İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeci yöneticilerinin “İmparatorluğun en değerli mücevheri” olarak nitelediği Hindistan’da sömürgeciliğe karşı ilk büyük ayaklanma 1857 yazında patladı. O dönem New York Daily Tribune gazetesi için dünya politikası değerlendirmeleri yazmakta olan Karl Marx, ayaklanmanın başlamasından kısa bir süre sonra konuyla ilgili ilk yazısında bir gelişmeye özellikle dikkat çekmiş ve şunları yazmıştı:
“ROMA’NIN divide et imperas’sı -böl ve yönet- İngiltere’nin yaklaşık olarak yüz elli yıl boyunca Hindistan İmparatorluğu’nun tasarruf hakkını elinde bulundurmasını sağlayan büyük yasadır. Hindistan olarak adlandırılan coğrafi birliğin biçimsel bütününde çeşitli ırklar, kabileler, kastlar, inançlar ve egemenlikler arasındaki düşmanlıklar, İngiliz üstünlüğünün yaşamsal ilkesi olmayı sürdürmüştür. (…) Bundan önce de Hindistan ordusunda ayaklanmalar olmuştur, ama günümüzdeki ayaklanma, belirgin ve ölümcül özellikleriyle kendini göstermektedir. İlk kez olarak, Hintli asker alayları, Avrupalı subayları öldürmüş; Müslümanlar ve Hindular karşılıklı düşmanlıklarından vazgeçerek, ortak efendilerine karşı birleşmiştir.”
Marks’ın vurguladığı olgu, Hindistan halklarının ayaklanmayla “düşmanlıklarından vazgeçerek ortak efendilerine karşı birleşmesi”, İngiliz sömürgecileri önce ayaklanmayı bastırmak için çok yüksek düzeyli bir şiddet uygulama, sonrasında halkların dinsel ve ulusal farklılıklarını daha da derinleştirerek bir çatışma unsuruna dönüştürme politikalarına hız vermesine yol açtı. Hindistan halklarının farklılıklarını bir çatışma unsuruna dönüştürmek için uygulanan politikalar Londra’da İngiliz hükümetinin Sömürge Ofisi’nde üretildi ve sömürgecilerin Hindistan’daki yerel işbirlikçileri eliyle uygulandı.
Uygulanan bu politikalar Hindistan halklarının sömürgeciliğe karşı mücadelesinin yükselmesini engelleyemedi ancak halklar arasındaki bölünmeye de bir temel oluşturdu. Hindistan halklarının yükselen mücadelesinin engellenemeyeceğini gördüğü andan itibaren, İngiltere’nin temel politikası ülkenin Müslüman halkını bölünme yönünde desteklemek oldu. İngiliz sömürge yönetiminin uzun yıllara dayanan bu politikası sonucunu Hindistan 1947’de bağımsızlığını kazandığında verdi.
Bağımsızlık taraftarı Hintlilerin yaklaşımından dolayı, Hindistan bağımsızlığını kazandığında, İngiltere’nin ülkedeki askeri ve ekonomik ayrıcalıklarını tümüyle kaybedeceği İngiltere’nin Hindistan Genel Valisi Marshall Wawell’in sunduğu kapsamlı raporlarda bildirilmişti. Madem durum böyleydi, o zaman, Winston Churchill’in özgün ifadesiyle, “Hindistan’ın en azından bir parçası muhafaza” edilmeliydi.
İngiliz sömürge yöneticileri çalışmalarını bu doğrultuda yürüttüler; Churchill’in önerdiği model Hindistan’ın, Hindistan, Pakistan ve bir dizi küçük Prensliğe bölünmesiydi. Dönemin Kraliyet Genelkurmayı konuyla ilgili raporunda, “Pakistan bölgenin stratejik olarak en önemli kısmıdır ve bizim bölgedeki ihtiyaçlarımızın karşılanmasından önemli bir role sahip olacaktır” demişti. Genelkurmay raporunda, Pakistan’ın liman ve havaalanlarının İngiliz Ordusu için “çok önemli bir varlık” olacağı belirtilmişti.
