminizm biçimleri bir muhalefet perspektifi sunar ve hangileri erk sistemlerini -özellikle devletin- meşrulaştırır?
- Yani esasen ne tür bir kadın direnişine izin verilir, hatta mali destek sunulur? Hangileri yaftalanır ve yasadışı kılınır?
Bence Kürt kadın hareketi bunun için çok iyi bir örnektir.
Önemli bir soru sormak istiyorum. IŞİD nedir? Bugün kadınların tüm fedakârlıklarına rağmen ne derece emin olarak söyleyebiliriz, bu faşist grubun yükselişine yol açan etkenleri ne derece emin olarak biliyoruz ve anlayabiliyoruz? Bugün Almanya’da tek tek IŞİD üyelerine karşı davalar açıldı. Kişilerin bu tür gruplara katılmalarının toplumsal sosyoekonomik nedenlerini ve öteki nedenlerini konuşuyorlar. Ama adalet ve hesap verebilirlikle ilgili apolitik görünen bu yaklaşımlara hükümetler, düşünce kuruluşları, akademik kurumlar cevaz veriyor. Sormamız gereken asıl sorudan kasten kaçınıyorlar. IŞİD ile savaştığını iddia eden bizzat aynı ülkeler, aynı sistemler hangi yollarla onun yükselişine ve yeniden üretilmesine izin verdi aslında? Şimdi Suriye’de esir alınmış binlerce IŞİD üyesi için hiçbir doğru dürüst uluslararası adalet ve hesap verebilirlik çabası yok. Ama bu bir ihmal değil, bu aslında politika. Bence Ortadoğu’dan çok uzakta olsanız bile, Latin Amerika’da olsanız bile, bir kadın olarak IŞİD’i yaratanın ne olduğunu, nedenini bilme hakkınız var. Çünkü doğru soruları ve doğru cevapları bilmediğimiz sürece her yıl yeni bir IŞİD olacak.
Tabii, önümüzdeki haftalarda Katar’da Dünya Kupası kutlanacak. Birçok insan kadın haklarının, LGBT haklarının olmamasından ve bu stadyumları inşa ederken canını kaybeden yüzlerce göçmen işçinin ölümünden söz etti zaten. Bu konular çok önemli. Ama nasıl oluyor da kimse başka ülkelerin yanı sıra Katar’ın en baştan beri Suriye’deki El Nusra gibi radikal islamcı gruplara batı ülkelerinin, hepsinin ötesinde ABD’nin onayıyla kucak açtığıyla ve onları desteklediğiyle ilgili soru sormuyor? Bu bir sır değil, ama nedense birileri bunu kamuoyunun bilmesine gerek olmadığına karar vermiş. Katar’ın Afganistan’daki faşist Taliban rejiminin normalleştirilmesinde en ön safta olduğunu da biliyoruz elbette. Türk Devletinin faşizmini ve özellikle Suriye’deki islamcı gruplarla işbirliğini duymuştuk. Yine de, feministliği kendinden menkul bir dışişleri bakanı olan Alman hükümetinin ilk hamlelerinden biri, özellikle güvenlik konusunda, Almanya’nın Türk Devletiyle stratejik işbirliğini yeniden teyit etmek oldu.
Biz kadınlar olarak İslamcılık ve faşizmle ilgili soruları yerel dinamiklere, kültürel sorunlara atfetmeye meyilliyiz. Ancak büyük resme bakmamız gerekiyor. Katar ve Türkiye gibi ülkeler, ABD ve Avrupa gibi ülkelerin onayı olmaksızın hiçbir şey yapmaz. Türkiye’nin NATO içinde bir haydut devlet olduğu ve NATO’dan atılması gerektiği söyleminden kopmalıyız, tam tersine dilimizi değiştirmeli ve Türkiye NATO’nun gerçek yüzüdür, Türkiye NATO’dur, demeliyiz. Türkiye, NATO içinde bir istisna değildir, NATO’nun kendisidir. Suriye’de Hevrin Halef gibi kadınlara yapılanlar -NATO budur.
Bu çok karanlık, sırlar barındıran bir dünya ve yazık ki birçok feminist hareket, kadın hareketleri bu dünyaya dokunmak istemiyor. Ama aslında bu bilgi üretimini devletlere, hükümetlere, düşünce kuruluşlarına kesinlikle bırakmamamız gerekiyor. Bu yanıtı milyonlarca mülteciye borçluyuz.
Medyada, kısa süreliğine elbette, kadın imgesinin çok görünür olduğuna tanık olduk, ama Türk Devleti Kuzey Suriye’ye askeri operasyonlarla saldırırken sessizlik hâkim oldu. Ve şimdi bunlar “Jin Jiyan Azadi” diye bağırıyor, poster taşıyorlar -Alman Dışişleri Bakanı ve diğerlerinden söz ediyorum- bunlar şimdi slogan atıyorlar, çünkü Batının düşmanı olan İran’da rejim değişikliğini teşvik edebilirler. Türkiye’nin militarist neo-Osmanlı projesine de bizzat destek veriyorlar.
Kadınların mücadelesi de işte böyle bölünüyor. Aynı güçler sözde liberal olmayanlara, otoriterlere saldırabiliyor ve onları kadınlara karşı her tür şiddetten sorumlu tutabiliyor. Ama aynı kişiler Türkiye, Katar ve ötekiler -örneğin Suudi Arabistan- gibi ülkeler aracılığıyla benzer ve aslında daha kötü grupları bilfiil destekliyor.
Son birkaç haftada birçok kişinin Ukrayna’daki savaşa karşı ayağa kalktığını gördük. Kuşkusuz tüm savaşları ve tüm şiddeti mahkûm etmek çok önemlidir, ama dışişleri bakanınızla, hükümetinizin dış politikasıyla aynı safta yer alıp “haydut” devlet olarak görülen rejimlerin savaşlarını kınamak görece kolay. Bu önemli bir şey. Ne var ki NATO ülkelerinin işlediği savaş suçlarını ve vahşetini teşhir etmek neredeyse olanaksız. Bunu yapmak neredeyse olanaksız. Ayrıca Batı ülkelerinin propagandası o kadar güçlü ki, bu ülkelerin birçok yurttaşı hükümetlerinin ne tür grupları desteklediğini bile bilmiyor. Yani medya Batının düşmanı olan ülkelerdeki şiddeti kınayan insanların en küçük protesto eylemlerini haberleştiriyor, ama Batılı devletlerin suç ortaklığını ve savaş suçlarını eleştirenlerin eylemleri her gün gözümüzün önünden tamamen siliniyor.
Bu hafta sonu Kürt ailelerin yanında kalan sizlere sormak istiyorum. Bu ülkede Kürt Özgürlük Hareketine ne kadar suçlu muamelesi yapıldığını biliyor musunuz? Bu konferansı düzenleyen o kadar çok kadın her gün polis tacizi, takip, tecavüz ve sınır dışı edilme tehditlerine maruz kalıyor ki. Birçoğu Avrupa’da Türk istihbaratının ölüm listesinde. Bunlar Avrupa devletlerinin bilgisi dahilinde. Paris’te Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan’ın öldürülmesinden önce tam olarak ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz, ama Fransız devletinin bildiğini biliyoruz.
Avrupa’da Kürt Özgürlük Hareketinin böyle suçlu ilan edilmesi, Kürt Özgürlük Hareketinin -ve bu kadın hareketini de içeriyor- Avrupa’daki en örgütlü, en radikal, en tabandan gelen toplumsal hareket olmasıyla doğrudan bağlantılıdır, sadece Kürt hareketi değildir. Bunu söylemek istememin nedeni, bu hareket birkaç saat içinde birçok ülkede eşzamanlı olarak protestoları seferber edebilir. Ama medya bunları göstermiyor. Ancak onu böyle bir liberal demokratik şiddetin hedefi kılması da bu hareketin gücü nedeniyledir. Alman devleti neo-nazileri koruyor, ama Kürt kadınlarına saldırıyor.