İngiliz Başbakan Attlee 1946 yılında Pakistan’ın ayrı bir devlet olarak kurulması için hükümet yetkililerini görevlendirdi. Hindistan 1947 yılında bağımsızlığını elde etti. Pakistan bağımsızlıkla beraber Hindistan’dan ayrıldı. Yaklaşık 20 milyon insanın yer değiştirmesine ve on binlerce insanın ölmesine neden olacak ayrılık kararından bir gün sonra İngiliz emperyalizminin sözcüsü The Times gazetesi coşkuyla, “İlanıyla birlikte Pakistan Müslüman dünyasının lideri olarak ortaya çıktı. Fas’tan Endonezya’ya uzanan Müslüman dünyasında Türk İmparatorluğunun yıkılışıyla doğan boşluk, Pakistan’ın nüfusu, doğal kaynakları ve konumuyla dolacaktır. Bugünden itibaren Karaçi Müslüman dünyasının merkezi olmuştur.” diyordu.
The Times’ın coşkusu boşuna değildi. Hindistan bağımsızlığını elde ettikten sonra ileride Bağlantısızlar Hareketi olarak ortaya çıkacak oluşum yönünde bir politik duruş geliştirirken, Pakistan ABD ve İngiltere öncülüğünde Ortadoğu merkezli olarak kurulan Bağdat Paktı’na katılacak, ABD’ye hava üsleri verecek ve bölgedeki gericiliğin kalesi haline gelecekti. Pakistan, ABD ve İngiliz emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı ve bölgedeki anti-emperyalist ve sosyalist hareketlere karşı yürüttükleri gerici savaşlarda temel öneme sahip bir üs işlevi görecekti.
Keşmir bölgesi üzerindeki hak iddiaları 1947 yılındaki ayrılıktan sonra Hindistan ve Pakistan’ın savaşmasına yol açtı. İngiltere Keşmir’in Pakistan’a katılması için o dönem yoğun çaba sarf etti. İngiltere’nin çabasının nedenini dönemin Dışişleri Bakanı Ernst Bevin şöyle ifade etmişti: “Temel mesele Asya’nın merkezine uzanan atar damarı kimin kontrol edeceğidir”. Keşmir Hindistan ve Pakistan arasında bölündü. Pakistan Soğuk Savaş boyunca ABD’nin İslam coğrafyasında komünizmin ve ilerici anti-emperyalist hareketlerin önünün kesilmesi için Suudi Arabistan ile birlikte kullandığı temel güçtü. Keşmir’de yaşayan Müslüman halkın Pakistan tarafından politik istismarı bu süreçte daha da gelişti ve derinleşti.
Birkaç gündür Keşmir üzerinde yaşanan yeni çatışma daha önce iki kez yaşanan çatışmanın bir tekrarı. 14 Şubat’ta Keşmir’in Hindistan kontrolünde olan bölümünde gerçekleşen bir intihar saldırısında Hindistan’a bağlı 42 milis yaşamını yitirdi. Eylemi Keşmir’in Pakistan’ın kontrolündeki kısmında üslendiği iddia edilen Ceyş el Muhammed adlı örgüt üstlendi. Hindistan hükümeti Pakistan’ın bu örgütü Hindistan’a zarar vermek için el altından kullandığı iddiasında bulundu.
Hindistan 25 Şubat’ta Keşmir’in Pakistan kontrolündeki bölgede bulunan Ceyş el Muhammed’in kampını bombaladığını açıkladı. Pakistan hükümeti yaptığı açıklamada, iki Hindistan uçağını düşürdüklerini, savaş istemediklerini ancak saldırıları karşılıksız bırakmayacaklarını dile getirdi. Hindistan Ordusu sözcüsü de yaptığı açıklamada, Hindistan Ordusuna ait hedefleri vurmaya çalışan bir Pakistan savaş uçağını düşürdüklerini açıkladı.