Mücadelelerimizin bölünmüşlüğünü ve aşırı dinci grupların, milliyetçiliğin, sağcı militan grupların yükselişini, bunlara sadece ulusal sınırlar dahilinde kültürel konular olarak bakarsak anlamak mümkün değildir, bu grupların yükselişi, Kürt Özgürlük Hareketi gibi radikal sistem karşıtı hareketlere saldırılar ve onların suçlu ilan edilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bunlar jeopolitik sorunlar ve kadınların kurtuluş mücadelesinin bu karanlığı teşhir etmede çok daha proaktif, ileriye doğru etkin olması gerekiyor, sadece kendi sınırlarımız içindeki kültürel konulara odaklanmamalıyız. Avrupa’daki her bir kadının “Gerçeği öğrenmem gerek. Hükümetim -bilfiil, doğrudan ya da dolaylı olarak- gün be gün IŞİD ve IŞİD benzeri grupların yükselmesine nasıl yardım etti?” sorusunu sorma hakkına sahiptir. Terörle mücadele etmiyorlar. Batılı liberal demokrasiler terörizmi bizzat yaratıyor, özellikle de kadınlar için. Çok, çok dikkatli olmamız gerekir.
Burada bilhassa kendi kuşağıma şunu söylemek istiyorum, bizden önceki öteki kadınların bizim bulunduğumuz yere gelmek için ne kadar uzun süre mücadele ettiğini bazen kavrayamama eğilimi gösteriyoruz. Sosyal medya çağında da görüntüler görüyoruz, herkesin artık feminist olduğu, herkesin hakları desteklediğini düşünüyoruz adeta. Bu hiç doğru değil. Her gün hakların da geri alındığını görüyoruz. Bu yüzden bence kadın mücadelelerini bölen en büyük etkenlerden biri de aslında devletle çok yakın ilişki içinde olan liberal feminizmdir. Bu da küresel bir sınıf sorunudur. Çünkü liberal feminizm seçkin profiller yaratır. Ne zaman bir mücadelenin içinden aniden bir kadın seçilip alınsa ve üzerinde önemle durulsa, her yerde konuşur olsa, bunu gördüğümüz her zaman, burada Sudan’dan, Afganistan’dan ve başka yerlerden örnekler işittik, bunun politikasıyla ilgili dikkatli olmamız gerekir.
Bu anlamda son bir not olarak şöyle düşünüyorum: Bu konferans özerk bir biçimde neleri başarabileceğimizin muhteşem bir örneği. Bu konferans için hiçbir hükümetten, hiçbir zengin adamın vakfından, hiçbir partiden, hiçbir devletten tek bir avro istenmedi. Bunu hafife almamalıyız, çünkü bugün birçok kadın hareketi sistemin parasına bağımlı. Bu yüzden kadın militanlığından söz edebiliriz, devrimden söz edebiliriz. Ama başka yerlerde insanlar hep kendilerini susturmak zorunda.
Bu konferansta ruhlarımızı sisteme satmıyoruz. Özgürüz, çünkü özerkiz. Bence sistemin kendisini reforme etmesine yardım etmek kadın hareketlerinin işi değil. Bizim işimiz devrimcileştirmek, radikalleştirmek ve liberal feminist eğilimlere de patriyarka dünyasından geri gelmelerinde yardım etmek ve tam tersine mücadelelerimizi birleştirmektir.
Son bir nokta olarak şöyle düşünüyorum, devrim diyorum, devrim dediğimizde elbette soyut bir şeyden söz etmiyoruz, ama liberal feminizmden duygusal ve psikolojik olarak kopuşmalıyız. Yeni bir devrim tanımını anlamamız gerekir, patriyarkal ve devlet yönelimli olmayan tanımını. Ama bu kadar sadece belirli bir kesime hitap etmemeliyiz, insanlık halinden daha geniş söz etmemiz gerekir. Bu, farklılıkları yok eden ve tekel kuran ve kâr amacıyla biriktiren Avrupa merkezci evrensellik yaklaşımı değil. Bu, demokratik bir arayış. Yaptığımız şey, gezegenimizin yok olmayla karşı karşıya olduğu bir zamanda küresel kolektif çaba çağrısı. Bu anlamda birlikte savaşmaya, bu ideolojik asimilasyona direnmeye devam etmek ve sistemin sembollerimizle sloganlarımızı çalmasına izin vermemeye devam etmemiz çok önemlidir
-çn*: Çevirmen notu
*Dilar Dirik’in, 5-6 Kasım 2022 tarihleri arasında Berlin’de düzenlenen Berlin Uluslararası Kadın Konferansı’da yaptığı konuşmanın gazetemiz yazarı Şen Şüer’in katkılarıyla çevirisidir