Hindistan Ordusu sözcüsü General Surendra Singh Behal, savaşlarının “teröre” karşı olduğunu belirtti ve teröre karşı savaşlarını sürdüreceklerini dile getirdi. Hızla tırmanan gerilim, bu açıklamalarla birlikte yeni bir seviyeye sıçradı. İki ülkenin de nükleer silahlara sahip olduğu biliniyor ve nükleer silahların varlığı durumu daha da tehlikeli kılıyor.
Hindistan askeri yetkililerinin sert açıklamaları, Pakistan Başbakanı’nın düşürdükleri uçağın pilotunu barış isteklerinin bir işareti olarak Hindistan’a iade etmeyi düşündüklerini söylemesinin ardından geldi. Hindistan’da iktidarda bulunan Hindu şövenisti Başbakan Modi’nin partisinin üst düzey yetkilisi B. S. Yedyurappa, “Kahraman pilotlarımız kararlılığımızı gösterdi. Gençlerimiz teröristlere yapılan saldırılar nedeniyle coşku içinde. Ülke kenetlendi. Bu ulusal coşku içinde önümüzdeki seçimde mecliste 22 sandalye fazla kazanacağız.” diyordu.
Hindistan’ın şöven Başbakanı Modi’de yaşananlar nedeniyle “ulusun tek vücut” olduğunu belirtiyor, konuşmakta olduğu Bilim ve Teknoloji konulu toplantıda, bilim insanlarından “pilotlar için projeler” yapmalarını istiyordu. Oysa Modi’nin gerilimi tırmandırmaya yönelik adımları kendi hükümetinde yer alanlar içinde bile bir memnuniyetsizlik yaratmış durumda. Modi, kendi hükümetinin Tarım Bakanı’nın hava saldırılarının düzenlenmemesi gerektiği yönündeki açıklamasına ateş püskürüyor ve hiç kimsenin böyle “sorumsuz açıklamalar” yapamayacağını söylüyor.
Hindistan’daki muhalefet partileri de gerilimin tırmandırılmasına öfkeli, son gelişmeleri Modi’nin seçimler öncesi sahneye koyduğu bir seçim taktiği olarak değerlendiriyorlar. Dev boyutlardaki zenginlik ve korkunç bir yoksulluğun yan yana bulunduğu Hindistan’da, büyük vaatlerle iktidara gelen Modi, uyguladığı katı neo-liberal politikalarla ana akım Batı basınının etkili mecraları Economist, Financial Times, New York Times tarafından yıllardır “reformcu” sıfatı kullanılarak övgüye boğuluyor.
Onun kitle katliamları düzenlemiş şöven bir örgütün liderliğini yapmış olması, katı şovenizmini sürdürmesi bu yayın organları ve hükümetler için sadece geçmişte kalmış küçük bir ayrıntı. Tüm vaatlerinin aksine, bütünüyle uluslararası ve yerel sermayenin öncelikleri ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar izleyen Modi, en önemli başlıklar olan genç işsizliği ve yoksullukla mücadele konularında hiçbir adım atmadı. Bu durumun seçim sonuçlarına yansıması kaçınılmaz ve bu gerçekler son gelişmelerle ilgili olarak Hindistan muhalefetinin sunduğu argümanları güçlendiriyor.
Bir tarafta şövenizmi körükleyerek, savaş kışkırtıcılığı yaparak politik zeminini güçlendirmek, iktidarını sürdürmek isteyen Modi; diğer tarafta bölgede senelerce ABD ve Suudi Arabistan’ın vassallığını yapmış bölgede her türlü gericiliğin merkezi konumuna gelmiş sermaye ve devletiyle Pakistan. Şövenizm, ırkçılık, Cihatçı çete üretme yani her türden gericilik, daha fazla sömürü, daha fazla kan, daha fazla gözyaşı…
Bütün bunlar, dünyada yükselişte olan yeni bir jeo-politik hesaplaşma döneminin içinde gerçekleşiyor. Bir tarafta, Pakistan’ın, Çin’in Kuşak ve Yol olarak adlandırılan projesinde edindiği konum ve Çin’in Pakistan’a 62 milyar dolarlık yeni yatırım paketi; diğer tarafta ABD’nin Trump yönetimi döneminde Pakistan’a yönelik giderek sertleşen tutumu ve yıllardır sağlamakta olduğu ekonomik yardımı azaltma kararı, bunlar bu konuda şu ana dek en görünür olanlar.
Hindistan, Çin’in Kuşak ve Yol Projesine aralarındaki sınır anlaşmazlıklarını gerekçe göstererek katılmadı ancak projeden duyduğu rahatsızlığın asıl nedeninin bu projenin bölgesel rakip olarak gördüğü Çin’in yükselişine sağlayacağı katkı olduğu biliniyor. Hindistan’ın Fransa, İngiltere ve ABD’nin desteğini alarak hazırladığı yeni bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar tasarısı Ceyş el Muhammed örgütünün lideri Mesud Azhar’ın terör listesine alınmasını sağlamaya yönelik.
Mesud Azhar’ın Pakistan’da faaliyetlerini serbestçe yürüttüğünü belirten Hindistan yetkilileri; geçen yıl Pakistan’da 2000 kişinin katıldığı açık bir toplantıda konuşan Azhar’ın “Hindistan’a karşı kutsal savaş çağrısı yaptığını” bu konudaki tüm bilgi ve belgeleri Pakistan güvenlik birimlerine ulaştırdıklarını belirtiyorlar. Azhar hakkında Birleşmiş Milletler nezdinde daha önce de girişimlerde bulunan Hindistan Çin’in uyguladığı vetolar nedeniyle sonuç alamamış.
Pakistan’ın ABD Büyükelçisi Mecid Han’ın konuyla ilgili açıklamasında, ABD’nin yaptığı açıklamaların yetersizliğinden söz etmesi ve bu açıklamaların Hindistan’a saldırılarını sürdürmek için cesaret vereceğini vurgulaması da Pakistan tarafındaki ABD’ye yönelik memnuniyetsizliğin bir göstergesi.
Emperyalist-kapitalizm çok yönlü krizler içinde debelenmeyi sürdürürken, dünyanın her köşesinde farklı ölçeklerde gericilik ve savaş eğilimlerini besliyor büyütüyor. Emekçilerine herhangi bir gelecek umudu sunamayan sermayenin politik iktidarları ırkçılık, şövenizm, savaş çığırtkanlığı ve dincilik dışında kendine çıkış bulamıyor. Tırmanan Keşmir krizi bu durumun en açık göstergesi olarak karşımızda duruyor.
Buradan çıkış ancak tüm ülkelerden emekçilerin bayraklarının üzerine kalın harflerle “Emekçilerin Birliği”, “Halkların Kardeşliği” yazmasıyla gerçekleşecektir; savaşsız bir kardeşlik dünyası ancak sosyalizme yönelmiş emekçilerin devrimci eylemiyle realize olacaktır. Hikmet Kıvılcımlı, 1970’de “Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde, İşçi Sınıfının yörüngesine girmiştir.” diyordu. Roma İmparatorluğu’nun çöküş çağını çok çok aşan çürüme belirtileriyle kaplanmış günümüz dünyasında, bu söz daha da büyük bir anlam kazanıyor. Ufukta görünen kurtuluşun yolu, sadece Hindistan ve Pakistan emekçilerinin değil, tüm ülkelerden emekçilerin silahları şovenizmden, savaş çığırtkanlığından, gericilikten beslenen egemenlere yöneltmesinden geçiyor.